Deccal uyarısı ve R. Nur ile hayatım değişti
30 Kasım 2010 / 23:58
Kişisel gelişim uzmanı Dr. Muhammed Bozdağ Risale Haber’e konuştu
Röportaj: Dursun Sivri-Risale Haber
Dr. Muhammed Bozdağ’ın çocukluğundan, lise yıllarına, üniversite dönemine ve yüzlerce baskı yapan çok satanlar arasında yer alan kitapların yazımının yapıldığı mutfağındaki çalışmalarına kadar derin bilgilerini paylaşmak istedik. Hedefimizi belirli ölçüde gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.
Ayrıca düşünce sistematiği, hayat felsefesi, paradigmalarının temellerini, yazarlık serüvenini besleyen “Background” diye de tabir edilen arka planı hakkında çokların merak ettikleri bilgileri bulacaksınız bu yayımlanan söyleşide.
Özellikle hayata bakış açısının, kişisel gelişim konularının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerine önemli tespitler var.
Dr. Muhammed Bozdağ Kimdir?
Trabzon- Akçaabat’ta 1967 yılında doğdu. Kastamonu-İnebolu Yatılı Lisesini birincilikle bitirdi. ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1990 yılında mezun oldu. Yüksek Lisans tezini “TBMM’nin Verimliliği” üzerine tamamladı. Siyaset bilimi alanında hazırladığı doktora tezi 2003 yılında kabul edildi ve “AİHM Yolunda Parti Kapatma ve Laiklik Bölücülük Sorunu” adıyla yayımlandı.
Muhtelif zamanlarda, ABD, Almanya ve Bosna Hersek’te çeşitli çalışmalara katıldı. Kültürlerarası Dosluk Vakfı’nın, Yasama Derneği’nin ve İnsani Değerler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
1995- 2000 yılları arasında binlerce katılımcıya “Hızlı ve Etkin Öğrenme”, “Güzel ve Etkili İletişim” seminerleri düzenledi. Yurt içinde ve yurt dışında seminerler ve konferanslar verdi.
Şiir, deneme ve araştırma türünde yazıları lise yıllarından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı.
“Düşüce Mühendisliği, Yüksek yetenek, Teleterapi, Yüksek Âhlâk, Kişisel Değişim, İstemenin Esrarı” isimleri altında seri radyo konuşmaları yaptı.TRT’de 2005-2006 yıllarında “Sonsuzluk Yolcusu” isimli programı sunarak gençlere; STV’de 2008-2009 yıllarında “Hayat Dersi” isimli programla ailelere hitap etti.
Dr. Muhammed Bozdağ, maddi ve mânevi çalışkanlığı din düşüncesi ile yoğurarak ürettiği hayat bilgeliği felsefesini kitaplarına yansıtıyor. Bu çerçevede 1998 yılından bu yana yayınlanan eserleri sırasıyla (2010 itibariyle)
•Düşün Başar (İlk Baskı Tarihi 1999 Son Baskı Sayısı 168)
•Ruhsal Zekâ (İlk Baskı Tarihi 2000 Son Baskı Sayısı 220)
•İstemenin Esrarı (İlk Baskı Tarihi 2003 Son baskı sayısı 155)
•Sonsuzluk Yolculuğu (İlk Baskı Tarihi 2005 Son Baskı Sayısı 125)
•Sevgi Zekâsı (İlk Baskı Tarihi 2007 Son Baskı sayısı 67)
KÖYLÜ KADINLAR “EVLADIM OKU DA KURTUL” DERLERDİ
Kitaplarınızda işlenen tema, verilen mesaj değerler sistematiği olarak bizim değerlerimiz. Ancak yöntem ve sistematik yaklaşımda özgün bir fark var. Bu farklı tarz farklı bir hayat felsefesine geliş öyküsü nasıl gelişti? Hayatınızda önemli dönüm noktası sayılabilecek değişim ne zaman, nasıl oldu?
Çocukluk yıllarında özellikle bayramlar hakikaten benim bayram günümdü. Bayramları nispeten yeni elbiselerle, güler yüzlerle, güzel kokularla, cami avlularındaki oyunlarla hatırlarım. Fakat hem tarla işlerimizin yoğunluğu hem de yaşadığım bir olay nedeniyle camiyle bağlantım koptu. İlk ve ortaokulu köyümde bitirdim. Eğitimimi sürdürmeyi çok istesem da maddi imkansızlıkların etkisiyle ortaokuldan sonra bir yıl okuyamadım.
Uzaktaki mahallemize inekler için yiyecek almaya gelen köylü kadınlar yollarda karşıma çıkar, durumuma acınır ve her defasında, “evladım oku da kurtul” derlerdi. Belki de bu tür telkin ve duaların da katkısıyla okumayı çok istiyor, bunun için çok dua ediyordum. Fakir ve sorunlu bir aileydik. Hayatımın tarlalarla inekler arasında böylesi bir güçlükle geçmesini istemiyordum.
ÇÖPTE BİR KİTAP BULDUM VE EVE GETİRDİM
Kitap alacak param yoktu, ama nerede bir kağıt parçası görsem, içinde yararlı bir bilgi bulabileceğim zannıyla alır, biriktirirdim. Böyle bir hayat içindeyken, hatırladığım kadarıyla mahallemizin çöplerinin atıldığı orman içindeki bir hendekte bir kitap buldum ve eve getirip bir köşeye bıraktım. Bir akşam tarladan yorgun eve geldim. Toprak evin odun ateşi yakılmış. Tutuşmak üzere olan çalılara gözüm değince üzerinde alevlerin henüz dokunduğu kitabı fark ettim. Fırlayıp kitabı kurtardım. Meğer o çöplerin arasından bulduğum kitapmış, dikkatsizlikle ateşe atılmış. Kitabın bir tarafını fare kemirmiş, diğer tarafı da biraz yanmış. Kitabın adını net hatırlıyorum. Yazarı Fatih Dersiamlarından H.H. Muhammed Akfırat ve adı “Kıyamet Alametleri.”
DECCAL GELECEK VE ONA TAPACAKSIN!
Bundan sonra ortaokul bitti, bir yıl aradan sonra, muhtemelen okul öğretmenlerinin ikna etmesiyle babamın iznini alarak girdiğim yatılı okul sınavını kazandım ve İnebolu’da liseye başladım. Hatırladığım kadarıyla lise ikinci sınıfta olacak, muhtemelen şubat tatili esnasında köye döndüğüm zaman bu kitabı bir gece sabaha kadar okudum. Kitapta öğrendiğim her bilgi beni ürpertti. Kitapta, “Seksen küsur sene Allah’a ibadet edeceksin, sonra Deccal gelecek ve ona tapacaksın. Bir anda müşrik olacaksın” anlamına gelen ifadeler bana korkunç göründü. “Eyvah!” dedim “Ben Deccal çağına düşer de Allah yerine başka şeyleri ilahlaştırırsam halim ne olacak. Bizim zamanımıza rastlarsa biz mahvolduk. Napacağız?’ diye kara kara düşünmeye başladım. Bundan sonra kalbimde bir arayış başladı.
DECCAL ÇAĞININ GELİP GEÇMEDİĞİNİ NEREDEN BİLİYORSUN?
Risale-i Nur’la tanışmam öncesi gördüğüm bir rüya beni çok etkiledi
İnebolu yatılı lisesinde benimle yakından ilgilenen bir arkadaşla samimi olmuştuk. Bir gün ona “Ya biz ölmeden Deccal çağı gelirse ne yapacağız?” anlamında bir soru sordum. O da “Deccal çağının gelmediğini –ya da gelip geçmediğini- nereden biliyorsun?”’ dedi. Bu benim için şok edici bir cevaptı. Bu arada bir bilgi aktarayım. Bu sorudan sonra olmalı -çok iyi hatırlamıyorum zamanını- bir rüya görmüştüm. Rüyada; uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Yolculukta şehirlerden şehirlere geçiyoruz. Şehirlerin kale kapısı gibi kemerli girişleri var. O girişlerin üzerinde kocaman yazılar görünüyor. Şu an zihnimde levha olarak canlanabilen o manzara içerisinde bir girişte “Asa-yı Musa” bir diğerinde “Mesnevi-i Nuriye” yazılarını hatırlıyorum.
O arkadaşıma dedim ki, “Ben yanına geleceğim, bana verdiğin bu cevabı açıklayacaksın.” Çat kapı ziyaretine gittim bir hafta sonu. Orada öğrenci arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Uzatmayalım. Arkadaşın evde işleri vardı ve işlerini bitirip gelmesi çok uzun sürdü. Ben de sabırsızlıkla bekliyorum, konuşacağım, sorularımı soracağım diye. Beklerken çevreye, duvarlara bakıyorum. Duvarlarda büyük resimli grafiklerle bir şeyler anlatmaya çalışan levhalar var. Levhalardaki yazıların karakter yapısının rüyada gördüklerime benzemesi dikkatimi çekti.
Duvarda “İnsan bir yolcudur. Yolculuk ise âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, dünyadan, kabirden, berzahtan, sırattan geçen bir uzun sefer-i imtihandır” yazdığını hatırlıyorum. Yazı stilinin ilginçliği dikkatimi çekti ve bunu bir yerden görmüş olmalıyım diye düşündüm. Sonra masanın üzerindeki kitapları fark ettim. “Asa-yı Musa” ve de “Mesnevi Nuriye.” İlk kez gördüğüm bu kitapları tanıdık bulmama şaşırdım. Rüyayla o kitapları sonradan ilişkilendirdim.
