Konuya cevap cer

PIRLANTA SERİSİ…

HİZMET ERİ

Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyle de sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.

HASSASİYETTE DENGE 

Hassasım, hem de aşırı denebilecek ölçüde. Hazan görmüş ve dökülmüş bir yaprak görsem oturup başında ağlayasım gelir. Tuvalete düşmüş bir karıncayı oradan çıkarmak için yarım saat uğraştığım çok olmuştur. Bir de yoldan çıkmış, saf dışı kalmış, pörsüyüp gitmeye namzet bir insan görsem; varın işte o zaman bu manzaranın beni ne kadar dağidar edeceğini kıyas edin. Ama elden ne gelir. İlahî şefkatin ötesinde şefkat sergilemeye kalkmak, “edep sınırlarını zorlamak” demektir. Her mes’elede olduğu gibi bu konuda da dengeli davranmak gerekir. Zaten beni en çok yıpratan hususlardan biri de bu: Dengeyi korumak için sarfettiğim gayret.!

MEDH-Ü SENADA DENGE

Soru: Yer yer başkalarını medh ü sena ederken dengeyi yakalayamadığımızın farkındayız. Bu konuda takınmamız gereken tavır nedir, ne olmalıdır?

İnsanlar yer yer ve zaman zaman yaptıkları ameller ile başkalarının takdirlerini bekleyebilirler. Bu kabil takdir ve tebciller karşısında insanın kalb balansını ayarlaması çok önemlidir. Kişi "Allah'ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur, ayağımı kaydırma, beni bir lahza bile benimle baş başa bırakma" demelidir. Aksine, insan kendini şımarıklık ve gaflete salarsa, Allah da onun ayağını kaydırabilir. Evet, yapılan takdir ve tebciller, gökten bir nida halinde gelse bile insan bir İmam Rabbani, bir Bediüzzaman edasıyla "Allah'ım, ben çok hakir bir köpek olduğuma o kadar inanmışım ki, şu nidalar benim kanaatimi değiştiremez." diyebilecek ölçüde düşünce duruluğuna ve hazımkâr bir nefse sahip olmalıdır.

Bu konu, üzerinde ne kadar durulsa değer, biz hususî bir zâviyeden önemli bir iki meseleyi işaret edip geçeceğiz. Birincisi; Allah'a karşı insanların tezkiye edilmesi, ikincisi de; yüze karşı senanın öldürücü olması. Ewela, bilinmelidir ki, Allah Rasulü (s.a.s) yüzüne karşı kardeşini medheden birine "Kardeşinin boynunu kırdın." buyurmuştu. Demek ki o sahabi, bu medhi kaldırabilecek ruhî seviyeye henüz ulaşmamıştı veya bu ona verilmek istenen bir dersti. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Osman b. Maz'un un cenazesinde bir kadının "Ne mutlu sana! Cennete girdin!" sözleri karşısında kaşlarını çatmış ve "Ben Allah'ın Peygamberiyim, bilmiyorum. Sen nereden biliyorsun?" demişti. Bir başka hadislerinde ise; "Sevdiğin kişiyi ölçülü sev bir gün gelir düşmanın olabilir; gadab ettiğin kimseye ölçülü gadab et, bir gün gelir dostun olabilir." buyurmuştu. Bu hadislerin muhtevası ışığında, Bediüzzaman Hazretleri de "mübalâğa zımnî yalandır" der. Onun için medih, takdir ve tebcil babında söylenecek sözlerde çok dikkatli, fevkalade temkinli ve dengeli olmak gerekir. Aksi halde, kişi hüsn-ü zannın verdiği makam karşısında konumunu koruyamayan o insanların hadisteki ifadesiyle boynunun kırılmasına -hem de istemeden- vesile olabilir. Bütün bunlar bir tarafa, Allah Rasulünün "Hiç kimseyi Allah'a karşı tezkiye etmem/edemem" beyanları, bu konuda başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmayacak bir ölçüdür zannediyorum.

