AYŞE İZCİ
Evlatlarımız bizim gözbebeğimiz. Bu zor ve çetin hayatta, onları kendi ayakları üzerinde durabilen, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilen kişiler olarak yetiştirebilmek için büyük gayret sarfediyoruz. Acaba bu gayretlerimiz onlar için hayra geçer nitelikte mi? Yoksa kaş yapayım derken göz mü çıkarıyoruz?
Yetişkinler yeni nesli değerlendirirken iki farklı yaklaşımla hareket ediyorlar.
Bir kısmı kendi çocukluklarındaki hayat şartlarını, mahrumiyeti, disiplin ve terbiye anlayışını günümüz değerleriyle mukayese ederek, şimdiki neslin çok şanslı olduğuna kanaat getiriyor. İçten içe kendini baskıyla yetiştirenlere kızıyor, şimdiki çocuklara imreniyor.
Böyle düşünenler, şakadan da olsa “şu dünyaya erken gelmişiz, şimdi çocuk olmak varmış” diyorlar. “Biz çocukken bilgisayar yoktu” diyerek saatlerini bilgisayarın başında geçirenlerin sayısı hiç de az değil.
Diğer bir grup yetişkin ise, günümüz çocuklarının onca nimet ve bolluğa rağmen zavallı olduğunu düşünüyor.
Bu acıma hissinin dayanak noktası, şüphesiz onların bu günkü psiko-sosyal ve ahlâkî durumları. İlkokul talebelerinin bile pek çoğunda kameralı cep telefonu var. Yoksul kesim, güçlüklerle de olsa bir yolunu bulup çocuklarının hemen her türlü maddi ihtiyacını karşılayabiliyorlar. Fakat maddi manada “herşeyi” olan bu neslin sadece “kimliği” yok!..
Yeni nesil söz konusu olduğunda ortaya çıkan bu farklı ve zıt yaklaşımları yadırgamamak gerekir. Zira manevi değerleri alt-üst edilen, normalin ve anormalin sınırlarının sık sık yer değiştiği, en uç noktada ne dine ne de vicdana sığmayan görüşlerin, akımların gündemden düşürülmediği, uzaktan kumanda ile zevklerimizin, ihtiyaçlarımızın şekillendirildiği bir dünyada, sisler aleminde, kurtlar sofrasında işimiz gerçekten çok zor!
Olmak istediğini olamıyor, istediğin gibi yaşayamıyorsun. Zamanla nasıl yaşıyorsan öyle düşünmeye başlıyorsun.
Çocukların sorunu kimin sorunu?
Günümüz nesline yönelik bu iki algı, eğitim ve terbiye anlayışının temel belirleyicisi olmakta. Hepimizin müşterek olduğu ciddi eksiklikler ve hatalar olmalı ki, evlatlarımız mutsuz ve doyumsuz.
Çocuklarımızı eğitirken yaptığımız en temel hata onları doğru tanıyamamak ve anlayamamak. Onları kendimizle karıştırdığımız, onların şahsında kendi özlem ve ihtiyaçlarımıza çıkış noktası aradığımız müddetçe onlara yardımcı olamayız. “Ben senin yaşında iken” ile başlayan cümleler ile sadece onları rencide etmiş oluyoruz.
Diğer taraftan bunun tam tersi olan “devir değişti, şimdi zaman bunu gerektiriyor” anlayışı da aynı ölçüde hatalı davranmaya sevk eden bir yaklaşım.
Çocuklarımızın karşı karşıya bulunduğu durumun vehametini anlamak için gazete manşetlerine veya TV programlarına bakmak yeterli. Hemen her gün, anne-baba olarak bizi tedirgin eden haberlerle karşılaşıyoruz. Örneklere bakalım: “Her üç liseli gençten biri sigara tiryakisi.” “Kızlar cinsel özgürlüğü tercih ediyor.” “Uyuşturucu kullanımı çocuklar arasında yaygınlaşıyor.” “Üniversiteli gençler arasında iş ve gelecek kaygısı nedeniyle intihar eğilimi yaygınlaşıyor.”
Bu tarz rahatsız edici haber başlıkları uzayıp gidiyor, her gün bir yenisi daha ekleniyor. Bütün bunların işaret ettiği temel sorun, yetiştirme sorunu. Yani işin büyük kısmı biz yetişkinleri ilgilendiriyor.