SÖZLERİ DEFALARCA OKUMUŞUMDUR BEŞ-ALTI FARKLI KALEMLE ALTINI ÇİZMİŞİMDİR
Derken arkadaş işlerini tamamlayıp geldi. O kitaplardan benim için soruma cevap olacak şok edici paragraflar okudu. O gün, hayatımın en derin sorgulamalarından birine başladım. Bundan bir süre önce de beni Rasim Sürav isimli bir esnafla tanıştırmışlardı. Güler yüzlü, mütevazı, muhterem bir insandı. Yarım saat bana bir şeyler anlatmış ve ben hiç bir şey anlamamıştım. Çok farklı bir dil kullanıyordu. Bizim lisede kullandığımız dil, öz Türkçenin hâkim olduğu bir dildi. Merhum babam bile ortaokuldan edindiğim sınav, kanıt, kuşku, tümce gibi kelimelerimi anlamaz, dilim yüzünden bana kızardı. Şimdi ben Rasim Sürav’ın Türkçe’sini anlayamıyordum. Fakat kalbindeki samimiyetini hissetmiştim. Arkadaşımla aktardığım görüşmemden sonra Rasim bey, bana bir kitap hediye etti. Kitabın adı, Sözler. Defalarca okumuşumdur o kitabı. Halen durur. Belki beş-altı farklı kalemle altını çizmişimdir. Sonrasında merhum Salih Uğurtan gibi çok ihlaslı, çok maneviyatlı kimselerle tanıştım, sohbetlerinde bulundum.
OKUL BAŞARISINA VE ZEK AÇILMASINA “SÖZLER”İN ETKİSİ
Birinci sınıfta zar zor teşekkür belgesi almıştım. İkinci sınıfta takdir noktasına yükseldim. Sözler’i okumaya başladığımdan beri bende çok enteresan bir zekâ açılması oldu. O sırada bir-iki öğretmen benim ders dışı kitapları okumaya başladığımı öğrendiler. “Sen üniversiteyi kazanacaksın, böyle şeylerle kafanı karıştırma, başarısız olursun” diyerek beni caydırmaya çalıştılar.
Sözler’i okumaya başlamam, namaza yeniden başlamama sebep oldu. Hatırlıyorum, Yatılı Liseye geldiğim ilk gün belletmen öğretmene “Mescid var mı?” diye sordum. “Mescid yok” cevabını aldım. Abdest aldım, kuzeye doğru dönmüşüm namaz için… O tek vakit akşam namazının devamı gelmemişti. Sonraki aylarda bazen namazı hatırlasam da, derslerin yoğunluğunu, zamansızlığı bahane eder, vicdanımı sustururdum.
NAMAZA BAŞLAYINCA ZAMANIMIN ARTMASINA ŞAŞIRDIM
Sözler bana çok tatlı bir manevi zevk verdi. Namaz kılmayış bahanelerimi düşündüm. Sabah karanlığında etüde kaldırıyorduk ve ben pekala yarım saat önce kalkabilirdim. Öğleyin bir saat yemek kuyruğunda bekliyorduk ve ben pekala önce namaz kılıp sonra yiyebilirdim. Teneffüslerde bahçede oyalanıyorduk, pekala gidip birkaç dakikada ikindimi kılabilirdim. Namaza başlayınca zamanımın artmasına, daha dolu, canlı ve verimli hale geldiğime şaşırdım. Önceleri namaz yerimiz yoktu. Uzun koridorun sonunda keşfettiğim kullanılmayan boş bir duş odasına seccademi serer, namazımı kılar, Sözler’i okurdum. Orası soğuktu, tir tir titriyordum.
Sonra bulunduğumuz kattaki yatakhanenin koridorunun sonunda koğuş dediğimiz sadece demir ranzaların bulunduğu boş bir oda bulduk. Sonradan ranzaları oradan kaldırdılar. Çıplak beton, kışın buz gibi de soğuk. Biz orada birkaç liseli namaz kılmaya başlayınca bazı yatılı ortaokul öğrencileri de bize katıldılar. Bu arada müdür ağır bir hastalığa yakalandı. Kimse de itiraz etmeyince, biz orasını fiilen mescide dönüştürmüş olduk.
DONDURUCU SOĞUKTA ABDEST ALIYORLARDI ELLERİ YÜZLERİ ÇATLARDI
Bu olay kaç yıllarında oldu?
1982-83 yılarında.
Biraz da 12 Eylül 1980 ihtilal döneminin olumsuz etkileri olmuş olabilir mi mescidler konusunda?
12 Eylül döneminin gençleri son sınıflarda okuyordu… Ben okulda ilk namazı kıldığım zaman koğuşları denetleyen bazı lise son sınıf öğrencileri bana çattılar. Kapıdan bakınca beni namaz oturuşunda gördüler. Sırtım kapıya dönük. “Burada namaz kılıyorlar!..”’ diye birisi bağırdı. Öteki de arkamdan seslendi; “Namaz kılacaksan imam-hatip lisesine gitseydin ne işin var burada?” Ben namazı bitirdiğimde gitmişlerdi, yüzlerini görmedim.
Namazı düzenli kıldığım dönemde, bizimle aynı binada kalan kimi ortaokul öğrencilerini hatırlıyorum. Kışta, dondurucu soğukta abdest alıyorlardı. Elleri yüzleri çatlardı. Sabahın şiddetli soğuğuna rağmen abdest alıp namazlarını kılarlardı. “Sizin kılmanız şart değil” dediğimi hatırlıyorum. Sonra o öğrencilerden birisi bana Peygamberimizi (asm) rüyasında gördüğünü anlattı. Üzerlerindeki manevi takdiri hissettim ve sustum. O gençlerin namaz konusundaki içtenliklerinden çok etkileniyordum. Bu arada beni de bilgili biri sanarak bana yoğun şekilde çeşitli sorular soruyorlardı. Oysa aslında cahildim.
SÖZLER’İ AÇIP RASTGELE OKUDUĞUM YER, O SORUNUN CEVABI OLUYORDU
Ne tür sorular soruyorlardı?
Dünyaya neden geldik? Cennet nasıldır? Allah nasıldır? gibi dini odaklı sorulardı.
Bu soruların cevabını kendim de bilmiyordum. Fakat –o zamanki samimiyetimin kerameti olsa gerek- bana bir soru soruluyorsa ya da kafama bir şey takılıyorsa, Sözler’i açıp rastgele okuduğum yer, o sorunun cevabı oluyor veya cevaba ışık tutuyordu. Dilim çözüldü sanki. Artık soru sorulduğu zaman mantıklı cevap verebilecek bir insan pozisyonuna geldim.
Sonra imamlık bilmediğim halde mevcut şartların mecburiyetinden gençlere imamlık yapmaya başladım. Böyle enteresan bir süreçte derslerimizde başarımız arttı.
CUMA NEDENİYLE GECİKTİĞİMİ BİLEN ÖĞRETMEN AŞAĞILAMAYA HAZIR BAKIŞINI FARK ETTİM
O zor şartlarda namaza duyduğumuz özlemi şimdi özlüyorum. Allah’a bağlı hissetmek o gurbette bizim en büyük tesellimizdi. Cuma namazına yetişmek için şiddetle gayret ederdik. Abdestimizi bir önceki teneffüs arasında alır, zil çalar çalmaz dışarı fırlar, okulun çevreleyen çitlerin üzerinden atlar, taş örülü sokaklardan takır takır sesler çıkartarak camiye koşardık.
Okul yönetimi bir pazartesi bizi topladı ve derslerimizin bir saat ileri kaydırıldığını duyurdu. “Artık Cuma namazına yetişemeyeceğiz” diye ağladık. Ertesi Cuma gelmeden durumu düzelttiler. Yıllar sonra imam hatipli bir arkadaştan öğrendim. “Sizin yüzünüzden cumaları yarım saat geç kılardık” dedi. Nedenini sordum. Müfti efendi liseli çocukların namaza yetişmeye koştuklarını öğrendiği için vaazını uzatırmış. Öğrencilik hayatımda bir kere Cuma dönüşü derse geç kaldım. Cuma sonrasındaki ilk ders olan Türkçenin öğretmeni inançsızdı ve sık sık Müslümanlıkla alay ederdi. Okula nefes nefese geldiğimde zil çalmış herkes içeriye girmişti. Koridorda kalakaldım. Tam o esnada mescit açılmasına izin vermediğini düşündüğümüz ve hastalığı nedeniyle koltuk değneğine dayandığını hatırladığım müdür beni gördü. Sert bir bakışla koridorda ne yaptığımı sordu. Korkudan lafı geveledim. Israr edince Cuma çıkışı derse yetişemediğimi söyledim. Müdür hiç ummadığım şekilde yumuşadı, beni odasına çağırdı, asla beklemediğim şekilde bir izin kağıdı doldurdu, “sınıfa bununla gir” dedi.
Sınıfa girdiğimde, Cuma nedeniyle geciktiğimi bilen Türkçe öğretmeninin beni herkesin huzurunda aşağılamaya ve azarlamaya hazır alaycı bakışını fark ettim. Kağıdı masasının üzerine bırakıp yerime oturdum. Üzerindeki notu okuyunca kıpkırmızı yüzüyle dondu kaldı ve bana tek kelime kötü söz söyleyemedi.
