ASHAB-I BEDR
Well-known member
[TAVSIYE]
“Bir kaç defa ziyaretine gittik. Fakat hiç konuşmuyordu. Yatağı bir tahta ranzada idi.
Duvara asılı bir torbada Kuran-ıKerim vardı.
Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma, kederli duruyor ve konuşmuyordu.
“Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mesele soralım. Peygamberimiz Mi’rac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi
gitti, diyesoralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk.
Yine bize çay verdi. Imam efendi sordu:
“Efendim ulema farklı söylüyor. Acaba Mi’rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince,
Üstad sağa sola baktı. Ve bana:
“Hafız, yazın var mı?”
Ben:
“Güzel yazarım efendim”
“Öyleyse al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk defa Mirac Bahsi böyle yazıldı.
Tek sayfa olarak tam otuzbeş sayfa yazmışım. Üstad da yazdıklarıma baktı.
“Yazın güzelmiş” dedi. “Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.”
Ben de “Efendim, ben de tirkakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim.
Üstad, “O zaman, Besa (arnavut yemini) yapalım.
Ben kızınca, sen birşeyler deme. Sen kızınca, gidip sinekleridağıtırsın” dedi.
SAİD NURSİ asabî bir insandır. Geçinilmesi zordur.
Bakışlarından sertlik akar. Büyük bir ciddiyetin içine gömülmüş
yüzü, aynı zamanda hayatın çeşit çeşit acılarının içinden geçmiş bir insanın yüzüdür.
Kat kat açılan bir bohça gibi,
duygularında ki her elem, keder acı örtüsü kaldırıldığında, altından bir başka yenisi çıkmaya her an hazır
dertlerle hemhal olmuş bir insanın yüzüdür.
Bakışlarındaki sertlik ondan akıp size geldiğinde ise, derin bir şefkate, merhamete dönüşür. Dolu tanelerinin size gelene kadar eriyip buhara dönüşmesi gibi.
Sert kayaların ortasından fışkıran bitkilerin yumuşaklığı kadar insana güven veren
bir kişilik fışkırır bu sertlikten.
Said Nursî gergin bir insandır.
Kimi zaman huzursuz bir insandır.
Bazen merdümgirizlik hastalığına yakalandığını
söyler. “Eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki;
ona merdümgirizlik yani insanlardan çekinmek, temasetmemek, temastan müteessir olmak”şeklinde açıklar bunu. İnsanlardan kaçar.
Yalnız kalır günlerce.
Hayatınınçeşitli dönemlerinde melankolik ruh hallerine girer.
Ruhunun sosyal hayatın gerekliliklerini kaldıramadığını söyler.
Said Nursî asabî bir insandır, ancak onun asabiyetinin bir çekiciliği vardır.
Sert bakışları onun dünyasına girmeye vesile bir kapı olur.
Sizi içsel dünyasına buyur eder.
Onun sertliği savrulup gidebileceğimiz dünyada bize derin bir
güven duygusu aşılar.
Kişiliğinin asabiyeti asla bir huzursuzluk ve tedirginlik uyandırmaz insanda.
Aksine zamanımızın fırtınalarına karşı güvenlikli bir sığınak olur.
Bir psikiyatrist olarak bana onun kişiliğini incelemeyi cazip kılan yönü, başka asabî insanların aksine, asabiyetindeki
çekiciliktir. Asabiyet âdeta ona yakışır.
Bazı elbiselerin bazı insanlara yakışması gibidir bu.
Üzerinde iğreti durmaz.
Onun kişiliğinin asabiyeti onun hayatının aslında biricik malzemesi olur.
Asabiyeti ve gerginliği, onunla uğraşanlara
karşı bir silaha dönüşür.
Kendisini seven insanlara karşı ise fırtınalı sosyal hayatta bir sığınağa.
Said Nursî’de insanı böylesine çeken ne var?
Onun kitaplarını neden tekrar tekrar okumak istiyorum?
Onun kitapları
insan ruhunu nasıl bu kadar yatıştırabiliyor?
Gençken her aşık olduğumda gider, 17. sözün son kısımlarını okurdum.
Kendimi değersiz hissedersem, her nereyi okursam okuyayım, mutlaka teselli eden cümleler bulurdum.