Evet, her türlü takdir ve tebcilin üstünde bulunan Nebiler Serveri (s.a.s), "Beni, Musa b. İmran'a tercih etmeyin." Bir başka yerde "Beni Yunus b. Metta'ya tercih etmeyin" buyurarak, hangi yolun tercih edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Öyleyse, kıyamete kadar bütün müminler Hz. Alivâri hep "insanlardan bir insan olma" mülâhazası içinde bulunmalıdırlar. Bu mülâhazaya kendini kilitleyebilen insan, hiçbir beklentiye girmez, teveccüh-ü nas beklemez, hüsn-ü zannın layık gördüğü makamlara dilbeste olmaz, tabasbus ve riyaya da girmez.

Öte yandan Allah Rasulü nün beyan buyurduğu "Ölü, kabirde ehlinin ağlamasından dolayı azab edilir." hakikatinin de nazar-ı dikkate alınması gerekir. Gerçi Hz. Âişe validemiz "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez." (En'am, 6/164) ayetini delil göstererek bu hadisi reddetmiş ise de, hadisçiler, bu hadisin hadis kriterleri açısından sıhhatini kabullenmiş ve ona şöyle bir yorum getirmişlerdir: Arkada kalanlar ölü hakkında, ağıtlar yakar, tevhid akidesine ters, Allah'ın irade, meşiet ve kudretine dokunan sözler söylerlerse, bu sözler münasebeti ile ölü rahatsız olabilir.

Hasılı, yüze karşı yapılan medhiyeleri hazmedebilecek, hüsn-ü zanların verdiği farazî makamları reddedebilecek ruh olgunluğuna ulaşmamış kişilere medhiyeler düzme, onları başaşağı götürebilir. Kim bilir, belki de ... böyle birisiydi. O, etrafın şişirmesiyle kendini, önce müceddid, sonra Mehdi, sonra Mesih-i Mev'ud görmüş, sonra da bununla kalmamış hulul ve ittihad'a inanarak dalâlete düşmüştür. Şahsen ben, ... 'ın da yoldan sapıttığı kanaatindeyim. Geçenlerde arkadaşlar Türkiye'de 15-20 kadar Mehdî'liğini ilan eden insandan bahsediyorlardı ki, bunların kaymaları da her halde aynı yollarla olmuştur.

Söz buraya gelmişken, yaptıkları hizmetlerle dost-düşman hemen herkesin takdirlerini kazanan arkadaşlara bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var: Bu çığırın başındaki o büyük zat, o kâmet-i bâlâ, o serv-i revân yapmış olduğu onca devâsâ hizmetlere rağmen diyor ki: "Biz yapageldiğimiz hizmetlerle, ahir zamanda gelecek zâtlara zemin hazırlıyoruz."; "Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. "Allah bu dini facir bir adamla da te'yid ve takviye eder." sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü facir bilmelisin; hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucub ve riyadan kurtul."; "Güneşe müteveccih su kabarcıklarında güneşin aksi bulunur. Onlar karanlığa girdiğinde veya güneşle alâkası kesilince her şey de biter." Onun bütün hasiyeti güneşi tam aksettirebilmesindedir, yoksa o güneş değildir. Aynen öyle de, sen kabarcıklar misali Allah'tan gelen şeyleri aksettirebiliyorsan ne güzel!

Görüldüğü gibi bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh ü senaları, o medh ü senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur. Biz, her zaman Hz. Alınin "insanlardan bir insan olmâ' hedefine ulaşmaya çalışmalıyız. Bizim büyüklüğümüz, şahs-ı manevide, güncel tabirle tüzel kişiliğimizdedir. Bâki hakikatler, fani şahısların üzerine bina edilemez.. bina edilse, onlar âhirete irtihal ettiğinde, dava da akîm kalır. Bu açıdan birbirimizle irtibatımızı kavî tutmalı ve sabah-akşam bir ve beraber olma yollarını araştırmalıyız.. araştırmalı ve vahdet-i ruhiyemizi korumaya çalışmalıyız. Kendimizi her daim sıfırlayarak yolumuza devam etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, "büyüklerde büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alameti tekebbürdür." "Ben yaptım, ben ettim." demek şirkin bir uzantısıdır. Ene'yi yırtıp, Nahnüyü ya da "Hu''yu göstermek bizim vazifemizdir. Topluluk içinde ihtilaf çıkarmama, yalanın en küçüğüne dahi tenezzül etmeme de yine vazifelerimiz cümlesindendir. Çeşitli vesilelerle anlattığım şahsî velayet değil, cemaat veliliğini yakalamak gayemizdir. O halde yapılan ve yapılacak olan medh ü senalar bizi bizden almamalı ve vazifelerimizi yapmaya engel teşkil etmemelidir. Bu ise, yukarıdaki esasları benimsemeye ve özümsemeye bağlıdır.