Burada ciddi bir değişim yaşadığım çok belirgin. Ben yaşadığım bütün bu değişimin arkasında Sözler’in imanımı ve dinime bağlılığımı arttırmasından daha önemli bir etken göremiyorum.
BILDIRCININ BOYNUNU DİŞLERİMLE KOPARACAK KADAR ACIMASIZDIM
Üniversite yıllarınızda Risale-i Nur külliyatını birkaç kere baştan sona okumuşsunuz. Hayatınızda derin etkileri oldu mu? Yansımaları nasıl Oldu?
Üniversitede ailem, kimliğim, hayattaki yerim konusunda daha bir bilinçlendim. Bir yandan da hassaslaştım. Köydeyken, avladığım bıldırcının boynunu dişlerimle koparacak kadar acımasızdım. Lisede Risaleleri okumaya başladıktan sonra köye gittim, merhum babamın tüfeğiyle ava çıktım. Hangi kuşa doğrulttuysam tetiği çekemedim. Üniversitede bir sineği öldüremiyordum. Oysa köyde lastik teli uzatıp nişan alarak uçan sinekleri avlar, eğlenirdim. Şimdi de evimde bir örümcek görsem öldürmeden dışarıya atmaya çalışırım. Bu hassasiyeti başka nereden kazanabilirim?
Diğer yandan Risale-i Nur’daki ilahi nitelik taşıyan terimlerin, ibarelerin oluşturduğu bir halet-i ruhiye vardır. Risaleleri ihlasla ve düzenli okursanız bir süre sonra o halet-i ruhiye sizi kuşatır. Burada en önemli mesele Risalelerin amaç değil araç olarak tutulmasıdır. Amaç her zaman Allah ve Kur’an olduğu sürece bu olumlu ufukta durursunuz. Yoksa amaç Risaleler olursa ihlas kaybolur bence. Eğer o terimlerin anlamları sizin iç dünyanızda canlanmazsa o duygu iklimini algılayamazsınız. Algılayamadığınız için de sıkılabilirsiniz. Ancak o iklimi algıladığınız zaman kendinizi çok huzurlu hissedersiniz.
Açılım aşaması diyebilir miyiz?
Keşif denilebilir. İmani inceliklere dair keşiflerde bulunursunuz. O keşifler sizi heyecanlandırır. Benim o süreçte, ihlâsı yaşayabildiğim zamanlarda bir kısım manevi algılar söz konusu olmuştur. İhlâsı kaybettiğim zamanlarda kaybettiğim şeylerdir bunlar.
ÖLÜMÜ GÜNEŞE BENZETMEK İSTİYORUM
Bunların, yani keşiflerin yansımaları nasıl oluyordu? O vicdani bir hal olarak mıdır? Dıştan bunların size yansıması, yani ihlâslı halin yansımasıyla bunun aksi durumdaki yansıması nasıl oluyordu? Bunu nasıl ifade edebilirsiniz?
İhlâsı güçlü bir şekilde hissedebilmemiz için ölüm hakikatini bir güneş gibi hayatımızın üzerinde tutmamız gerekiyor. Ölümü, hayatın faniliğini, yakında bu dünyadan ayrılacağımızı, burada bir misafir olduğumuzu derinden idrak etmemiz gerekiyor. Bunu kalbinizle idrak etmeniz gerekiyor, sadece aklınızla idrak yetmez. Kalbinizle idrak ettiğiniz zaman hayatınız önünde ve arkasında iki duvarın olduğu daracık şimdi dünyasının dışına çıkar, çok geniş bir hayat okyanusuna açılırsınız. İçerisinde ta cennete kadar uzanan bir sonsuzluk ufku vardır. Geçmişi ve geleceği bir arada görürsünüz. Aksi takdirde salt akıl feneri ile baktığınız zaman gecenin zifiri karanlığına mum ışığı ile bakıp, hayatı kavramaya çalışan bir insanın daracık gözlüğü ile algılarsınız kendinizi. Ölümü güneşe benzetmek istiyorum burada. Güneşin gözüyle hayatınıza bakarsanız, misafirliğinizi görüyorsunuz, ruhaniyetinizi görüyorsunuz, melekleri algılıyorsunuz, hem omuzlarınızdaki melekleri hem eğer büyük bir ders yapıyorsanız o dersinize tanıklık eden melekeleri algılıyorsunuz. Bütün yaptıklarınızın kaydedildiğini algılıyorsunuz. Berzah hayatınız canlanıyor zihninizde. Bütün bunları idrak etmenin verdiği bir özel halet-i ruhiye içerisinde yaşıyorsunuz.
ÜNİVERSİTEYE BAŞLADIKTAN SONRA BİR GÜN MANEVİYATIMIN PARAMPARÇA OLDUĞUNU HİSSETTİM
Bu özel halet-i ruhiye çok önemli…
Bu özel halet-i ruhiye içerisine çok derin bir şekilde bir döneme girdim. Ankara’ya ilk geldiğim zaman. Yoğun olarak Risale okudum. Sokak hayatından kendimi tecrit ettiğim dönemdi. İmandan kaynaklanan ve muhteşem lezzeti olan bir halet-i ruhiye idi bu. Fakat üniversiteye kaydolmak üzere kampüse gittiğim zaman orada gençleri çok uygunsuz pozisyonlarda görünce inanılmaz bir keskinlikte adeta kalbim hançerlenircesine bu kutsal duyguyu bana hissettiren lâtifelerimin bir anda kesildiğini, söndüğünü hissettim.
Üniversiteye başladıktan sonra bir gün maneviyatımın paramparça olduğunu hissettim. Akşam okuldan döndüğümde bütün o lezzetleri kaybettiğimi algıladım.
Dolayısıyla buradan şunu çıkarmak mümkündür: İnsanın gözlerine hâkim olması, kalbine hâkim olması, duyduklarına, algıladıklarına hâkim olması son derece önemlidir.
Şunu da görmek lazım; biz bu zamandaki dehşetli kıyamet asrının insanlarıyız. Günahlardan tamamen sıyrılabilmiş bir hayat yaşayamıyoruz. Bugün sosyal hayatta yaşıyorsanız o manevi iklimi o melekleri bile algıladığınız çok üstün manevi iklimi yaşamayı beklemeyin. Ümidiniz de kırılmasın. Bediüzzaman’ın söylediği gibi bu zamanda farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen inşallah kurtulur. Çünkü, buyrulduğu üzere ahirzamanda dini hakkıyla yaşamak avuç içinde kor ateş tutmak gibi zorlaşıyor. Bu zorluklara rağmen kendisini büyük günahlardan koruyabilen kahramandır.
Benim geçmişte yaşadığım keşif halleri şükretmem gereken ilahi bir lütuftu. Bundan sonraki süreçte de ne zaman inzivaya çekildiysem, bir tür manevi odaklanmaya çekildiysem az çok benzer bir duygu iklimine girdiğimi söyleyebilirim. Diyebilirim ki ne zaman Risale-i Nur aracılığıyla Kur’an’ı anlamaya ciddi bir şekilde odaklanmışsam enteresan rüyalar görmüşümdür. Orada bir maneviyat olduğunu görmüşümdür. Örneğin bir keresinde gökyüzünün bir kısmını kuşatmış bir ay, bir ışık gördüğümü, risale okuduğumuz gençlerle hep beraber dağlara tırmanıp o ışığa ulaşmaya çalıştığımızı hatırlarım. Burada rüyaları anlatmayayım ama bu tarz manevi algılar, yaptığım şeyin arkasında gerçekten ilahi bir lütuf, manevi bir destek olduğunu bana algılatmıştır diyebilirim.
DENGEYE ULAŞMAMDA EN ÖNCELİKLİ YARDIMCIM HASTALIKLARIM OLDU
Bu arada çevre ile olan münasebetlerinizde bu dengeyi nasıl kurdunuz? Mesela, münzevi olduğunuz zaman güzel bir manevi atmosfer ve haz veren manevi lezzet-i ruhaniye veren bir hal. Ama bu dünyada yaşıyorsunuz, bu çevrede yaşıyorsunuz, iş hayatınız var, öğrencilik hayatı gibi çevre ile ilgili münasebetleri bu hali bir dengede tutma noktasında bir stratejiniz oldu mu? Ya da şu anda oluyor mu?
Dünyaya kapılırsanız dünya giderek kendini sevdirir ve kalbinizi ele geçirir. Doğru dengeyi arıyorsanız ne dünyayı terk etmeli ve ne de dünyaya tapmalısınız. Ben de dünya ahiret arasında gidip gelen bir insanım. İnsan israftan ve gereksiz, şükürsüz zevklerden kaçarak, helal dairesinde tutunup şükre ve zikre sarılarak dünya ahiret dengesini koruyabilir. Ya da bunu yapamayana hastalık bir ilahi yardım olabilir. Benim dengeye ulaşmamda en öncelikli yardımcım hastalıklarım oldu. Baş ağrısı, yorgunluk yaşayan bir insandım ve hastalık kalbime çok fazla dünya zevklerinin girmesini önleyebiliyordu.
Hasta olmanız sizin için nimet olmuş demek ki?
Hastalık çok şükür ki bana çok değerler kazandırmış ve beni nefsimin birçok tuzağından korumuştur. Şimdi ben bir taraftan hastalık nedeni ile yeri gelince inliyorum ama çok defa iyileştiğim zaman üzüldüğüm de oluyor. Çok defa bir taraftan şifayı dilerken bir taraftan da iyileşirsem bu manevi dengeyi kaybedeceğim diye endişe ediyorum. Dünya ile ahiretin ortasında bir yerde duruş iklimini yitireceğim endişesini yaşadığım olmuştur.
