Bülbül dili, gül hâli

Nevzatt

Well-known member
0d5_salatiselamgg6.jpg

İslâm YAŞAR

Gül ile bülbül...
Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre, Vâmık ile Azra, Kerem ile Aslı gibi bir hikâye; gül ile bülbülün arasında geçtiği tahayyül edilen macera da.
Bu beşerî maceraların hepsinden eski, renkli ve âhenkli bir hikâyesi var gül ile bülbülün. Anlatılanlar muhayyel de olsa hadisenin yaşandığı ve yaşanmakta olduğu, bunların da onlar örnek alınarak yazıldığı muhakkak.
Mezkûr hikâyelerde mecazî aşkın azabı anlatılırken gül ile bülbülün teşhis sanatıyla yapılan tekellümünde İlâhî sevginin süruru terennüm edildi. Üstelik bu öylesine fıtrî bir şekilde söylendi ki, o kelimeler zamanla kendi manalarından ziyade “sevgi”yi tedai ettirir hâle geldiler.
Onun için gül ve bülbül kelimeleri tek tek söylendiği veya birlikte zikredildiği zaman, diyenlerin ve duyanların zihinlerinde önce sevgi hissi canlandı, kendileri ancak ondan sonra hatırlandı.
Cisimleri hatırlanırken de yine hep münhasıran sevgiye tekabül eden tarafları hafızalarda kaldığı için, ikisi de insanlar tarafından serapa sevginin eseri olarak kabul edildi.
Gerçi, “Ey habibim, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” hakikati mucibince bütün mevcudatın yaratılışının sebebi sevgiydi ve hepsi de o İlâhî sevgi sayesinde meyve vererek hilkatinin hikmetlerini tecelli ettirmişti.
Fakat gül de, bülbül de yetiştiği ve yaşadığı yerler itibarıyla insan muhayyilesindeki sevgi hissini harekete geçirip pek çok edebî sevgi meyvesinin verilmesine vesile olduğu için sevginin şiarı hâline geldi ve o sayede müessir oldu.
Gülün hâlindeydi tesiri, bülbülün dilinde. Şairler gülü güzelliğin tezahürü olarak gördükleri, bülbülün de sevgiyi terennüm ettiğini düşündükleri için onları aşkın sembolü addettiler ve hallerinden, dillerinden kendilerince hayat dersleri çıkardılar.
“Bakub o şûh ile nâz ü niyâza meşk ederiz
Gülün tebessümüne, bülbülün terânesine”
Bu mısralarda da görüldüğü gibi güzeller, gülün tebessüm eden yüzü andıran hâlinden naz etme huyunu alırken, güzelliğe meftun olanlar da bülbülün şakıyışından niyaz edip yalvarmayı öğrendiler.
Bu yüzden güzeller ve kendini güzel hissedenler hep gülün hâliyle hallenerek meftunlarının aşk teranelerine pek itibar etmediler. Âşıklar da onların tavırlarını zalimlik, merhametsizlik, vefasızlık olarak görmelerine rağmen bülbül diliyle yalvarışlarını bir an bile bırakmadılar.
Hâl böyle olunca, gül insanların zihninde nazlı ve zalim bir güzel şeklinde canlanırken, bülbül de mütemadiyen ağlayıp inleyen müşteki bir âşık olarak telâkki edildi.
Aslında gülün ve bülbülün zahirî hâllerinin esas alınmasının neticesinde tezahür eden ve bazı insanların zehabı olan bu telâkki, zaman içinde dilden dile aktarılarak edebî birer mazmun hâline geldi.
Gül ve bülbül, sadece mecazî aşkın ifadesi olan hissî manzumelerde değil, Allah, Peygamber sevgisinin işlendiği ilâhîlerde, naatlarda da aynı mana içinde kullanıldığından bu anlayış asırlardır değişmedi.
Hâlâ da devam ediyor.
***
Bediüzzaman Said Nursî
Gül ile bülbülün fıtrî muaşakasını, hilkatin hikmetlerine münasip bir lisânla ilk defa o tahayyül, tefekkür ve terennüm etti.
Maddî varlıkları itibarıyla gülü “Tebessüm eden güzel ve lâtif bir yüz” bülbülü de “Gülün aşkıyla maruf hayvancık” diye tarif eden Bediüzzaman, onların aralarındaki münasebeti anlatırken edebî teamüllere pek itibar etmedi.
Daha önce bu meseleyi sanatlarına malzeme yapan bütün şairler, yazarlar gülün şekline ve rengine, bülbülün sesine ve hareketine bakarken Said Nursî onların hilkatlerini ve fıtratlarını esas aldı.
Gülü bitki türünün, bülbülü de hayvan nevinin mümessili saydı ve aralarındaki münasebeti “Nev-i hayvanatın, nebatata derece-i aşka vasıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebatatın güzel yüzüne karşı mübarek başları üstünde beyan etmektir” diyerek tasrih etti.
Bu manaları “kendi dili ile konuşan” bülbülün sözlerinden çıkardığını söyleyip onların kendi hâllerinin izahını ve nağmelerinin manasını bilmemelerinin, böyle manalar çıkarmaya mâni olmayacağını anlattı.
Bunu yaparken şairlerin hayallerinde canlandırdıkları maceraları bir bakıma teyit etti, ama gülün hâline ve bülbülün diline onlardan çok daha farklı bir nazarla baktı.
Bu sayede bütün şairlerin, yazarların, mevlidhanların, kasidehanların ve sair kelâm ehli insanın aksine, bülbülün “Nağamat-ı hazînanesinin, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürat” olduğunu ortaya koydu.
Gerçi Bediüzzaman bunu edebî hassasiyetten ziyade Esma-i Hüsnanın cilveleri hakkındaki ayetleri tefsir ederken yaptı, ama bülbül şairane konuştuğu için bir parça şairane olduğunu söylediği bu bahsin haşiyesinde “Hayal değil hakikattir” diyerek aynı zamanda edebiyata malolan hatalı bir teşbihi de tashih etmiş oldu.
O zamana kadar şair ve yazarlar, Peygamberimizin (a.s.m.) şahsî ve zatî güzelliğini anlatmak için onu güle benzeterek sevme hissinin güzellik tarafını nazara vermişlerdi.
Fakat hakikî sevginin nebean ettiği muhabbet-i Muhammedîyi bütün yönleriyle ruhlara nakşedecek olan sevme hissinin âşık cihetini işleyen pek çıkmamıştı.
Bu eksikliğin tamamlanması için Peygamberimizin hitabî belâgatının ve Nebevî evsafının bülbüle benzetilerek anlatılması gerekiyordu. Onu da yine Bediüzzaman Said Nursî yaptı:
“Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semavatın bütün mevcudâtını lâtif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve ben-i âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek Peygamberimizi bülbüle teşbih etti.
Böylece hem hüsn-ü ta’lil sanatı yaparak gül ile bülbülün münasebetini olduğundan daha güzel bir sebebe bağlayıp sathî telâkkilerden kurtardı, hem de asırlardır eksikliği hissedilen teşbih-i beliği tamamladı.
Zîra, yegâne gül-ü rânâ da o (a.s.m.), bülbül-ü şeyda da
 
Üst