GÜÇSÜZLERİN, YOKSULLARIN, EZİLMİŞLERİN,
mustaz’afların sembolüdür Bilâl. Sonsuz güce dayandı; güçlülerin, zenginlerin, imparatorların, müstebidlerin sembolü olan efendisi Ümeyye karşısında.
Efendisi Ümeyye, bu güçsüzü, bu yoksulu bulmuştu, ele geçirmişti ya; elinden geleni ardına koymadı. Aç bıraktı Bilâl’i, susuz bıraktı. Boynuna ip taktırdı, sokak sokak dolaştırdı. Bin bir türlü eziyete maruz bıraktı, ezdi ezebildiğince. Kızgın taşlara, kumlara yatırdı. Büyük büyük kaya parçaları koydurdu göğsüne. “Vazgeç inancından!” diyordu, “Lât ve Uzza’ya tap!”
Güçsüzdü Bilâl, yoksuldu, ezilmişti; Ümeyye’nin dediklerini yapsa kurtulacaktı, rahata erecekti.
Reddetti diktatörün isteklerini. Azabı arttı. Gönlü ise gül ve reyhanlardaydı.
Zamanlar geçti. Bilâl’e benzeyenler ve Ümeyye’ye benzeyenler çıktı. Bilâl’ler ve Ümeyye’ler çoğaldı. Doymuyordu Ümeyye kavmi. Yoksulu biraz daha ezmek, güçsüzün canına okumak zevk veriyordu ona. Bilâl’i kurtarmaya gelen Ebu Bekir’den istekleri gitgide artmıştı Ümeyye’nin: Bir köle, hayır onun karısını da, hayır kızını da, hayır iki yüz dinar daha. Doymak bilmiyordu Ümeyye. Daha, diyordu, daha...
Ümeyye’nin çocukları daha diyor, ne kadınla doyarım, ne kızla, madenleri de istiyorum, petrolleri de, çocukları da, çocukların taze vücutlarını da, toprakları da, ülkeleri de, herşeyi, herşeyi istiyorum, güç bende, güçsüz olanın herşeyini istiyorum, kan istiyorum, savaş istiyorum, bahane bulurum ben, ben herşeyin bahanesini bulurum, daha istiyorum.
. . . Şimdi ince bir çığlık sesleniyor, yalvarmıyor, kulak verin diyor. Bir ince çığlık, bir güzel ses haykırıyor gönülden, derinlerden: Birinin suçuyla başkası sorumlu olamaz, hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez, vurmayın masuma, diyor; dinleyin bizi, biz gittiğimiz yerde çocuk öldürmeyiz, kadın öldürmeyiz, kendince ibadetini yapana dokunmayız, ağaçları kesmeyiz, çiçekleri koparmayız, biz böyle öğrendik, doğru olan bu, hangi ülkede kimin çocuğu olursa olsun, masumlara dokunmayız, dokundurtmayız. Bilâl’lerin gerçek sesi bu.
Ümeyye, kendince ibadet eden, değişik inançlara saygılı olan zihniyet değil. Ümeyye, bir komite; diktatörler, Karun’lar, müstebitler ülkesi. Dünyanın pek çok yerine dağılmış bir komitenin, bir cuntanın adı. Boyuna isteyen.
. . . Şimdi içimizi acıtan bir çocuk çığlığı ve Hüseyin Su’nun ifadesiyle bir ana üşümesi ve bir ihtiyarın beli bükülmüş silueti gelip konuk oluyor canımıza. İşte orada insanların düşlerini, umutlarını alıp götürüyorlar.
Başı ya da dişi ağrısa gönlümüzü titreten çocuk, bir ana üşümesinin kucağında, bir babanın buruşmuş ve çatlamış ellerinde, iki damla gözyaşının ucunda, sinek kokan kirpiklerinin altında kimbilir hangi diyara bakmaktadır, şimdi hangi ilahiyi söylüyor yanık sesiyle dertli bir anne dağ başlarında, “Güzel Muhammed’in erinden misin/ Cennet-i âlâya yâr safa geldin” mi diyor, bir şiir mi geliyor dudaklarına, “Ey seçilmiş seçilmiş Mustafa selâm sana/ Ey öğülmüş öğülmüş öğülmüş Muhammed selâm sana” mı diyor Sezai Karakoç gibi, Kaside-i Bürde’den dizeler mi yoksa, ne kalmıştır heybesinde babaların, umuttan ve sonsuz güce dayanmaktan başka bu hırçın rüzgâr altında, sızım sızım.
Çocuklar, en çok çocuklar bakar dururlar uzaktan, tâ uzaktan gözlerimize, bilmem onlar baktıkça iştahımız kaçar mı, birşey takılıp kalır mı boğazımıza, birşey düğümlenir mi, yetimin ve öksüzün ve yoksulun anlamını düşünür müyüz bir kez daha, insan olduğumuzu bir kez daha hatırlar mıyız ve onların da insan olduklarını, cennetten gönderilmiş kokular olduklarını, masum yüzlerinin ve tatlı seslerinin şu anda da bize baktıklarını...
Kudretin, nice zalimi toprağın altına gömdüğünü, oyun içinde oyun çeviren Ümeyye’lerin binlerce, milyonlarca Ümeyye’nin helâk olup gittiğini, güçlerinin bittiğini... tarihler ibretle okutuyor.
Defteri iyi tutulur günlerin.
Hiçbir ayrıntı kaçırılmaz dünya defterinde.
Çocuklar doğru cevap verir.
Çocuklar herşeyi doğru hatırlayacaklar ve bir bir anlatacaklardır ayrıntıları.