Bugünkü sosyal hayata ne kadar girerseniz, ne kadar çeşit çeşit insanlarla hemhal olursanız, maneviyatınızı o kadar kaybetmeyi göze almalısınız. Ebedi kurtuluş istiyorsanız bir şekilde kalbinizin sürekli Allah ile birlikte olmasını sağlamanız gerekiyor. Hastalığın inlettiği insan Allah’a ihtiyacını daha iyi anlıyor ve Allah’ı daha çok hatırlıyor, daha çok yalvarıyor. Biz bu zikre sağlıklıyken tam tutunabilsek hastalığın yardımına ihtiyacımız olmazdı.
HESABA ÇEKİLECEĞİNİZİ UNUTMAKSIZIN YAŞAMAYI BAŞARMANIZ GEREKİYOR
Sosyal hayatın gerçeğinden kaynaklanan tahribatı bir nevi tamir etmeye, telafi etmeye yönelik his ve halde yaşamak için ne yapmak gerekir?
Dünya hayatının, zevklerinin geçiciliğini, yalancılığını akılda tutmayı, her yaptığınızın helalliğinden ve şükründen hesaba çekileceğinizi unutmaksızın yaşamayı başarmanız gerekiyor. Sosyal hayatta her şey sizi dünyaya çağırıyor. Yani güzel insanları görüyorsunuz, meftun oluyorsunuz. Mal mülk sahibi, şatafat sahibi insanları görüyorsunuz özeniyorsunuz. Siz de dünyada yükselmek istiyorsunuz. Servetiniz olsun, şöhretiniz olsun, güzellikler sizin olsun, saltanatınız olsun istiyorsunuz. İnternet, televizyonlar, şatafatlı alışveriş merkezleri, muhteşem şehirler, inanılmaz eğlenceler… Batı medeniyetinin parıltısına bulaşmadığı izbe beldelerde durum farklı olabilir. Lakin dünya hayatı insanlık için, hele de parası olanlar için hiç bu kadar süslenmemiş, hiç bu denli ayartıcı, bu derece ölümü unutturucu olmamıştı. Oysa öbür taraftan dünyada daimi kalıcı değil fanisiniz. Dünya adına kazandığınız her şeyi bırakıp gideceksiniz. Tıpkı ilk insanlar gibiniz.
AHİRZAMANIN SOKAKLARINDA YAŞIYORSANIZ DÜŞMEMENİZ MÜMKÜN DEĞİL
Yani diyorsunuz ki fazla dünyevileşince mânevi irtifa kaybı oluyor
İrtifa kaybı oluyor. Çok ciddi şekilde çöküyorsunuz bu sefer. Ben defalarca çöktüm. Defalarca maneviyat olarak çöktüm. O tokadı yiyorsunuz, acılar çekiyorsunuz, sıfırdan bir daha başlıyorsunuz. Şunu söylemek lazım, ahirzamanın sokaklarında yaşıyorsanız düşmemeniz mümkün değil. Bir çocuk gibi yaşıyoruz biz. Cennet iklimine ulaşmaya çalışırken, yürümeye çalışan, düşüp kalkan bir çocuk gibi düşüp kalkacağız.
İrtifa kaybı, mânevi çöküş diye tanımlamaya çalıştığınız durum temel değerlerin, temel inancın sınırlarını taşmamıştır belki. O sınırlar içinde, dinin kabul ettiği sınırlar içinde kaldığınızı düşünüyorum. Yani biz irtifa kaybettiğimiz zaman o sınırların dışına çıktığımızı anlamıyoruz. Ama belki bir mertebe iniş çıkışıdır.
Hamdolsun, içki, kumar gibi şeylere hiç bulaşmadım. Allah hepimizi korusun ve düşenleri de kurtarsın. Ama yalan söyledim, gıybet yaptım, imanımın derinliğini ve ihlası istikrarla koruyamadım, namazlarımı aksattığım zamanlarım oldu. Yani Allah’a olan yakınlığım değişkenlik gösterdi. Zaman oldu, ilahi yakınlıktan gözlerimden yaşlar aktı, zaman oldu, kalbim kaskatı kesildi. Belli bir anda Allah’ın seni ne kadar sevdiğini sorgulamak istersen, kalbine bak. Sen Allah’ı ne kadar seviyorsun? Bir an da Allah’ın sana ne kadar yakın olduğunu -Allah şah damarımızdan yakın bize de- O’nun yakınlığının senin üzerindeki tesirini ne kadar hissettiğini algılamak istersen, kalbini Allah’a ne kadar yakın hissettiğine bakman lazım. En üstün derece insanın kalbini her zaman Allah ile beraber hissetmesidir.
RİSALE-İ NUR ÇOK GÜÇLÜ BİR “TEFEKKÜR SİSTEMATİĞİ” SUNUYOR
Ona Marifetullah diyebilir miyiz? Marifetullah’ta gayret gösterme veya mesafe alma...
Marifetullah’ın ucundaki Muhabbetullah’tır esas mesele.
Muhabbetullah’a merdiven olması, tekâmül süreci olarak Marifetullah’tan geçiş diyebilir miyiz?
Marifetullah’tan geçiyorsunuz tabii ki… Marifetullah’tan değişik şekillerde geçersiniz. İslam tarihinde bu konuda her biri de hedefe ulaştıran değişik yollar olmuştur. Üstad’ın bu konudaki “acz, fakr, şefkat, tefekkür” mesleğini hatırlayalım. Önce tefekkürle Marifetullah’ta ilerliyorsunuz. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, kendisinin varlık delillerine dair pek çok örnek verir. Gökyüzüne bakmamızı ister, yeryüzüne bakmamızı ister, yıldızlara bakmamızı ister, yağmura bakmamızı ister, ölü toprağı nasıl canlandırdığını görmemizi ister. Yeryüzünde gezinmemizi ister, hayvanlara bakmamızı ister. Düşünen topluluklar için her şeyde Allah’ın varlığına deliller olduğunu, ibretler olduğunu ifade buyurur. Bu bir taraftır. Yani Allah’ın şe’ni, Allah’ın yaratışı, Allah’ın icraatı, her an devam etmekte olan icraatı üzerinden Allah’ı anlamaya davettir. Öbür taraftan Kur’an-ı Kerim’de esmasını bildirir bize. Esmasından örnekler verir. Esması üzerinden, Allah’ın sıfatları üzerinden, vasıfları üzerinden Allah’ı daha iyi anlamaya bizleri davet eder.
Risale-i Nur ekseninden yola çıkarsak eğer, Risale-i Nur bize çok güçlü bir tefekkür malzemesinin yanı sıra daha önemlisi “tefekkür sistematiği” sunuyor.
Tefekkür sistematiği dediniz nasıl yani?
Evet. Düşüneceksin ama nasıl düşüneceksin? Bakacaksın ama nasıl bakacaksın?
YENİ MALZEMELERLE TEFEKKÜR SİSTEMATİĞİNİ GELİŞTİREBİLİRİZ
Bir farkındalık kazandırması denilebilir mi?
Doğru söylediniz. Yani, Allah’a ulaştıran bir tefekküre tutunacaksın da nasıl? Mesela bir Ayet-el Kübra bakışı var. Bir Ayet-el Kübra bakışı ile nasıl bakacaksınız? Veya Otuzuncu Lem’a Esma-i Hüsna bakışı ile nasıl bakacaksınız? Bunların malzemelerini veriyor Risale-i Nur. Dolayısıyla siz bilim-teknik ile ilgili, doğa ile ilgili, hayvanların hayatı ile ilgili veya okuduğunuz fenlerle ilgili herhangi bir konuyu incelerken o tefekkür sistematiği ile yepyeni dünyalara girmeyi başarıyorsunuz.
Şimdi burada tefekkürle ve tefekkür sistematiği ile yeni malzemeler de edinerek düşünmek gerekiyor. Risale-i Nur’daki malzemelerle de yetinmemek gerekir. Bu konuda cüretkâr konuşacağım, Risale-i Nur’daki tefekkür malzemelerinin bir kısım verileri Üstad’ın zamanındaki malzemelerdir genel olarak. O zamandan beri araştırmacılar milyonlarca yeni veriler elde ettiler âleme dair, canlılara dair, cansızların işleyişine dair. Yeni malzemelerle tefekkür sistematiğini geliştirebiliriz. Teknik buluşlar geliştikçe yeni tefekkür malzemeleri de ortaya çıkıyor.
BEDİÜZZAMAN DÜNYANIN NİMETLERİNİ BOLCA TATMIŞ OLSA İDİ…
Bilim ve teknik boyutuyla oldu. Şimdi de sosyal bilimler boyutuyla sanki şerh ve izah kabilinden, kitaplarınızı bu noktada nasıl değerlendirilebilirsiniz?
Risalelerin bilim ve akademi dünyası tarafından sistematik şekilde izahları ve tanzimleri kabilinden son yıllarda yapılan uluslararası çaptaki çalışmalar çok önemlidir. Bu çalışmaları topluma taşıyacak bir üslüpla da yapılandırmak gerekir. Ben böyle bir iddiada olmadım, ama bu anlamla az da olsa ilişkim bulunduğu söylenebilir.