Ölüm korkum haşir risalesi, cennet bahsi, ruhun bekası bahisleri ile sükun bulmuştu.
Hastalar risalesi ile hastalıklar dahi
sevimli görünmeye başladı gözüme.
İhtiyarlar Leması ateşli gençlik günlerimin sıkıntılarını serinleten bir gölge gibi beni altında taşıdı.
Risaleleri yazan kişi asabi olsa da, Risalelerde ne bir asabiyet vardı ne bir huzursuzluk. Hep huzur
akıyordu. Bir yandan insanın nefsine ve narsistleşmiş benliğine ciddi yüzleştirmeler yaşatmayı ihmal etmeden, öte
yandan insanın ruhunu ve kalbini meleklerin yumuşaklığı ile donatıyordu.
Bunların bir sırrı olmalıydı.
Bunların bazı sırlarını buldum sonra.
Onun kişiliğinde düğümleniyordu sırlar.
Abdülkadir Badıllı’ının Mufassal Tarihçe-i Hayatının ikinci cildini okurken, en başa alıntılandırdığım Şamlı Hafız
Tevfik’in hatırasını okuyunca, bir yıldır onun psikobiyografisi ile ilgili bir kitap çalışmasına yönelik kişilik yapısının
özelliklerinin izini sürerken, önemli bir ipucu karşıma çıkıverdi.
Talebe adayına “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebiliyordu.
Sonra Barla Lahikası’nda “sekizsene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilindeolmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti….”
ile karşılaştım.
Said Nursî asabî, hiddetli, geçinilmesi zor bir insan olduğunu kabul ediyordu. Bunu yazmaktan, söylemekten
çekinmiyordu. Bunu bir meydan okuma tarzında da yapmıyordu.
Eğer kişiliği asabî bir insandan huzur akıyorsa
burada derin bir şey aramalıydım.
Son psikiyatrik çalışmalar insanın doğduğu andan itibaren belirli kişilik özellikleri ile doğduğu,
çevre koşulları ile
bunların ifrat veya tefrite doğru kaydığı yönündedir.
Ikiz çocuklarda yapılan gözlemlerde bir çocuğun sakin, diğerinin
daha hareketli olması bu yönde manidar bir bulgudur.
Said Nursî’nin de çocukluğundaki davranış örüntülerine baktığımda, aynı şekilde asabî, hareketli, laf söz
dinleyemeyen bir çocukluğu olduğunu görüyorum.
Bu örüntü bazı yumuşamalar göstermesi ile birlikte tüm yaşamı
boyunca devam etmiş, ancak hiddetli davranışlarını kontrol etme yönünde daha muvafık olmuştur.
Said Nursî’nin bir talebesine “Ben asabiyim, herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebilmesi ciddi bir özgüven işaretidir.
Bu özgüven ise onun kendi kişiliği ve varoluşu ile uyum içinde olduğunu, benliğinin varoluşuna karşı
büyüklenmeci, narsistik bir tutum takınmadığının ipuçlarını verir bize.
Kişinin kendini varolduğu haliyle kabul edememesi, kendi varoluşuna karşı bir hınç duymasına yol açar.
Kişinin insanî zayıflıklarını ve yetersizliklerini reddedetmesi,
onun benliğinin büyüklenmeci bir tutum alması ile ilgilidir.
Kişinin kendi varoluşuna olan düşmanlık dolu nefreti, olması gerektiğine inandığı kişilik ile olduğu şey arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanır.
İşte burada Said Nursî’nin farkı açığa çıkar.
Onun asabiyetinin nasıl olupta bizlere hayatla, varoluşla ilgili derinlik,
içtenlik, sukûnet olarak dönüştüğünü açıklar.
Said Nursî, kendisinin olması gerektiğine inandığı şey ile olduğu şey arasında tam bir uyum halinde yaşar.
Kendini
tanımlarken “Ey Said-i kasır, âciz ve fakir!”
ifadesini tercih eder.
İnsanın varoluş hâli, yani “mahiyet-i nefsi,”
“nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz a’mâl dercedilmiş” bir
haldir. Said Nursî’nin benliği bu varoluşsal hâli kabul etmiş görünmekte, kendinden kusursuz bir mükemmel olma
hâli, hatasızlık, kusursuzluk beklentilerine girmemektedir. O, insanın mahiyetini, insanî zayıflıkları, kusurlulukları
hem insanın olduğu hem de olması gereken özellikler olarak kabul ettiği için, bu ikisi arasında ki tam bir tutarlılık,
kendi varoluşunu benimsemesine, kendini kusurları ile birlikte olduğu gibi kabul etmesine yol açmıştır.