Çözüm çok basit de olabilir
Konunun elbette tek tek bireyi aşan tarafları var. Ama bazen çözüm zannettiğimizden daha basit olabiliyor. Mesela çocuğumuzun geleceği için meslek kararı verirken, onların düşündüğümüz işe uygun olup olmadığını iyice tartmamış olabiliriz. Biz onların iyi kimseler olmalarını istiyoruz. Ama onlar için iyi olan bizim kafamızdaki olmayabilir. Bunun faturasının uyumsuzluk ve sonrasında tatminsizlik olacağını akılda tutmak gerekir.
Hanım arkadaşlar sohbet toplantılarında aile ve çocuklarına ilişkin sorunlarını dile getirirler. Bazı özel konuları sorabilmeleri için telefonla da iletişim kurarız. Çok karmaşık sorunlarla karşı karşıyadırlar. Bir anne, “Kızımın hafız olmasını çok istiyorum, ezberi çok iyi. Ama o bir türlü buna yanaşmıyor. Her istediğini yapıyorum, evde bir iş yaptırmıyorum ezber yapsın diye. Ama o buna hiç yanaşmıyor.” diyordu.
İmam Hatip Liseli kızımız ise bırakın hafızlık yapmayı, okula dahi gitmek istemiyormuş. Nedenini anne ile birlikte bulmaya çalıştık. Aile içi ortam sorunlu değildi, okulla ilgili ciddi bir sıkıntı da yoktu. Kızımızın hafızlığın kudsiyetini tam olarak kavrayamamış olabileceği ihtimalini düşündük. Fakat buna ikna olamadık. Şakayla karışık: ”Belki de kızcağızın sesi güzel değildir.” dedim. Bu sözüm üzerine annesi: “Sesi güzel olmasına güzel de, sadece R harfini söyleyemiyor” dedi!
Bir düşünün; bir harfi telaffuz edemeyen birinin hafızlığa sıcak bakmaması kadar doğal ne olabilir? Üstelik kendi özellikleriyle barışmanın zor olduğu yeni yetme çağında... Lakin aile bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini sandığı için, kızının hafızlığı istemesine sebep olarak göremiyordu.
Çok şey biliyor olmak veya tahsilli olmak, hatta konunun uzmanı olmak dahi, insanı bu tür hatalara sevkedebiliyor.
Oğlum büluğ çağına geçtiğinde yüzünde sıvanmışçasına sivilceler ve yağ kesecikleri çıktı. Bir müddet bekledik. Birkaç kez bir çare aramayı teklif ettim. Oğlum hiç umursamadı. Bu arada sıkı bir lise eğitimine başlamıştı. Bazen hırçınlaşıyordu. Ben, oğlumun bu tavrında sivilcelerinin de etkisinin olduğunu düşünüyordum. Çünkü kitaplarda da böyle şeyler yazıyordu.
Günün birinde televizyonda bir sağlık programında uzman hekimin sivilceler konulu konuşmasını izledim. Spiker açış cümlesinde “sivilceler önemli bir hastalığın belirtisi olabilir” diyordu.
Programı izledikten sonra kesin kararımı verdim, oğlumu bir punduna getirip mutlaka bir cildiyeciye gösterecektim. Çünkü programa birçok genç telefonla katılmış, sivilcelerinden nasıl etkilendiklerini dile getirmiş ve yardım istemişlerdi.. Oğlumu göz kontrolünün yapılması gereğine inandırıp hastaneye götürdüm. Hemen bitişikte cildiye kliniği de vardı. Çıkışta, “gelmişken şuraya da bir uğrayıverelim” diyerek itiraz etmesini beklemeden apar-topar içeriye girdik. Doktor hanım önce moral soruları sordu. “Kendini yakışıklı buluyor musun?” gibi. Oğlumun sinirlendiğini hissediyordum. Çünkü onun böyle takıntıları yoktu. Nihayetinde doktor hanım “Bu sivilceler çok yoğun, melhemle tedavi edilemez, eğer çok zaruri ise hap kullanmalıyız. Fakat peşinen söyleyeyim, kulanacağımız ilacın yan etkileri...” diyerek başladı, baş ağrısından böbrek ve karaciğer bozukluğuna değin birçok ciddi rahatsızlık saydı. Sadece “Oğlumun sivilcelerini dert eden o değil, benim!” diyebildim. Doktor hanım şaşırmış bir ifadeyle: “O zaman niye çocuğa eziyet ediyorsun?” diyerek çıkıştı.