Risale-i Nur İslam’ın her konusuna değil, iman meselelerini günümüz mantalitesine ders vermeye odaklanmış. Anlatımında sistem endişesi yok. Her yaştan ve her eğitimden insana temel iman meselelerini hemen her okuyuşta telkin etmeyi ve kavratmayı hedeflemiş. Bu anlatımların sistematikleştirilmesi, çağımızın sistematik eğitime alışkın zihinlerine ulaşmayı kolaylaştırır. Bu çalışmaların yapılması ayrı bir konu.
Burada önceki konuma döneyim: Sözünü ettiğim tefekkürle siz Marifetullah’a ulaşıyorsunuz. O Marifetullah’ı Muhabbetullah’a dönüştürebilmeniz için “acz, fakr, şefkat” üçlüsünü de dâhil etmeniz gerekiyor gönül dünyanıza. Aczimi ve fakrımı algılamam için, bana hastalık yardımcı olmuştur. Size de çabalarınız, zikriniz, gözlemleriniz yardımcı olabilir. Üstad’ın o uzlet hayatı, o yalnızlık hayatı, uğradığı işkenceler, çektiği ortamı düşünelim… Belki O, dünyanın nimetlerini bolca tatmış olsa idi, çoluk çocuğuyla, malıyla, makamıyla, şöhretiyle, alkışıyla, takdiri ile tatmış olsaydı belki ilahi muhabbeti bu derece derinden hissedemeyebilirdi. Dolayısıyla da o Muhabbetullah’a, o Muhabbetullah’taki lezzet-i ruhaniyeye belki de bu denli derinden giremez ve yansıtamayabilirdi diye düşünüyorum.
Otuzuncu Lem’a Bediüzzaman Eskişehir Hapsi sırasında telif ediyor. Kışta, Şiddetli soğuk, pencere buz tutmuş haldeki sıkıntılı durumda telif edilmiş.
İhlâs tabi. İhlâsın kerameti var. Samimiyetin sonucu olarak ne kadar isterseniz ilahi yardımı o kadar görüyorsunuz hayatınızda. Allah’a adanırsanız Allah size yollarını kolaylaştırır.
(Devam edecek)
www.RisaleHaber.com
30 Kasım 2010 / 23:58
Kişisel gelişim uzmanı Dr. Muhammed Bozdağ Risale Haber’e konuştu
Röportaj: Dursun Sivri-Risale Haber
Dr. Muhammed Bozdağ’ın çocukluğundan, lise yıllarına, üniversite dönemine ve yüzlerce baskı yapan çok satanlar arasında yer alan kitapların yazımının yapıldığı mutfağındaki çalışmalarına kadar derin bilgilerini paylaşmak istedik. Hedefimizi belirli ölçüde gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.
Ayrıca düşünce sistematiği, hayat felsefesi, paradigmalarının temellerini, yazarlık serüvenini besleyen “Background” diye de tabir edilen arka planı hakkında çokların merak ettikleri bilgileri bulacaksınız bu yayımlanan söyleşide.
Özellikle hayata bakış açısının, kişisel gelişim konularının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerine önemli tespitler var.
Dr. Muhammed Bozdağ Kimdir?
Trabzon- Akçaabat’ta 1967 yılında doğdu. Kastamonu-İnebolu Yatılı Lisesini birincilikle bitirdi. ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümünden 1990 yılında mezun oldu. Yüksek Lisans tezini “TBMM’nin Verimliliği” üzerine tamamladı. Siyaset bilimi alanında hazırladığı doktora tezi 2003 yılında kabul edildi ve “AİHM Yolunda Parti Kapatma ve Laiklik Bölücülük Sorunu” adıyla yayımlandı.
Muhtelif zamanlarda, ABD, Almanya ve Bosna Hersek’te çeşitli çalışmalara katıldı. Kültürlerarası Dosluk Vakfı’nın, Yasama Derneği’nin ve İnsani Değerler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
1995- 2000 yılları arasında binlerce katılımcıya “Hızlı ve Etkin Öğrenme”, “Güzel ve Etkili İletişim” seminerleri düzenledi. Yurt içinde ve yurt dışında seminerler ve konferanslar verdi.
Şiir, deneme ve araştırma türünde yazıları lise yıllarından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı.
“Düşüce Mühendisliği, Yüksek yetenek, Teleterapi, Yüksek Âhlâk, Kişisel Değişim, İstemenin Esrarı” isimleri altında seri radyo konuşmaları yaptı.TRT’de 2005-2006 yıllarında “Sonsuzluk Yolcusu” isimli programı sunarak gençlere; STV’de 2008-2009 yıllarında “Hayat Dersi” isimli programla ailelere hitap etti.
Dr. Muhammed Bozdağ, maddi ve mânevi çalışkanlığı din düşüncesi ile yoğurarak ürettiği hayat bilgeliği felsefesini kitaplarına yansıtıyor. Bu çerçevede 1998 yılından bu yana yayınlanan eserleri sırasıyla (2010 itibariyle)
•Düşün Başar (İlk Baskı Tarihi 1999 Son Baskı Sayısı 168)
•Ruhsal Zekâ (İlk Baskı Tarihi 2000 Son Baskı Sayısı 220)
•İstemenin Esrarı (İlk Baskı Tarihi 2003 Son baskı sayısı 155)
•Sonsuzluk Yolculuğu (İlk Baskı Tarihi 2005 Son Baskı Sayısı 125)
•Sevgi Zekâsı (İlk Baskı Tarihi 2007 Son Baskı sayısı 67)
KÖYLÜ KADINLAR “EVLADIM OKU DA KURTUL” DERLERDİ
Kitaplarınızda işlenen tema, verilen mesaj değerler sistematiği olarak bizim değerlerimiz. Ancak yöntem ve sistematik yaklaşımda özgün bir fark var. Bu farklı tarz farklı bir hayat felsefesine geliş öyküsü nasıl gelişti? Hayatınızda önemli dönüm noktası sayılabilecek değişim ne zaman, nasıl oldu?
Uzaktaki mahallemize inekler için yiyecek almaya gelen köylü kadınlar yollarda karşıma çıkar, durumuma acınır ve her defasında, “evladım oku da kurtul” derlerdi. Belki de bu tür telkin ve duaların da katkısıyla okumayı çok istiyor, bunun için çok dua ediyordum. Fakir ve sorunlu bir aileydik. Hayatımın tarlalarla inekler arasında böylesi bir güçlükle geçmesini istemiyordum.
ÇÖPTE BİR KİTAP BULDUM VE EVE GETİRDİM
Kitap alacak param yoktu, ama nerede bir kağıt parçası görsem, içinde yararlı bir bilgi bulabileceğim zannıyla alır, biriktirirdim. Böyle bir hayat içindeyken, hatırladığım kadarıyla mahallemizin çöplerinin atıldığı orman içindeki bir hendekte bir kitap buldum ve eve getirip bir köşeye bıraktım. Bir akşam tarladan yorgun eve geldim. Toprak evin odun ateşi yakılmış. Tutuşmak üzere olan çalılara gözüm değince üzerinde alevlerin henüz dokunduğu kitabı fark ettim. Fırlayıp kitabı kurtardım. Meğer o çöplerin arasından bulduğum kitapmış, dikkatsizlikle ateşe atılmış. Kitabın bir tarafını fare kemirmiş, diğer tarafı da biraz yanmış. Kitabın adını net hatırlıyorum. Yazarı Fatih Dersiamlarından H.H. Muhammed Akfırat ve adı “Kıyamet Alametleri.”
DECCAL GELECEK VE ONA TAPACAKSIN!
Bundan sonra ortaokul bitti, bir yıl aradan sonra, muhtemelen okul öğretmenlerinin ikna etmesiyle babamın iznini alarak girdiğim yatılı okul sınavını kazandım ve İnebolu’da liseye başladım. Hatırladığım kadarıyla lise ikinci sınıfta olacak, muhtemelen şubat tatili esnasında köye döndüğüm zaman bu kitabı bir gece sabaha kadar okudum. Kitapta öğrendiğim her bilgi beni ürpertti. Kitapta, “Seksen küsur sene Allah’a ibadet edeceksin, sonra Deccal gelecek ve ona tapacaksın. Bir anda müşrik olacaksın” anlamına gelen ifadeler bana korkunç göründü. “Eyvah!” dedim “Ben Deccal çağına düşer de Allah yerine başka şeyleri ilahlaştırırsam halim ne olacak. Bizim zamanımıza rastlarsa biz mahvolduk. Napacağız?’ diye kara kara düşünmeye başladım. Bundan sonra kalbimde bir arayış başladı.
DECCAL ÇAĞININ GELİP GEÇMEDİĞİNİ NEREDEN BİLİYORSUN?
İnebolu yatılı lisesinde benimle yakından ilgilenen bir arkadaşla samimi olmuştuk. Bir gün ona “Ya biz ölmeden Deccal çağı gelirse ne yapacağız?” anlamında bir soru sordum. O da “Deccal çağının gelmediğini –ya da gelip geçmediğini- nereden biliyorsun?”’ dedi. Bu benim için şok edici bir cevaptı. Bu arada bir bilgi aktarayım. Bu sorudan sonra olmalı -çok iyi hatırlamıyorum zamanını- bir rüya görmüştüm. Rüyada; uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Yolculukta şehirlerden şehirlere geçiyoruz. Şehirlerin kale kapısı gibi kemerli girişleri var. O girişlerin üzerinde kocaman yazılar görünüyor. Şu an zihnimde levha olarak canlanabilen o manzara içerisinde bir girişte “Asa-yı Musa” bir diğerinde “Mesnevi-i Nuriye” yazılarını hatırlıyorum.