Çocukluğundan beri üzerinde varolan asabiyet hâlini reddetmemiş, bunu “mahiyet-nefis”in varoluşsal, insanî bir zaafı
olarak görerek, kendi kusurunu dercetmiş, kabul etmiştir.
Büyüklenmeci bir benlik geliştirmiş kişi ise kendine karşı kibirli standartlar belirler. Kendinden hatasız, kusursuz
davranışlar üretmesini ister. Devamlı kendini gözlemler. Hatalı davranışlarını affetmez. Affetmediği davranışlarını
kendine yediremediği için, bu davranışlarını kendi üzerine almaz ve devamlı mazaret üretir. Hep başkalarını suçlar.
Suçladığı sadece kişiler değildir. Ortam, modern yaşam biçimleri, postmodern yaşam biçimleri suçlama alanına girer.
Kendi büyüklenmeci benliği dışındaki her şeyi ötekileştirir ve kendini sütten çıkmış ak kaşık hâline getirmek için
insanları ve ortamları kötüleştirir. Kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü üzerine kurmak ister. Siyah ile beyaz
arasındaki tüm renklere karşı renk körüdür.
İnsan ilişkilerinde ki sorunlar nedeniyle bana gelen insanlara terapilerimde yaptığım bir espriyi alıntılamak isterim.
Onlara bazen şunu söylerim: “İyi ki kâinatı, dünyayı ve insanları siz idare etmiyorsunuz. Yoksa bu beklentilerinizle
hepimiz yanardık.” Bazen de “İyi ki mahşer günü adaleti dağıtan siz olmayacaksınız.
Yoksa hiçbirimiz cennete giremezdik.”
İnsanî zayıflıkları, çaresizlikleri, hataları, kusurları reddetmeye çırpınan büyüklenmeci benlik kendini tenkit ede ede
özgüvenini yok eder, süklüm püklüm bir kişilik zayıflığının içine girer. Sonra kişiliğindeki zayıflığı da tenkit eder.
Bu bir fasit daire hâlinde sürer gider.
Said Nursî de kendini gözlemler.
Ama onun gözlemlemesinin amacı varoluşunu borç bildiği Yaratıcı’sına hizmet
adınadır. “Seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkib etmiş” der, bunun hikmetini araştırır.
Kusurlu yaratılmış hâlini
Yaratıcıyı tanıma ve bilmede, hikmetini kendine telkin eder.
“Tâ mirsad-ı kusurun ile Fâtır-ı Zülcelal’in seradikat-ı
cemâl ve kemâline ve mikyas-ı fakrın ile derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı aczin ile meratib-i iktidar ve
kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile enva’-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin”
der.
İnsanî kusur ile Yaratıcısının Cemâl ve Kemâlini, fakirliği ile Rahmet ve Gınasını, aczi ile
Kudretini ve İktidarını anlamaya çalışmasını derketmesi, kendinde yerleşik acizlik, kusurluluk, eksiklik, hata
yapabilirlik gibi özellikleri ile barışık olmasına ciddi bir katkıda bulunur.
Narsistleşmiş, büyüklenmeci benlikler zaten Yaratıcı ile ilişki kurmak istemeyen benlikler olduğu içindir ki,
insanî
zayıflıklarının, kusurlu olmalarının Yaratıcıyı tanıma ve bilmedeki önemini bilmezden gelirler ve bunları reddederler.
Said Nursî kusurlarından dolayı kendini ayıplamaz.
Tam tersine kusurlarını onaylar.
Çünkü kişinin kusurlarından
dolayı kendini ayıplaması, bireyin kendini özdeşleştirdiği tanrısal standartlara uymadığı zamanlarda olur.
Onun tercih ettiği yöntem Rabbine kusurlarını açması, Onun merhametine sığınması, kusurlarına bahane bulmamasıdır.
Said Nursî kendi varoluşunu kötülemez. Ama Yaratıcı adına olmayan, nefsinin istek ve arzuları ile arası iyi değildir.