DÜNYA-UKBÂ DENGESİ

Hakiki Müslüman yeryüzünün hakiki mirasçısıdır. Bu inanç, düşünce, müessiriyet ve yönlendirme plânında bir hakimiyettir. Zaten Allah mü’minlerin baş milletlerin sultası altına girmesine de katiyen razı değildir. Allah'ın razı olmadığı şey, şayet tahakkuk etmişse, müminler fert, aile, cemiyet ve millet olarak topyekün hepsi günahkardır. Bu mesele Müslüman milletlerin mahkumiyetleri açısından da değerlendirilebilir. 

Allah'ın razı olduğu böyle bir hâlin hayata geçirilmesi, ancak dava düşüncesine sahip mefkûre insanlarıyla mümkün olacaktır. Efendimiz'in "Cihad niyeti olmayan insanın bir çeşit cahiliye ölümü ile ölmüştür" (Bu, yukarıda arzetmeye çalıştığımız düşünce ve anlayışın dünya çapında temsil mânâsında bir cihattır) şeklindeki beyanından hareketle, her Müslüman bu uğurda önce ciddi bir cehdî ve gayret içinde bulunmalı veya en azından böyle önemli bir meselenin niyetini paylaşmalıdır. Aksi hâlde, ferd kaybettiği gibi, İslâm dini de kendini taşıyacak omuzlar bulamadığı için hep mahkum konumda kalacaktır. 

Bu işi gerçekleştirecek dava erlerinin -bana göre- ihlâs, samimiyet ve dünyevî beklenti içinde bulunmamaları gibi vasıflarının yanında, dünyaya bakış açıları çok önemlidir. Tarihe bu gözle baktığımız zaman Firavun, Nemrut, Karun.. gibi insanlar dünyaya karşı bakış açılarını tam tespit edemedikleri için kaybetmişlerdir. Böyle bir kayıp herkes için de her zaman bahis mevzuudur. Onun için dünyanın inanç ve amel itibariyle hem çok iyi beslenmesi, hem de çok iyi yönlendirilmesi elzemdir. 

Sahabe-i Kiram bizim arzettiğimiz çerçevede bu dengeyi kurmuş ve işletmiş örnek bir topluluktur. Rivayetlere göre, Hz. Osman'ın 500 deveyi bir defada üzerindeki yükleri ile birlikte infak etmesi akıl ve mantıkla izah edilecek gibi değildir. Bununla, Hz. İbrahim'in, hâdisenin sıhhatı tenkit edilse de, "Subbûhun, Kuddûsun, Rabbü'l-melaiketi ve'r-ruh" tesbihatı karşısında, vadiler dolusu koyunlarını vermesi arasında fark olmasa gerek. Hâlbuki biri peygamberdir, diğeri de İnsanlığın İftihar Tablosu'nun müntesibi mutevâzi bir insan. Demek ki Hz. Osman, bu davranışıyla peygamberâne bir ceht ortaya koyuyordu. Zaten Tebuk savaşı öncesi, ordunun techizatı için infak ettiği mal-menal sonucu, Allah Rasulü'nün, gözleri dolu dolu "Osman'a bugünden sonra yaptığı şeyler zarar vermez" buyurması da bunu destekler mahiyettedir. 