O arkadaşıma dedim ki, “Ben yanına geleceğim, bana verdiğin bu cevabı açıklayacaksın.” Çat kapı ziyaretine gittim bir hafta sonu. Orada öğrenci arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Uzatmayalım. Arkadaşın evde işleri vardı ve işlerini bitirip gelmesi çok uzun sürdü. Ben de sabırsızlıkla bekliyorum, konuşacağım, sorularımı soracağım diye. Beklerken çevreye, duvarlara bakıyorum. Duvarlarda büyük resimli grafiklerle bir şeyler anlatmaya çalışan levhalar var. Levhalardaki yazıların karakter yapısının rüyada gördüklerime benzemesi dikkatimi çekti.
Duvarda “İnsan bir yolcudur. Yolculuk ise âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, dünyadan, kabirden, berzahtan, sırattan geçen bir uzun sefer-i imtihandır” yazdığını hatırlıyorum. Yazı stilinin ilginçliği dikkatimi çekti ve bunu bir yerden görmüş olmalıyım diye düşündüm. Sonra masanın üzerindeki kitapları fark ettim. “Asa-yı Musa” ve de “Mesnevi Nuriye.” İlk kez gördüğüm bu kitapları tanıdık bulmama şaşırdım. Rüyayla o kitapları sonradan ilişkilendirdim.
SÖZLERİ DEFALARCA OKUMUŞUMDUR BEŞ-ALTI FARKLI KALEMLE ALTINI ÇİZMİŞİMDİR
Derken arkadaş işlerini tamamlayıp geldi. O kitaplardan benim için soruma cevap olacak şok edici paragraflar okudu. O gün, hayatımın en derin sorgulamalarından birine başladım. Bundan bir süre önce de beni Rasim Sürav isimli bir esnafla tanıştırmışlardı. Güler yüzlü, mütevazı, muhterem bir insandı. Yarım saat bana bir şeyler anlatmış ve ben hiç bir şey anlamamıştım. Çok farklı bir dil kullanıyordu. Bizim lisede kullandığımız dil, öz Türkçenin hâkim olduğu bir dildi. Merhum babam bile ortaokuldan edindiğim sınav, kanıt, kuşku, tümce gibi kelimelerimi anlamaz, dilim yüzünden bana kızardı. Şimdi ben Rasim Sürav’ın Türkçe’sini anlayamıyordum. Fakat kalbindeki samimiyetini hissetmiştim. Arkadaşımla aktardığım görüşmemden sonra Rasim bey, bana bir kitap hediye etti. Kitabın adı, Sözler. Defalarca okumuşumdur o kitabı. Halen durur. Belki beş-altı farklı kalemle altını çizmişimdir. Sonrasında merhum Salih Uğurtan gibi çok ihlaslı, çok maneviyatlı kimselerle tanıştım, sohbetlerinde bulundum.
OKUL BAŞARISINA VE ZEK AÇILMASINA “SÖZLER”İN ETKİSİ
Birinci sınıfta zar zor teşekkür belgesi almıştım. İkinci sınıfta takdir noktasına yükseldim. Sözler’i okumaya başladığımdan beri bende çok enteresan bir zekâ açılması oldu. O sırada bir-iki öğretmen benim ders dışı kitapları okumaya başladığımı öğrendiler. “Sen üniversiteyi kazanacaksın, böyle şeylerle kafanı karıştırma, başarısız olursun” diyerek beni caydırmaya çalıştılar.
Sözler’i okumaya başlamam, namaza yeniden başlamama sebep oldu. Hatırlıyorum, Yatılı Liseye geldiğim ilk gün belletmen öğretmene “Mescid var mı?” diye sordum. “Mescid yok” cevabını aldım. Abdest aldım, kuzeye doğru dönmüşüm namaz için… O tek vakit akşam namazının devamı gelmemişti. Sonraki aylarda bazen namazı hatırlasam da, derslerin yoğunluğunu, zamansızlığı bahane eder, vicdanımı sustururdum.
NAMAZA BAŞLAYINCA ZAMANIMIN ARTMASINA ŞAŞIRDIM
Sözler bana çok tatlı bir manevi zevk verdi. Namaz kılmayış bahanelerimi düşündüm. Sabah karanlığında etüde kaldırıyorduk ve ben pekala yarım saat önce kalkabilirdim. Öğleyin bir saat yemek kuyruğunda bekliyorduk ve ben pekala önce namaz kılıp sonra yiyebilirdim. Teneffüslerde bahçede oyalanıyorduk, pekala gidip birkaç dakikada ikindimi kılabilirdim. Namaza başlayınca zamanımın artmasına, daha dolu, canlı ve verimli hale geldiğime şaşırdım. Önceleri namaz yerimiz yoktu. Uzun koridorun sonunda keşfettiğim kullanılmayan boş bir duş odasına seccademi serer, namazımı kılar, Sözler’i okurdum. Orası soğuktu, tir tir titriyordum.
Sonra bulunduğumuz kattaki yatakhanenin koridorunun sonunda koğuş dediğimiz sadece demir ranzaların bulunduğu boş bir oda bulduk. Sonradan ranzaları oradan kaldırdılar. Çıplak beton, kışın buz gibi de soğuk. Biz orada birkaç liseli namaz kılmaya başlayınca bazı yatılı ortaokul öğrencileri de bize katıldılar. Bu arada müdür ağır bir hastalığa yakalandı. Kimse de itiraz etmeyince, biz orasını fiilen mescide dönüştürmüş olduk.
DONDURUCU SOĞUKTA ABDEST ALIYORLARDI ELLERİ YÜZLERİ ÇATLARDI
Bu olay kaç yıllarında oldu?
1982-83 yılarında.
Biraz da 12 Eylül 1980 ihtilal döneminin olumsuz etkileri olmuş olabilir mi mescidler konusunda?
Namazı düzenli kıldığım dönemde, bizimle aynı binada kalan kimi ortaokul öğrencilerini hatırlıyorum. Kışta, dondurucu soğukta abdest alıyorlardı. Elleri yüzleri çatlardı. Sabahın şiddetli soğuğuna rağmen abdest alıp namazlarını kılarlardı. “Sizin kılmanız şart değil” dediğimi hatırlıyorum. Sonra o öğrencilerden birisi bana Peygamberimizi (asm) rüyasında gördüğünü anlattı. Üzerlerindeki manevi takdiri hissettim ve sustum. O gençlerin namaz konusundaki içtenliklerinden çok etkileniyordum. Bu arada beni de bilgili biri sanarak bana yoğun şekilde çeşitli sorular soruyorlardı. Oysa aslında cahildim.
SÖZLER’İ AÇIP RASTGELE OKUDUĞUM YER, O SORUNUN CEVABI OLUYORDU
Ne tür sorular soruyorlardı?
Dünyaya neden geldik? Cennet nasıldır? Allah nasıldır? gibi dini odaklı sorulardı.
Bu soruların cevabını kendim de bilmiyordum. Fakat –o zamanki samimiyetimin kerameti olsa gerek- bana bir soru soruluyorsa ya da kafama bir şey takılıyorsa, Sözler’i açıp rastgele okuduğum yer, o sorunun cevabı oluyor veya cevaba ışık tutuyordu. Dilim çözüldü sanki. Artık soru sorulduğu zaman mantıklı cevap verebilecek bir insan pozisyonuna geldim.
Sonra imamlık bilmediğim halde mevcut şartların mecburiyetinden gençlere imamlık yapmaya başladım. Böyle enteresan bir süreçte derslerimizde başarımız arttı.
CUMA NEDENİYLE GECİKTİĞİMİ BİLEN ÖĞRETMEN AŞAĞILAMAYA HAZIR BAKIŞINI FARK ETTİM
O zor şartlarda namaza duyduğumuz özlemi şimdi özlüyorum. Allah’a bağlı hissetmek o gurbette bizim en büyük tesellimizdi. Cuma namazına yetişmek için şiddetle gayret ederdik. Abdestimizi bir önceki teneffüs arasında alır, zil çalar çalmaz dışarı fırlar, okulun çevreleyen çitlerin üzerinden atlar, taş örülü sokaklardan takır takır sesler çıkartarak camiye koşardık.
Okul yönetimi bir pazartesi bizi topladı ve derslerimizin bir saat ileri kaydırıldığını duyurdu. “Artık Cuma namazına yetişemeyeceğiz” diye ağladık. Ertesi Cuma gelmeden durumu düzelttiler. Yıllar sonra imam hatipli bir arkadaştan öğrendim. “Sizin yüzünüzden cumaları yarım saat geç kılardık” dedi. Nedenini sordum. Müfti efendi liseli çocukların namaza yetişmeye koştuklarını öğrendiği için vaazını uzatırmış. Öğrencilik hayatımda bir kere Cuma dönüşü derse geç kaldım. Cuma sonrasındaki ilk ders olan Türkçenin öğretmeni inançsızdı ve sık sık Müslümanlıkla alay ederdi. Okula nefes nefese geldiğimde zil çalmış herkes içeriye girmişti. Koridorda kalakaldım. Tam o esnada mescit açılmasına izin vermediğini düşündüğümüz ve hastalığı nedeniyle koltuk değneğine dayandığını hatırladığım müdür beni gördü. Sert bir bakışla koridorda ne yaptığımı sordu. Korkudan lafı geveledim. Israr edince Cuma çıkışı derse yetişemediğimi söyledim. Müdür hiç ummadığım şekilde yumuşadı, beni odasına çağırdı, asla beklemediğim şekilde bir izin kağıdı doldurdu, “sınıfa bununla gir” dedi.