Nefsine “ey nadan nefsim”
demekten çekinmez.
Ama asla, “ey alçak Said” dememiştir.
Kendine, kendi standartları ile değil, Yaratıcının standartları ile bakınca, kendine karşı merhametli davranır. Çünkü
Yaratıcının standartları insanın kendisi ile ilgili standartlarından daha merhametli, daha adaletli, insaflı ve ölçülüdür.
İnsan kendi sınırlarını bilmekte zorlanırken,
Yaratıcı kendi yarattığı bir varlık olarak insanın acizliğini, sınırlarını,
kusurlarını, eksikliklerini mutlak bilendir.
Bu yüzden Yaratıcının insandan beklentisi, insanın kendi geçiciliğini, mutlak
acizliğini, kusurluluğunu derketmesi ile Kendisine sığınılması ve herşeyin Ondan beklenilmesidir.
Yaşadığı her ne olursa olsun, tüm yaşantısı Yaratıcının isimlerine ayna olduğu gerçeğinin bilinciyle yaşamış olan Said
Nursî, kendi varoluşsal hâliyle uyum içinde olmanın verdiği özgüvenle, yaşadıklarından dolayı kendine acımamış, bir
kurban gibi görmemiştir. Yaşadıklarına rağmen, o sadece kadere değil, kaderin adaletine güvenmiştir.
Yaşadıklarından yola çıkarak, naz makamında değil, niyaz makamında kalmaya devam ederek,
Yaratıcı karşısında şımarıklık gütmemiştir.
Tersine bir davranış, insanı suçluluk, aşağılık, kötürüm edilmiş, eziyet edilmiş duygularına
sokar ki bu da insanın içindeki enerjiyi, motivasyonu felç eder.
Kişi burada kendi sorumluluğunu almak yerine
yeniden ve tekrar tekrar insanların kendine haksızlık yaptığına, kendi değerini bilmediklerine hükmeder.
Onun hayatında şikayet yoktur. Ne insanlardan, ne olaylardan, ne Yaratıcıdan. Hiç bir şeyden.
“Âdil kadere de derim
ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına.”
diyebilmesi, kişiliğindeki görünüşteki asabiyetin altında, benliğinin
Yaratıcı karşısında nasıl da boyun eğici, teslimiyetçi olduğuna işaret eder.
Bu şikayet etmeme hâli hem bir
teslimiyetin ve güvenin, hem de büyüklenmeci olmayan bir benliğin göstergesidir.
O kendisiyle uğraşanlardan dahişikayet etmez, ama onları Kaderin adaletine şikayet eder.
Ancak kendisi ile arası iyi olan, kendi varoluş hâlini olduğu gibi kabul eden ve bunu Yaratıcıya kulluk hâline
dönüştürebilen insanlar, hayatının başına gelenleri de kabul edebilir ve yine O’nun la ilişkilendirir.
“Ben mâlikimin
hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safâ geldin!
Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız” der.
Asabi insanlar ikiye ayrılır.
Birinci gruptakiler asabi olduklarını kabul edenler, asabiyetlerini başkalarına yüklemeyenler, asabi olma
sorumluluğunu üstlenenler, asabî davranışlarından dolayı insanları ve ortamı suçlamayanlar, asabiyeti bir kusur
olarak algılama cesareti gösterenler ve bu kusurlu hâli Yaratıcının mutlak mükemmelliğine bir ayna yapanlar.
İkinci gruptakiler ise eksik ve kusurlu olmayı bir eksiklik ve kusurluluk olarak kabûl ettikleri için mükemmel olmaya
çalışan, asabiyeti bir eksiklik olarak addedip kabul etmeyenler, kabul etmedikleri için de olmadıklarını iddia edenler,
hatta saklayanlar, asabî davranışları için başkalarını suçlayanlar, bir türlü ben hatalıyım demeyenler.
Said Nursî’nin asabiyetinin çekiciliği birinci grupta yer almasından kaynaklanıyor ve gerçekten onun asabiyeti de,
kuru ağaçların yandığında ışık ve ısıya dönüşmesi gibi, bizim kalbimizde ısıya ve nura dönüşüyor.
