Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir.

Ahmet.1

Well-known member
İşarat-ül İ'caz'dan

Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise:
Bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Dalalet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, iman ve islâm yolundan sapmak.
Kudret-i ezeliye: Allah'ın(cc) başlangıcı olmayan sonsuz gücü.
Adem: Yokluk, hiçlik.
Zulümat: Zulmetler, karanlıklar.
Medet: Yardım, imdat.
Müsterhimane: Merhamet dilercesine, yalvarırcasına.
Anasır: Unsurlar, elementler.
Kasavet-i kalb: Kalp katılığı.
Ecram-ı semaviye: Gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler vs.
İstimdad: Yardım isteme.
Ecram: Cirimler, yıldızlar.
Hayatî: Hayata ait, hayatla ilgili.
Hacet: İhtiyaç.
Tevahhuş: Korkmak, ürkmek, kaçmak.
İltica: Sığınma.
Âmâl: İstekler, emeller.
Emanî: Yardım dileme.
Cinnet: Delilik.


Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meadi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?
Cihet: Yön, taraf.
Mebde: Başlangıç, baş taraf.
Mead: Ahiret, öbür dünya, dönülüp gidilecek yer.
Sâni': Sanatkar yaratıcı.
Haşr: Yeniden diriliş.
İtikad: İnanmak, inanç, gönülden iman.


Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hacetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur.
Bîçare: Çaresiz.
Havf: Korku.
Acz: Güçüzlük, kuvvetsizlik.
Ra'şet: Titreme, titreiş.
Me'yusiyet: Ümitsizlik.
Kudret: Güç.
Nâkıs: Noksan, eksik.
Hacet: İhtiyaç.
Nedamet: Pişmanlık.


Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir halete inkılab eder. Şöyle ki:
Sırat-ı müstakim: İstikametli olan yol, doğru olan yol, islâm ve iman yolu.
Nur-u iman: İman nuru, iman ışığı.
Zulmet: Karanlık.
Halet: Durum, hal.
İnkılab: Kökten değişiklik, başka hale geçme.


O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur.
İstinad: Dayanma.
Müsterih: Rahat bulan, rahatlayan, istirahat eden.


Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Tasavvur: Zihinde şekillendirme, tasarlama, düşünme, akılda canlandırma.
Mâ-ül hayat: Hayat suyu.


Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder.
Ünsiyet: Tanışıklık, dostluk, yakınlık.
Peyda: Ortaya çıkma, olma, meydana çıkma, belirme.
Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.


Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlık'ın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.
Ecram-ı ulviye: Gök cisimleri, yüksek yıldızlar.
Kesb-i muarefe: Tanışıklık kazanma.
Tevahhuş: Korkmak, ürkmek, kaçmak.
Me'nus: Alışılmış, alışık.
Kalben: Yürekten, içten, gönülden.


Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır.
Hülâsa: Özet.
Âlâm-ı şedide: Şiddetli elemler.
Halet: Durum, hal.
İhsas: Hissettirme.
Ziyadeleşir: Çoğalır.

Said Nursi
 
Üst