Sınıfa girdiğimde, Cuma nedeniyle geciktiğimi bilen Türkçe öğretmeninin beni herkesin huzurunda aşağılamaya ve azarlamaya hazır alaycı bakışını fark ettim. Kağıdı masasının üzerine bırakıp yerime oturdum. Üzerindeki notu okuyunca kıpkırmızı yüzüyle dondu kaldı ve bana tek kelime kötü söz söyleyemedi.
Burada ciddi bir değişim yaşadığım çok belirgin. Ben yaşadığım bütün bu değişimin arkasında Sözler’in imanımı ve dinime bağlılığımı arttırmasından daha önemli bir etken göremiyorum.
BILDIRCININ BOYNUNU DİŞLERİMLE KOPARACAK KADAR ACIMASIZDIM
Üniversite yıllarınızda Risale-i Nur külliyatını birkaç kere baştan sona okumuşsunuz. Hayatınızda derin etkileri oldu mu? Yansımaları nasıl Oldu?
Üniversitede ailem, kimliğim, hayattaki yerim konusunda daha bir bilinçlendim. Bir yandan da hassaslaştım. Köydeyken, avladığım bıldırcının boynunu dişlerimle koparacak kadar acımasızdım. Lisede Risaleleri okumaya başladıktan sonra köye gittim, merhum babamın tüfeğiyle ava çıktım. Hangi kuşa doğrulttuysam tetiği çekemedim. Üniversitede bir sineği öldüremiyordum. Oysa köyde lastik teli uzatıp nişan alarak uçan sinekleri avlar, eğlenirdim. Şimdi de evimde bir örümcek görsem öldürmeden dışarıya atmaya çalışırım. Bu hassasiyeti başka nereden kazanabilirim?
Diğer yandan Risale-i Nur’daki ilahi nitelik taşıyan terimlerin, ibarelerin oluşturduğu bir halet-i ruhiye vardır. Risaleleri ihlasla ve düzenli okursanız bir süre sonra o halet-i ruhiye sizi kuşatır. Burada en önemli mesele Risalelerin amaç değil araç olarak tutulmasıdır. Amaç her zaman Allah ve Kur’an olduğu sürece bu olumlu ufukta durursunuz. Yoksa amaç Risaleler olursa ihlas kaybolur bence. Eğer o terimlerin anlamları sizin iç dünyanızda canlanmazsa o duygu iklimini algılayamazsınız. Algılayamadığınız için de sıkılabilirsiniz. Ancak o iklimi algıladığınız zaman kendinizi çok huzurlu hissedersiniz.
Açılım aşaması diyebilir miyiz?
Keşif denilebilir. İmani inceliklere dair keşiflerde bulunursunuz. O keşifler sizi heyecanlandırır. Benim o süreçte, ihlâsı yaşayabildiğim zamanlarda bir kısım manevi algılar söz konusu olmuştur. İhlâsı kaybettiğim zamanlarda kaybettiğim şeylerdir bunlar.
ÖLÜMÜ GÜNEŞE BENZETMEK İSTİYORUM
Bunların, yani keşiflerin yansımaları nasıl oluyordu? O vicdani bir hal olarak mıdır? Dıştan bunların size yansıması, yani ihlâslı halin yansımasıyla bunun aksi durumdaki yansıması nasıl oluyordu? Bunu nasıl ifade edebilirsiniz?
ÜNİVERSİTEYE BAŞLADIKTAN SONRA BİR GÜN MANEVİYATIMIN PARAMPARÇA OLDUĞUNU HİSSETTİM
Bu özel halet-i ruhiye çok önemli…
Bu özel halet-i ruhiye içerisine çok derin bir şekilde bir döneme girdim. Ankara’ya ilk geldiğim zaman. Yoğun olarak Risale okudum. Sokak hayatından kendimi tecrit ettiğim dönemdi. İmandan kaynaklanan ve muhteşem lezzeti olan bir halet-i ruhiye idi bu. Fakat üniversiteye kaydolmak üzere kampüse gittiğim zaman orada gençleri çok uygunsuz pozisyonlarda görünce inanılmaz bir keskinlikte adeta kalbim hançerlenircesine bu kutsal duyguyu bana hissettiren lâtifelerimin bir anda kesildiğini, söndüğünü hissettim.
Üniversiteye başladıktan sonra bir gün maneviyatımın paramparça olduğunu hissettim. Akşam okuldan döndüğümde bütün o lezzetleri kaybettiğimi algıladım.
Dolayısıyla buradan şunu çıkarmak mümkündür: İnsanın gözlerine hâkim olması, kalbine hâkim olması, duyduklarına, algıladıklarına hâkim olması son derece önemlidir.
Şunu da görmek lazım; biz bu zamandaki dehşetli kıyamet asrının insanlarıyız. Günahlardan tamamen sıyrılabilmiş bir hayat yaşayamıyoruz. Bugün sosyal hayatta yaşıyorsanız o manevi iklimi o melekleri bile algıladığınız çok üstün manevi iklimi yaşamayı beklemeyin. Ümidiniz de kırılmasın. Bediüzzaman’ın söylediği gibi bu zamanda farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen inşallah kurtulur. Çünkü, buyrulduğu üzere ahirzamanda dini hakkıyla yaşamak avuç içinde kor ateş tutmak gibi zorlaşıyor. Bu zorluklara rağmen kendisini büyük günahlardan koruyabilen kahramandır.
Benim geçmişte yaşadığım keşif halleri şükretmem gereken ilahi bir lütuftu. Bundan sonraki süreçte de ne zaman inzivaya çekildiysem, bir tür manevi odaklanmaya çekildiysem az çok benzer bir duygu iklimine girdiğimi söyleyebilirim. Diyebilirim ki ne zaman Risale-i Nur aracılığıyla Kur’an’ı anlamaya ciddi bir şekilde odaklanmışsam enteresan rüyalar görmüşümdür. Orada bir maneviyat olduğunu görmüşümdür. Örneğin bir keresinde gökyüzünün bir kısmını kuşatmış bir ay, bir ışık gördüğümü, risale okuduğumuz gençlerle hep beraber dağlara tırmanıp o ışığa ulaşmaya çalıştığımızı hatırlarım. Burada rüyaları anlatmayayım ama bu tarz manevi algılar, yaptığım şeyin arkasında gerçekten ilahi bir lütuf, manevi bir destek olduğunu bana algılatmıştır diyebilirim.
DENGEYE ULAŞMAMDA EN ÖNCELİKLİ YARDIMCIM HASTALIKLARIM OLDU
Bu arada çevre ile olan münasebetlerinizde bu dengeyi nasıl kurdunuz? Mesela, münzevi olduğunuz zaman güzel bir manevi atmosfer ve haz veren manevi lezzet-i ruhaniye veren bir hal. Ama bu dünyada yaşıyorsunuz, bu çevrede yaşıyorsunuz, iş hayatınız var, öğrencilik hayatı gibi çevre ile ilgili münasebetleri bu hali bir dengede tutma noktasında bir stratejiniz oldu mu? Ya da şu anda oluyor mu?
Dünyaya kapılırsanız dünya giderek kendini sevdirir ve kalbinizi ele geçirir. Doğru dengeyi arıyorsanız ne dünyayı terk etmeli ve ne de dünyaya tapmalısınız. Ben de dünya ahiret arasında gidip gelen bir insanım. İnsan israftan ve gereksiz, şükürsüz zevklerden kaçarak, helal dairesinde tutunup şükre ve zikre sarılarak dünya ahiret dengesini koruyabilir. Ya da bunu yapamayana hastalık bir ilahi yardım olabilir. Benim dengeye ulaşmamda en öncelikli yardımcım hastalıklarım oldu. Baş ağrısı, yorgunluk yaşayan bir insandım ve hastalık kalbime çok fazla dünya zevklerinin girmesini önleyebiliyordu.
Hasta olmanız sizin için nimet olmuş demek ki?
Hastalık çok şükür ki bana çok değerler kazandırmış ve beni nefsimin birçok tuzağından korumuştur. Şimdi ben bir taraftan hastalık nedeni ile yeri gelince inliyorum ama çok defa iyileştiğim zaman üzüldüğüm de oluyor. Çok defa bir taraftan şifayı dilerken bir taraftan da iyileşirsem bu manevi dengeyi kaybedeceğim diye endişe ediyorum. Dünya ile ahiretin ortasında bir yerde duruş iklimini yitireceğim endişesini yaşadığım olmuştur.
Bugünkü sosyal hayata ne kadar girerseniz, ne kadar çeşit çeşit insanlarla hemhal olursanız, maneviyatınızı o kadar kaybetmeyi göze almalısınız. Ebedi kurtuluş istiyorsanız bir şekilde kalbinizin sürekli Allah ile birlikte olmasını sağlamanız gerekiyor. Hastalığın inlettiği insan Allah’a ihtiyacını daha iyi anlıyor ve Allah’ı daha çok hatırlıyor, daha çok yalvarıyor. Biz bu zikre sağlıklıyken tam tutunabilsek hastalığın yardımına ihtiyacımız olmazdı.