Said Nursî’yi “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebildiği için çok seviyorum ve böyle diyebilme
cesareti ve güveni olduğu için de Said Nursî bende güven duygusu uyandırabiliyor.
mustafaulusoy@zaferdergisi.com
[/TAVSIYE]Duvara asılı bir torbada Kuran-ıKerim vardı.
Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma, kederli duruyor ve konuşmuyordu.
“Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mesele soralım. Peygamberimiz Mi’rac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi
gitti, diyesoralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk.
Yine bize çay verdi. Imam efendi sordu:
“Efendim ulema farklı söylüyor. Acaba Mi’rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince,
Üstad sağa sola baktı. Ve bana:
“Hafız, yazın var mı?”
Ben:
“Güzel yazarım efendim”
“Öyleyse al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk defa Mirac Bahsi böyle yazıldı.
Tek sayfa olarak tam otuzbeş sayfa yazmışım. Üstad da yazdıklarıma baktı.
“Yazın güzelmiş” dedi. “Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.”
Ben de “Efendim, ben de tirkakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim.
Üstad, “O zaman, Besa (arnavut yemini) yapalım.
Ben kızınca, sen birşeyler deme. Sen kızınca, gidip sinekleridağıtırsın” dedi.
SAİD NURSİ asabî bir insandır. Geçinilmesi zordur.
Bakışlarından sertlik akar. Büyük bir ciddiyetin içine gömülmüş
yüzü, aynı zamanda hayatın çeşit çeşit acılarının içinden geçmiş bir insanın yüzüdür.
Kat kat açılan bir bohça gibi,
duygularında ki her elem, keder acı örtüsü kaldırıldığında, altından bir başka yenisi çıkmaya her an hazır
dertlerle hemhal olmuş bir insanın yüzüdür.
Bakışlarındaki sertlik ondan akıp size geldiğinde ise, derin bir şefkate, merhamete dönüşür. Dolu tanelerinin size gelene kadar eriyip buhara dönüşmesi gibi.
Sert kayaların ortasından fışkıran bitkilerin yumuşaklığı kadar insana güven veren
bir kişilik fışkırır bu sertlikten.
Said Nursî gergin bir insandır.
Kimi zaman huzursuz bir insandır.
Bazen merdümgirizlik hastalığına yakalandığını
söyler. “Eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki;
ona merdümgirizlik yani insanlardan çekinmek, temasetmemek, temastan müteessir olmak”şeklinde açıklar bunu. İnsanlardan kaçar.
Yalnız kalır günlerce.
Hayatınınçeşitli dönemlerinde melankolik ruh hallerine girer.
Ruhunun sosyal hayatın gerekliliklerini kaldıramadığını söyler.
Said Nursî asabî bir insandır, ancak onun asabiyetinin bir çekiciliği vardır.
Sert bakışları onun dünyasına girmeye vesile bir kapı olur.
Sizi içsel dünyasına buyur eder.
Onun sertliği savrulup gidebileceğimiz dünyada bize derin bir
güven duygusu aşılar.
Kişiliğinin asabiyeti asla bir huzursuzluk ve tedirginlik uyandırmaz insanda.
Aksine zamanımızın fırtınalarına karşı güvenlikli bir sığınak olur.
Bir psikiyatrist olarak bana onun kişiliğini incelemeyi cazip kılan yönü, başka asabî insanların aksine, asabiyetindeki
çekiciliktir. Asabiyet âdeta ona yakışır.
Bazı elbiselerin bazı insanlara yakışması gibidir bu.
Üzerinde iğreti durmaz.
Onun kişiliğinin asabiyeti onun hayatının aslında biricik malzemesi olur.
Asabiyeti ve gerginliği, onunla uğraşanlara
karşı bir silaha dönüşür.
Kendisini seven insanlara karşı ise fırtınalı sosyal hayatta bir sığınağa.
Said Nursî’de insanı böylesine çeken ne var?
Onun kitaplarını neden tekrar tekrar okumak istiyorum?
Onun kitapları
insan ruhunu nasıl bu kadar yatıştırabiliyor?
Gençken her aşık olduğumda gider, 17. sözün son kısımlarını okurdum.
Kendimi değersiz hissedersem, her nereyi okursam okuyayım, mutlaka teselli eden cümleler bulurdum.
Ölüm korkum haşir risalesi, cennet bahsi, ruhun bekası bahisleri ile sükun bulmuştu.