Ümeyye’ler istemeseler de.
mustaz’afların sembolüdür Bilâl. Sonsuz güce dayandı; güçlülerin, zenginlerin, imparatorların, müstebidlerin sembolü olan efendisi Ümeyye karşısında.
Efendisi Ümeyye, bu güçsüzü, bu yoksulu bulmuştu, ele geçirmişti ya; elinden geleni ardına koymadı. Aç bıraktı Bilâl’i, susuz bıraktı. Boynuna ip taktırdı, sokak sokak dolaştırdı. Bin bir türlü eziyete maruz bıraktı, ezdi ezebildiğince. Kızgın taşlara, kumlara yatırdı. Büyük büyük kaya parçaları koydurdu göğsüne. “Vazgeç inancından!” diyordu, “Lât ve Uzza’ya tap!”
Güçsüzdü Bilâl, yoksuldu, ezilmişti; Ümeyye’nin dediklerini yapsa kurtulacaktı, rahata erecekti.
Reddetti diktatörün isteklerini. Azabı arttı. Gönlü ise gül ve reyhanlardaydı.
Zamanlar geçti. Bilâl’e benzeyenler ve Ümeyye’ye benzeyenler çıktı. Bilâl’ler ve Ümeyye’ler çoğaldı. Doymuyordu Ümeyye kavmi. Yoksulu biraz daha ezmek, güçsüzün canına okumak zevk veriyordu ona. Bilâl’i kurtarmaya gelen Ebu Bekir’den istekleri gitgide artmıştı Ümeyye’nin: Bir köle, hayır onun karısını da, hayır kızını da, hayır iki yüz dinar daha. Doymak bilmiyordu Ümeyye. Daha, diyordu, daha...
Ümeyye’nin çocukları daha diyor, ne kadınla doyarım, ne kızla, madenleri de istiyorum, petrolleri de, çocukları da, çocukların taze vücutlarını da, toprakları da, ülkeleri de, herşeyi, herşeyi istiyorum, güç bende, güçsüz olanın herşeyini istiyorum, kan istiyorum, savaş istiyorum, bahane bulurum ben, ben herşeyin bahanesini bulurum, daha istiyorum.
. . . Şimdi ince bir çığlık sesleniyor, yalvarmıyor, kulak verin diyor. Bir ince çığlık, bir güzel ses haykırıyor gönülden, derinlerden: Birinin suçuyla başkası sorumlu olamaz, hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez, vurmayın masuma, diyor; dinleyin bizi, biz gittiğimiz yerde çocuk öldürmeyiz, kadın öldürmeyiz, kendince ibadetini yapana dokunmayız, ağaçları kesmeyiz, çiçekleri koparmayız, biz böyle öğrendik, doğru olan bu, hangi ülkede kimin çocuğu olursa olsun, masumlara dokunmayız, dokundurtmayız. Bilâl’lerin gerçek sesi bu.
Ümeyye, kendince ibadet eden, değişik inançlara saygılı olan zihniyet değil. Ümeyye, bir komite; diktatörler, Karun’lar, müstebitler ülkesi. Dünyanın pek çok yerine dağılmış bir komitenin, bir cuntanın adı. Boyuna isteyen.
. . . Şimdi içimizi acıtan bir çocuk çığlığı ve Hüseyin Su’nun ifadesiyle bir ana üşümesi ve bir ihtiyarın beli bükülmüş silueti gelip konuk oluyor canımıza. İşte orada insanların düşlerini, umutlarını alıp götürüyorlar.
Başı ya da dişi ağrısa gönlümüzü titreten çocuk, bir ana üşümesinin kucağında, bir babanın buruşmuş ve çatlamış ellerinde, iki damla gözyaşının ucunda, sinek kokan kirpiklerinin altında kimbilir hangi diyara bakmaktadır, şimdi hangi ilahiyi söylüyor yanık sesiyle dertli bir anne dağ başlarında, “Güzel Muhammed’in erinden misin/ Cennet-i âlâya yâr safa geldin” mi diyor, bir şiir mi geliyor dudaklarına, “Ey seçilmiş seçilmiş Mustafa selâm sana/ Ey öğülmüş öğülmüş öğülmüş Muhammed selâm sana” mı diyor Sezai Karakoç gibi, Kaside-i Bürde’den dizeler mi yoksa, ne kalmıştır heybesinde babaların, umuttan ve sonsuz güce dayanmaktan başka bu hırçın rüzgâr altında, sızım sızım.
Çocuklar, en çok çocuklar bakar dururlar uzaktan, tâ uzaktan gözlerimize, bilmem onlar baktıkça iştahımız kaçar mı, birşey takılıp kalır mı boğazımıza, birşey düğümlenir mi, yetimin ve öksüzün ve yoksulun anlamını düşünür müyüz bir kez daha, insan olduğumuzu bir kez daha hatırlar mıyız ve onların da insan olduklarını, cennetten gönderilmiş kokular olduklarını, masum yüzlerinin ve tatlı seslerinin şu anda da bize baktıklarını...
Kudretin, nice zalimi toprağın altına gömdüğünü, oyun içinde oyun çeviren Ümeyye’lerin binlerce, milyonlarca Ümeyye’nin helâk olup gittiğini, güçlerinin bittiğini... tarihler ibretle okutuyor.
Defteri iyi tutulur günlerin.
Hiçbir ayrıntı kaçırılmaz dünya defterinde.
Çocuklar doğru cevap verir.
Çocuklar herşeyi doğru hatırlayacaklar ve bir bir anlatacaklardır ayrıntıları.
Ümeyye’ler istemeseler de.