HESABA ÇEKİLECEĞİNİZİ UNUTMAKSIZIN YAŞAMAYI BAŞARMANIZ GEREKİYOR
Sosyal hayatın gerçeğinden kaynaklanan tahribatı bir nevi tamir etmeye, telafi etmeye yönelik his ve halde yaşamak için ne yapmak gerekir?
Dünya hayatının, zevklerinin geçiciliğini, yalancılığını akılda tutmayı, her yaptığınızın helalliğinden ve şükründen hesaba çekileceğinizi unutmaksızın yaşamayı başarmanız gerekiyor. Sosyal hayatta her şey sizi dünyaya çağırıyor. Yani güzel insanları görüyorsunuz, meftun oluyorsunuz. Mal mülk sahibi, şatafat sahibi insanları görüyorsunuz özeniyorsunuz. Siz de dünyada yükselmek istiyorsunuz. Servetiniz olsun, şöhretiniz olsun, güzellikler sizin olsun, saltanatınız olsun istiyorsunuz. İnternet, televizyonlar, şatafatlı alışveriş merkezleri, muhteşem şehirler, inanılmaz eğlenceler… Batı medeniyetinin parıltısına bulaşmadığı izbe beldelerde durum farklı olabilir. Lakin dünya hayatı insanlık için, hele de parası olanlar için hiç bu kadar süslenmemiş, hiç bu denli ayartıcı, bu derece ölümü unutturucu olmamıştı. Oysa öbür taraftan dünyada daimi kalıcı değil fanisiniz. Dünya adına kazandığınız her şeyi bırakıp gideceksiniz. Tıpkı ilk insanlar gibiniz.
AHİRZAMANIN SOKAKLARINDA YAŞIYORSANIZ DÜŞMEMENİZ MÜMKÜN DEĞİL
Yani diyorsunuz ki fazla dünyevileşince mânevi irtifa kaybı oluyor
İrtifa kaybı oluyor. Çok ciddi şekilde çöküyorsunuz bu sefer. Ben defalarca çöktüm. Defalarca maneviyat olarak çöktüm. O tokadı yiyorsunuz, acılar çekiyorsunuz, sıfırdan bir daha başlıyorsunuz. Şunu söylemek lazım, ahirzamanın sokaklarında yaşıyorsanız düşmemeniz mümkün değil. Bir çocuk gibi yaşıyoruz biz. Cennet iklimine ulaşmaya çalışırken, yürümeye çalışan, düşüp kalkan bir çocuk gibi düşüp kalkacağız.
İrtifa kaybı, mânevi çöküş diye tanımlamaya çalıştığınız durum temel değerlerin, temel inancın sınırlarını taşmamıştır belki. O sınırlar içinde, dinin kabul ettiği sınırlar içinde kaldığınızı düşünüyorum. Yani biz irtifa kaybettiğimiz zaman o sınırların dışına çıktığımızı anlamıyoruz. Ama belki bir mertebe iniş çıkışıdır.
Hamdolsun, içki, kumar gibi şeylere hiç bulaşmadım. Allah hepimizi korusun ve düşenleri de kurtarsın. Ama yalan söyledim, gıybet yaptım, imanımın derinliğini ve ihlası istikrarla koruyamadım, namazlarımı aksattığım zamanlarım oldu. Yani Allah’a olan yakınlığım değişkenlik gösterdi. Zaman oldu, ilahi yakınlıktan gözlerimden yaşlar aktı, zaman oldu, kalbim kaskatı kesildi. Belli bir anda Allah’ın seni ne kadar sevdiğini sorgulamak istersen, kalbine bak. Sen Allah’ı ne kadar seviyorsun? Bir an da Allah’ın sana ne kadar yakın olduğunu -Allah şah damarımızdan yakın bize de- O’nun yakınlığının senin üzerindeki tesirini ne kadar hissettiğini algılamak istersen, kalbini Allah’a ne kadar yakın hissettiğine bakman lazım. En üstün derece insanın kalbini her zaman Allah ile beraber hissetmesidir.
RİSALE-İ NUR ÇOK GÜÇLÜ BİR “TEFEKKÜR SİSTEMATİĞİ” SUNUYOR
Ona Marifetullah diyebilir miyiz? Marifetullah’ta gayret gösterme veya mesafe alma...
Marifetullah’ın ucundaki Muhabbetullah’tır esas mesele.
Muhabbetullah’a merdiven olması, tekâmül süreci olarak Marifetullah’tan geçiş diyebilir miyiz?
Risale-i Nur ekseninden yola çıkarsak eğer, Risale-i Nur bize çok güçlü bir tefekkür malzemesinin yanı sıra daha önemlisi “tefekkür sistematiği” sunuyor.
Tefekkür sistematiği dediniz nasıl yani?
Evet. Düşüneceksin ama nasıl düşüneceksin? Bakacaksın ama nasıl bakacaksın?
YENİ MALZEMELERLE TEFEKKÜR SİSTEMATİĞİNİ GELİŞTİREBİLİRİZ
Bir farkındalık kazandırması denilebilir mi?
Doğru söylediniz. Yani, Allah’a ulaştıran bir tefekküre tutunacaksın da nasıl? Mesela bir Ayet-el Kübra bakışı var. Bir Ayet-el Kübra bakışı ile nasıl bakacaksınız? Veya Otuzuncu Lem’a Esma-i Hüsna bakışı ile nasıl bakacaksınız? Bunların malzemelerini veriyor Risale-i Nur. Dolayısıyla siz bilim-teknik ile ilgili, doğa ile ilgili, hayvanların hayatı ile ilgili veya okuduğunuz fenlerle ilgili herhangi bir konuyu incelerken o tefekkür sistematiği ile yepyeni dünyalara girmeyi başarıyorsunuz.
Şimdi burada tefekkürle ve tefekkür sistematiği ile yeni malzemeler de edinerek düşünmek gerekiyor. Risale-i Nur’daki malzemelerle de yetinmemek gerekir. Bu konuda cüretkâr konuşacağım, Risale-i Nur’daki tefekkür malzemelerinin bir kısım verileri Üstad’ın zamanındaki malzemelerdir genel olarak. O zamandan beri araştırmacılar milyonlarca yeni veriler elde ettiler âleme dair, canlılara dair, cansızların işleyişine dair. Yeni malzemelerle tefekkür sistematiğini geliştirebiliriz. Teknik buluşlar geliştikçe yeni tefekkür malzemeleri de ortaya çıkıyor.
BEDİÜZZAMAN DÜNYANIN NİMETLERİNİ BOLCA TATMIŞ OLSA İDİ…
Bilim ve teknik boyutuyla oldu. Şimdi de sosyal bilimler boyutuyla sanki şerh ve izah kabilinden, kitaplarınızı bu noktada nasıl değerlendirilebilirsiniz?
Risalelerin bilim ve akademi dünyası tarafından sistematik şekilde izahları ve tanzimleri kabilinden son yıllarda yapılan uluslararası çaptaki çalışmalar çok önemlidir. Bu çalışmaları topluma taşıyacak bir üslüpla da yapılandırmak gerekir. Ben böyle bir iddiada olmadım, ama bu anlamla az da olsa ilişkim bulunduğu söylenebilir.
Risale-i Nur İslam’ın her konusuna değil, iman meselelerini günümüz mantalitesine ders vermeye odaklanmış. Anlatımında sistem endişesi yok. Her yaştan ve her eğitimden insana temel iman meselelerini hemen her okuyuşta telkin etmeyi ve kavratmayı hedeflemiş. Bu anlatımların sistematikleştirilmesi, çağımızın sistematik eğitime alışkın zihinlerine ulaşmayı kolaylaştırır. Bu çalışmaların yapılması ayrı bir konu.
Burada önceki konuma döneyim: Sözünü ettiğim tefekkürle siz Marifetullah’a ulaşıyorsunuz. O Marifetullah’ı Muhabbetullah’a dönüştürebilmeniz için “acz, fakr, şefkat” üçlüsünü de dâhil etmeniz gerekiyor gönül dünyanıza. Aczimi ve fakrımı algılamam için, bana hastalık yardımcı olmuştur. Size de çabalarınız, zikriniz, gözlemleriniz yardımcı olabilir. Üstad’ın o uzlet hayatı, o yalnızlık hayatı, uğradığı işkenceler, çektiği ortamı düşünelim… Belki O, dünyanın nimetlerini bolca tatmış olsa idi, çoluk çocuğuyla, malıyla, makamıyla, şöhretiyle, alkışıyla, takdiri ile tatmış olsaydı belki ilahi muhabbeti bu derece derinden hissedemeyebilirdi. Dolayısıyla da o Muhabbetullah’a, o Muhabbetullah’taki lezzet-i ruhaniyeye belki de bu denli derinden giremez ve yansıtamayabilirdi diye düşünüyorum.
Otuzuncu Lem’a Bediüzzaman Eskişehir Hapsi sırasında telif ediyor. Kışta, Şiddetli soğuk, pencere buz tutmuş haldeki sıkıntılı durumda telif edilmiş.
İhlâs tabi. İhlâsın kerameti var. Samimiyetin sonucu olarak ne kadar isterseniz ilahi yardımı o kadar görüyorsunuz hayatınızda. Allah’a adanırsanız Allah size yollarını kolaylaştırır.
(Devam edecek)
www.RisaleHaber.com