Hastalar risalesi ile hastalıklar dahi
sevimli görünmeye başladı gözüme.
İhtiyarlar Leması ateşli gençlik günlerimin sıkıntılarını serinleten bir gölge gibi beni altında taşıdı.
Risaleleri yazan kişi asabi olsa da, Risalelerde ne bir asabiyet vardı ne bir huzursuzluk. Hep huzur
akıyordu. Bir yandan insanın nefsine ve narsistleşmiş benliğine ciddi yüzleştirmeler yaşatmayı ihmal etmeden, öte
yandan insanın ruhunu ve kalbini meleklerin yumuşaklığı ile donatıyordu.
Bunların bir sırrı olmalıydı.
Bunların bazı sırlarını buldum sonra.
Onun kişiliğinde düğümleniyordu sırlar.
Abdülkadir Badıllı’ının Mufassal Tarihçe-i Hayatının ikinci cildini okurken, en başa alıntılandırdığım Şamlı Hafız
Tevfik’in hatırasını okuyunca, bir yıldır onun psikobiyografisi ile ilgili bir kitap çalışmasına yönelik kişilik yapısının
özelliklerinin izini sürerken, önemli bir ipucu karşıma çıkıverdi.
Talebe adayına “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebiliyordu.
Sonra Barla Lahikası’nda “sekizsene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilindeolmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti….”
ile karşılaştım.
Said Nursî asabî, hiddetli, geçinilmesi zor bir insan olduğunu kabul ediyordu. Bunu yazmaktan, söylemekten
çekinmiyordu. Bunu bir meydan okuma tarzında da yapmıyordu.
Eğer kişiliği asabî bir insandan huzur akıyorsa
burada derin bir şey aramalıydım.
Son psikiyatrik çalışmalar insanın doğduğu andan itibaren belirli kişilik özellikleri ile doğduğu,
çevre koşulları ile
bunların ifrat veya tefrite doğru kaydığı yönündedir.
Ikiz çocuklarda yapılan gözlemlerde bir çocuğun sakin, diğerinin
daha hareketli olması bu yönde manidar bir bulgudur.
Said Nursî’nin de çocukluğundaki davranış örüntülerine baktığımda, aynı şekilde asabî, hareketli, laf söz
dinleyemeyen bir çocukluğu olduğunu görüyorum.
Bu örüntü bazı yumuşamalar göstermesi ile birlikte tüm yaşamı
boyunca devam etmiş, ancak hiddetli davranışlarını kontrol etme yönünde daha muvafık olmuştur.
Said Nursî’nin bir talebesine “Ben asabiyim, herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebilmesi ciddi bir özgüven işaretidir.
Bu özgüven ise onun kendi kişiliği ve varoluşu ile uyum içinde olduğunu, benliğinin varoluşuna karşı
büyüklenmeci, narsistik bir tutum takınmadığının ipuçlarını verir bize.
Kişinin kendini varolduğu haliyle kabul edememesi, kendi varoluşuna karşı bir hınç duymasına yol açar.
Kişinin insanî zayıflıklarını ve yetersizliklerini reddedetmesi,
onun benliğinin büyüklenmeci bir tutum alması ile ilgilidir.
Kişinin kendi varoluşuna olan düşmanlık dolu nefreti, olması gerektiğine inandığı kişilik ile olduğu şey arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanır.
İşte burada Said Nursî’nin farkı açığa çıkar.
Onun asabiyetinin nasıl olupta bizlere hayatla, varoluşla ilgili derinlik,
içtenlik, sukûnet olarak dönüştüğünü açıklar.
Said Nursî, kendisinin olması gerektiğine inandığı şey ile olduğu şey arasında tam bir uyum halinde yaşar.
Kendini
tanımlarken “Ey Said-i kasır, âciz ve fakir!”
ifadesini tercih eder.
İnsanın varoluş hâli, yani “mahiyet-i nefsi,”
“nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz a’mâl dercedilmiş” bir
haldir. Said Nursî’nin benliği bu varoluşsal hâli kabul etmiş görünmekte, kendinden kusursuz bir mükemmel olma
hâli, hatasızlık, kusursuzluk beklentilerine girmemektedir. O, insanın mahiyetini, insanî zayıflıkları, kusurlulukları
hem insanın olduğu hem de olması gereken özellikler olarak kabul ettiği için, bu ikisi arasında ki tam bir tutarlılık,
kendi varoluşunu benimsemesine, kendini kusurları ile birlikte olduğu gibi kabul etmesine yol açmıştır.