Sonuçta hem doktora hem oğluma karşı mahçup olmuştum. Demek ki oğlumun gerçeğini anlayamamıştım. O hâlâ sivilceleriyle barışık bir şekilde gençliğini yaşıyor.
Kendini onun yerine koymak
Çocuklarımızı tanımada da bu tür uç noktalara saplanıp kaldığımız oluyor. Onları olduğundan yetenekli ve zeki görme eğilimimiz eğitimlerinin doğru yönlendirilmesine engel olabiliyor. Harika çocuklara sahip olma ütopyası ile kişiler kendindeki birçok eksiklik ve aşağılık kompleksini telafi etmeye çabalıyor. Bunları yaparken tabii ki bu niyetle ve bilinçli yapmıyorlar.
Çözüm için en temel doğru adım şudur: Kendimizi onların yerine koyarak çocuklarımızı anlamaya çabalamak... Onlar dünyaya geldiği andan itibaren birer ipek böceği gibi kendi kozalarını örmeye başlarlar. Kendi dünyalarını kurarlar. Şayet onlara yabancı kalırsak, günün birinde kendimizi onların dünyasından kovulmuş olarak buluveririz.
Gerçek olan şu ki, biz farkında olmasak da onlar kendi istidatları dogrultusunda çevrelerini etkilemeyi becerebilirler. Ebeveynlere bu noktada düşen görev, onlara sağlam ve uygun malzeme temin etmektir. Ki böylece dünyaları sağlam temellere dayansın.
Evlatlarımızla aramızda istenmeyen bir mesafe varsa, yapmamız gereken ilk şey, ne yaptığını görmek yerine neden yaptığını anlaya çalışmak olmalıdır. İkinci adımımız sürekli onları izlemek yerine, önce onlara karşı kendimizi izlemek olmalıdır. Kendi tutarsız veya abartılı yaklaşımımızı düzeltebilirsek, onların dünyasına girme şansımız da artar. Üçüncü önemli unsur ise sevgide ve disiplinde dengeyi sağlayabilmektir. Bunu sağlamak ise en zor olan görevdir. Çünkü birçok gencin temel sorunu, sevgisizlik veya aşırı baskıdır.
Kaynak: Semerkand dergisi, 11/2004
Evlatlarımız bizim gözbebeğimiz. Bu zor ve çetin hayatta, onları kendi ayakları üzerinde durabilen, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilen kişiler olarak yetiştirebilmek için büyük gayret sarfediyoruz. Acaba bu gayretlerimiz onlar için hayra geçer nitelikte mi? Yoksa kaş yapayım derken göz mü çıkarıyoruz?
Yetişkinler yeni nesli değerlendirirken iki farklı yaklaşımla hareket ediyorlar.
Bir kısmı kendi çocukluklarındaki hayat şartlarını, mahrumiyeti, disiplin ve terbiye anlayışını günümüz değerleriyle mukayese ederek, şimdiki neslin çok şanslı olduğuna kanaat getiriyor. İçten içe kendini baskıyla yetiştirenlere kızıyor, şimdiki çocuklara imreniyor.
Böyle düşünenler, şakadan da olsa “şu dünyaya erken gelmişiz, şimdi çocuk olmak varmış” diyorlar. “Biz çocukken bilgisayar yoktu” diyerek saatlerini bilgisayarın başında geçirenlerin sayısı hiç de az değil.
Diğer bir grup yetişkin ise, günümüz çocuklarının onca nimet ve bolluğa rağmen zavallı olduğunu düşünüyor.
Bu acıma hissinin dayanak noktası, şüphesiz onların bu günkü psiko-sosyal ve ahlâkî durumları. İlkokul talebelerinin bile pek çoğunda kameralı cep telefonu var. Yoksul kesim, güçlüklerle de olsa bir yolunu bulup çocuklarının hemen her türlü maddi ihtiyacını karşılayabiliyorlar. Fakat maddi manada “herşeyi” olan bu neslin sadece “kimliği” yok!..
Yeni nesil söz konusu olduğunda ortaya çıkan bu farklı ve zıt yaklaşımları yadırgamamak gerekir. Zira manevi değerleri alt-üst edilen, normalin ve anormalin sınırlarının sık sık yer değiştiği, en uç noktada ne dine ne de vicdana sığmayan görüşlerin, akımların gündemden düşürülmediği, uzaktan kumanda ile zevklerimizin, ihtiyaçlarımızın şekillendirildiği bir dünyada, sisler aleminde, kurtlar sofrasında işimiz gerçekten çok zor!
Olmak istediğini olamıyor, istediğin gibi yaşayamıyorsun. Zamanla nasıl yaşıyorsan öyle düşünmeye başlıyorsun.
Çocukların sorunu kimin sorunu?
Günümüz nesline yönelik bu iki algı, eğitim ve terbiye anlayışının temel belirleyicisi olmakta. Hepimizin müşterek olduğu ciddi eksiklikler ve hatalar olmalı ki, evlatlarımız mutsuz ve doyumsuz.
Çocuklarımızı eğitirken yaptığımız en temel hata onları doğru tanıyamamak ve anlayamamak. Onları kendimizle karıştırdığımız, onların şahsında kendi özlem ve ihtiyaçlarımıza çıkış noktası aradığımız müddetçe onlara yardımcı olamayız. “Ben senin yaşında iken” ile başlayan cümleler ile sadece onları rencide etmiş oluyoruz.
Diğer taraftan bunun tam tersi olan “devir değişti, şimdi zaman bunu gerektiriyor” anlayışı da aynı ölçüde hatalı davranmaya sevk eden bir yaklaşım.
Çocuklarımızın karşı karşıya bulunduğu durumun vehametini anlamak için gazete manşetlerine veya TV programlarına bakmak yeterli. Hemen her gün, anne-baba olarak bizi tedirgin eden haberlerle karşılaşıyoruz. Örneklere bakalım: “Her üç liseli gençten biri sigara tiryakisi.” “Kızlar cinsel özgürlüğü tercih ediyor.” “Uyuşturucu kullanımı çocuklar arasında yaygınlaşıyor.” “Üniversiteli gençler arasında iş ve gelecek kaygısı nedeniyle intihar eğilimi yaygınlaşıyor.”
Bu tarz rahatsız edici haber başlıkları uzayıp gidiyor, her gün bir yenisi daha ekleniyor. Bütün bunların işaret ettiği temel sorun, yetiştirme sorunu. Yani işin büyük kısmı biz yetişkinleri ilgilendiriyor.
Çözüm çok basit de olabilir
Konunun elbette tek tek bireyi aşan tarafları var. Ama bazen çözüm zannettiğimizden daha basit olabiliyor. Mesela çocuğumuzun geleceği için meslek kararı verirken, onların düşündüğümüz işe uygun olup olmadığını iyice tartmamış olabiliriz. Biz onların iyi kimseler olmalarını istiyoruz. Ama onlar için iyi olan bizim kafamızdaki olmayabilir. Bunun faturasının uyumsuzluk ve sonrasında tatminsizlik olacağını akılda tutmak gerekir.
Hanım arkadaşlar sohbet toplantılarında aile ve çocuklarına ilişkin sorunlarını dile getirirler. Bazı özel konuları sorabilmeleri için telefonla da iletişim kurarız. Çok karmaşık sorunlarla karşı karşıyadırlar. Bir anne, “Kızımın hafız olmasını çok istiyorum, ezberi çok iyi. Ama o bir türlü buna yanaşmıyor. Her istediğini yapıyorum, evde bir iş yaptırmıyorum ezber yapsın diye. Ama o buna hiç yanaşmıyor.” diyordu.
İmam Hatip Liseli kızımız ise bırakın hafızlık yapmayı, okula dahi gitmek istemiyormuş. Nedenini anne ile birlikte bulmaya çalıştık. Aile içi ortam sorunlu değildi, okulla ilgili ciddi bir sıkıntı da yoktu. Kızımızın hafızlığın kudsiyetini tam olarak kavrayamamış olabileceği ihtimalini düşündük. Fakat buna ikna olamadık. Şakayla karışık: ”Belki de kızcağızın sesi güzel değildir.” dedim. Bu sözüm üzerine annesi: “Sesi güzel olmasına güzel de, sadece R harfini söyleyemiyor” dedi!
Bir düşünün; bir harfi telaffuz edemeyen birinin hafızlığa sıcak bakmaması kadar doğal ne olabilir? Üstelik kendi özellikleriyle barışmanın zor olduğu yeni yetme çağında... Lakin aile bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini sandığı için, kızının hafızlığı istemesine sebep olarak göremiyordu.
Çok şey biliyor olmak veya tahsilli olmak, hatta konunun uzmanı olmak dahi, insanı bu tür hatalara sevkedebiliyor.