Çocukluğundan beri üzerinde varolan asabiyet hâlini reddetmemiş, bunu “mahiyet-nefis”in varoluşsal, insanî bir zaafı
olarak görerek, kendi kusurunu dercetmiş, kabul etmiştir.
Büyüklenmeci bir benlik geliştirmiş kişi ise kendine karşı kibirli standartlar belirler. Kendinden hatasız, kusursuz
davranışlar üretmesini ister. Devamlı kendini gözlemler. Hatalı davranışlarını affetmez. Affetmediği davranışlarını
kendine yediremediği için, bu davranışlarını kendi üzerine almaz ve devamlı mazaret üretir. Hep başkalarını suçlar.
Suçladığı sadece kişiler değildir. Ortam, modern yaşam biçimleri, postmodern yaşam biçimleri suçlama alanına girer.
Kendi büyüklenmeci benliği dışındaki her şeyi ötekileştirir ve kendini sütten çıkmış ak kaşık hâline getirmek için
insanları ve ortamları kötüleştirir. Kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü üzerine kurmak ister. Siyah ile beyaz
arasındaki tüm renklere karşı renk körüdür.
İnsan ilişkilerinde ki sorunlar nedeniyle bana gelen insanlara terapilerimde yaptığım bir espriyi alıntılamak isterim.
Onlara bazen şunu söylerim: “İyi ki kâinatı, dünyayı ve insanları siz idare etmiyorsunuz. Yoksa bu beklentilerinizle
hepimiz yanardık.” Bazen de “İyi ki mahşer günü adaleti dağıtan siz olmayacaksınız.
Yoksa hiçbirimiz cennete giremezdik.”
İnsanî zayıflıkları, çaresizlikleri, hataları, kusurları reddetmeye çırpınan büyüklenmeci benlik kendini tenkit ede ede
özgüvenini yok eder, süklüm püklüm bir kişilik zayıflığının içine girer. Sonra kişiliğindeki zayıflığı da tenkit eder.
Bu bir fasit daire hâlinde sürer gider.
Said Nursî de kendini gözlemler.
Ama onun gözlemlemesinin amacı varoluşunu borç bildiği Yaratıcı’sına hizmet
adınadır. “Seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkib etmiş” der, bunun hikmetini araştırır.
Kusurlu yaratılmış hâlini
Yaratıcıyı tanıma ve bilmede, hikmetini kendine telkin eder.
“Tâ mirsad-ı kusurun ile Fâtır-ı Zülcelal’in seradikat-ı
cemâl ve kemâline ve mikyas-ı fakrın ile derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı aczin ile meratib-i iktidar ve
kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile enva’-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin”
der.
İnsanî kusur ile Yaratıcısının Cemâl ve Kemâlini, fakirliği ile Rahmet ve Gınasını, aczi ile
Kudretini ve İktidarını anlamaya çalışmasını derketmesi, kendinde yerleşik acizlik, kusurluluk, eksiklik, hata
yapabilirlik gibi özellikleri ile barışık olmasına ciddi bir katkıda bulunur.
Narsistleşmiş, büyüklenmeci benlikler zaten Yaratıcı ile ilişki kurmak istemeyen benlikler olduğu içindir ki,
insanî
zayıflıklarının, kusurlu olmalarının Yaratıcıyı tanıma ve bilmedeki önemini bilmezden gelirler ve bunları reddederler.
Said Nursî kusurlarından dolayı kendini ayıplamaz.
Tam tersine kusurlarını onaylar.
Çünkü kişinin kusurlarından
dolayı kendini ayıplaması, bireyin kendini özdeşleştirdiği tanrısal standartlara uymadığı zamanlarda olur.
Onun tercih ettiği yöntem Rabbine kusurlarını açması, Onun merhametine sığınması, kusurlarına bahane bulmamasıdır.
Said Nursî kendi varoluşunu kötülemez. Ama Yaratıcı adına olmayan, nefsinin istek ve arzuları ile arası iyi değildir.
Nefsine “ey nadan nefsim”
demekten çekinmez.
Ama asla, “ey alçak Said” dememiştir.
Kendine, kendi standartları ile değil, Yaratıcının standartları ile bakınca, kendine karşı merhametli davranır. Çünkü
Yaratıcının standartları insanın kendisi ile ilgili standartlarından daha merhametli, daha adaletli, insaflı ve ölçülüdür.
İnsan kendi sınırlarını bilmekte zorlanırken,
Yaratıcı kendi yarattığı bir varlık olarak insanın acizliğini, sınırlarını,
kusurlarını, eksikliklerini mutlak bilendir.
Bu yüzden Yaratıcının insandan beklentisi, insanın kendi geçiciliğini, mutlak
acizliğini, kusurluluğunu derketmesi ile Kendisine sığınılması ve herşeyin Ondan beklenilmesidir.
Yaşadığı her ne olursa olsun, tüm yaşantısı Yaratıcının isimlerine ayna olduğu gerçeğinin bilinciyle yaşamış olan Said
Nursî, kendi varoluşsal hâliyle uyum içinde olmanın verdiği özgüvenle, yaşadıklarından dolayı kendine acımamış, bir
kurban gibi görmemiştir. Yaşadıklarına rağmen, o sadece kadere değil, kaderin adaletine güvenmiştir.
Yaşadıklarından yola çıkarak, naz makamında değil, niyaz makamında kalmaya devam ederek,
Yaratıcı karşısında şımarıklık gütmemiştir.
Tersine bir davranış, insanı suçluluk, aşağılık, kötürüm edilmiş, eziyet edilmiş duygularına
sokar ki bu da insanın içindeki enerjiyi, motivasyonu felç eder.
Kişi burada kendi sorumluluğunu almak yerine
yeniden ve tekrar tekrar insanların kendine haksızlık yaptığına, kendi değerini bilmediklerine hükmeder.
Onun hayatında şikayet yoktur. Ne insanlardan, ne olaylardan, ne Yaratıcıdan. Hiç bir şeyden.
“Âdil kadere de derim
ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına.”
diyebilmesi, kişiliğindeki görünüşteki asabiyetin altında, benliğinin
Yaratıcı karşısında nasıl da boyun eğici, teslimiyetçi olduğuna işaret eder.
Bu şikayet etmeme hâli hem bir
teslimiyetin ve güvenin, hem de büyüklenmeci olmayan bir benliğin göstergesidir.
O kendisiyle uğraşanlardan dahişikayet etmez, ama onları Kaderin adaletine şikayet eder.
Ancak kendisi ile arası iyi olan, kendi varoluş hâlini olduğu gibi kabul eden ve bunu Yaratıcıya kulluk hâline
dönüştürebilen insanlar, hayatının başına gelenleri de kabul edebilir ve yine O’nun la ilişkilendirir.
“Ben mâlikimin
hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safâ geldin!
Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız” der.
Asabi insanlar ikiye ayrılır.
Birinci gruptakiler asabi olduklarını kabul edenler, asabiyetlerini başkalarına yüklemeyenler, asabi olma
sorumluluğunu üstlenenler, asabî davranışlarından dolayı insanları ve ortamı suçlamayanlar, asabiyeti bir kusur
olarak algılama cesareti gösterenler ve bu kusurlu hâli Yaratıcının mutlak mükemmelliğine bir ayna yapanlar.
İkinci gruptakiler ise eksik ve kusurlu olmayı bir eksiklik ve kusurluluk olarak kabûl ettikleri için mükemmel olmaya
çalışan, asabiyeti bir eksiklik olarak addedip kabul etmeyenler, kabul etmedikleri için de olmadıklarını iddia edenler,
hatta saklayanlar, asabî davranışları için başkalarını suçlayanlar, bir türlü ben hatalıyım demeyenler.
Said Nursî’nin asabiyetinin çekiciliği birinci grupta yer almasından kaynaklanıyor ve gerçekten onun asabiyeti de,
kuru ağaçların yandığında ışık ve ısıya dönüşmesi gibi, bizim kalbimizde ısıya ve nura dönüşüyor.
Said Nursî’yi “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebildiği için çok seviyorum ve böyle diyebilme
cesareti ve güveni olduğu için de Said Nursî bende güven duygusu uyandırabiliyor.
mustafaulusoy@zaferdergisi.com