Oğlum büluğ çağına geçtiğinde yüzünde sıvanmışçasına sivilceler ve yağ kesecikleri çıktı. Bir müddet bekledik. Birkaç kez bir çare aramayı teklif ettim. Oğlum hiç umursamadı. Bu arada sıkı bir lise eğitimine başlamıştı. Bazen hırçınlaşıyordu. Ben, oğlumun bu tavrında sivilcelerinin de etkisinin olduğunu düşünüyordum. Çünkü kitaplarda da böyle şeyler yazıyordu.
Günün birinde televizyonda bir sağlık programında uzman hekimin sivilceler konulu konuşmasını izledim. Spiker açış cümlesinde “sivilceler önemli bir hastalığın belirtisi olabilir” diyordu.
Programı izledikten sonra kesin kararımı verdim, oğlumu bir punduna getirip mutlaka bir cildiyeciye gösterecektim. Çünkü programa birçok genç telefonla katılmış, sivilcelerinden nasıl etkilendiklerini dile getirmiş ve yardım istemişlerdi.. Oğlumu göz kontrolünün yapılması gereğine inandırıp hastaneye götürdüm. Hemen bitişikte cildiye kliniği de vardı. Çıkışta, “gelmişken şuraya da bir uğrayıverelim” diyerek itiraz etmesini beklemeden apar-topar içeriye girdik. Doktor hanım önce moral soruları sordu. “Kendini yakışıklı buluyor musun?” gibi. Oğlumun sinirlendiğini hissediyordum. Çünkü onun böyle takıntıları yoktu. Nihayetinde doktor hanım “Bu sivilceler çok yoğun, melhemle tedavi edilemez, eğer çok zaruri ise hap kullanmalıyız. Fakat peşinen söyleyeyim, kulanacağımız ilacın yan etkileri...” diyerek başladı, baş ağrısından böbrek ve karaciğer bozukluğuna değin birçok ciddi rahatsızlık saydı. Sadece “Oğlumun sivilcelerini dert eden o değil, benim!” diyebildim. Doktor hanım şaşırmış bir ifadeyle: “O zaman niye çocuğa eziyet ediyorsun?” diyerek çıkıştı.
Sonuçta hem doktora hem oğluma karşı mahçup olmuştum. Demek ki oğlumun gerçeğini anlayamamıştım. O hâlâ sivilceleriyle barışık bir şekilde gençliğini yaşıyor.
Kendini onun yerine koymak
Çocuklarımızı tanımada da bu tür uç noktalara saplanıp kaldığımız oluyor. Onları olduğundan yetenekli ve zeki görme eğilimimiz eğitimlerinin doğru yönlendirilmesine engel olabiliyor. Harika çocuklara sahip olma ütopyası ile kişiler kendindeki birçok eksiklik ve aşağılık kompleksini telafi etmeye çabalıyor. Bunları yaparken tabii ki bu niyetle ve bilinçli yapmıyorlar.
Çözüm için en temel doğru adım şudur: Kendimizi onların yerine koyarak çocuklarımızı anlamaya çabalamak... Onlar dünyaya geldiği andan itibaren birer ipek böceği gibi kendi kozalarını örmeye başlarlar. Kendi dünyalarını kurarlar. Şayet onlara yabancı kalırsak, günün birinde kendimizi onların dünyasından kovulmuş olarak buluveririz.
Gerçek olan şu ki, biz farkında olmasak da onlar kendi istidatları dogrultusunda çevrelerini etkilemeyi becerebilirler. Ebeveynlere bu noktada düşen görev, onlara sağlam ve uygun malzeme temin etmektir. Ki böylece dünyaları sağlam temellere dayansın.
Evlatlarımızla aramızda istenmeyen bir mesafe varsa, yapmamız gereken ilk şey, ne yaptığını görmek yerine neden yaptığını anlaya çalışmak olmalıdır. İkinci adımımız sürekli onları izlemek yerine, önce onlara karşı kendimizi izlemek olmalıdır. Kendi tutarsız veya abartılı yaklaşımımızı düzeltebilirsek, onların dünyasına girme şansımız da artar. Üçüncü önemli unsur ise sevgide ve disiplinde dengeyi sağlayabilmektir. Bunu sağlamak ise en zor olan görevdir. Çünkü birçok gencin temel sorunu, sevgisizlik veya aşırı baskıdır.
Kaynak: Semerkand dergisi, 11/2004