Evet, dünya-ahiret dengesinin iyi kurulması ve çok sık tekrar ettiğimiz gibi, "dünyaya dünya, ukbâya da ukbâ kadar" değer verilmesinin anlaşılması ve hayata geçirilmesi çok önemlidir. Abdulkadir Geylani Hazretlerine ait şu menkıbe de bunu anlatan örneklerdendir: 

Birisi, "Benim ayağım, bütün velilerin omuzları üzerindedir.." diyen şu veliyi göreyim düşüncesiyle Hazretin evine gidiyor. Kapıdan içeri girince, köpeklerin boynunda altın tasmalar görüyor. Bu manzara karşısında şahıs şaşırıyor ve "köpeklerinin boynuna altın tasma takacak kadar dünyaya dalmış bir insan, nasıl oluyor da veli olabiliyor.." diye içinden geçiriyor. Sonra Hazretin huzuruna vardığında, Hazret: "Biz onları gönlümüze sokmadık; konulacak yere koyduk" şeklinde düşüncelerini dile getirir. 

Evet düşünce ve amel bu olduktan sonra dünya malının hiç mi hiç zararı yoktur. Üstad Hazretleri buna "dünyayı kalben terk etme, kesben terk etmeme" mealindeki sözleri ile yaklaşır. 

Hâsılı, dünyaya bakış açısı adına arzettiğimiz bu temel düşünceler, yeryüzü mirasçılarının vazgeçilmez vasıflarındandır. Bu ufku kazanamamış insanların ise, doğru hedefe, doğru vasıtalarla ilerlese de, günün birinde yollarda takılıp kalacağı kuvvetle muhtemeldir.

İFRAT ve TEFRİT

Her düşüncede ifrat ve tefrit olabilir. Her ikisi de öldürücü zehir hükmündedir. Evet, safvet ve sadelik derken, herşeyi kılık ve kıyafet derbederliğinde, eski bir post, kırık bir çömlek, örümcekli bir yuvada arayanlar yanıldıkları gibi, onu başa geçirilen bir frenk külahında ve dekolte bir tayyörde arayanlar da yanılmışlardır.

İLÂHÎ LÜTUFLARIN DEVAMI YOLUNDA

Soru: Tarihî seyir içinde cereyan eden hâdiselerle mukayese edildiğinde âdetâ dengeler kuşağında yaşarcasına İlâhî lütuflara mazhar olduğumuz sık sık ifade buyurulmakta. Bu lütufların temadisi için fert ve cemaat olarak bizlere düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Allah’ın üzerimize sağnak sağnak yağdırdığı rahmetini “tahdis-i nimet” olarak sık sık zikrediyoruz.. zikretmeliyiz de. Nasıl zikretmeyelim ki, bizler bir damla yağmura hasret kaldığımız günlerin, maneviyat adına kurumuş, çatlamış çorak yerlerin ve bir çorak dönemin insanlarıyız. O günlerden Rabbim, bizlere inayet ve lütufda bulunup bu günlere eriştirdi. Ne var ki, Allah’ın inayet kerem ve lütfunun bizi kuşatması ayrı bir mes’ele, bunların temâdisi de ayrı bir mes’eledir. 

Kanaat-i âcizânemce bu nimetlerin devam ve temâdisi adına yapacağımız ilk iş, mevcut halin geriye tek adım bile atılmaksızın, istikamet üzere korunmasıdır. Bir misal verecek olursak; radyoda kanal ayarlaması yaparken evvela aradığımız kanalı bulur, sonra da bulduğumuz kanalda sabit kalıp artık diğer kanallar üzerinde ibreyi gezdirmeyiz. Belki, kanal üzerinde ibreyi hafif sağa-sola oynatıp en net dalgayı yakalamaya çalışırız. Aynen bunun gibi, sebepler plânında bu nimetlerin bize gelmesine vesile olan ızdırap, dua, aksiyon gibi özellikleri, onları muhafazanın yanında daha da ileri götürmeliyiz ki, üzerimizdeki lütuf ve ihsanların devamı adına ilk adımı atmış olalım.

Bir diğer nokta da, yaptığımız işlerde en halisaneyi, en müttakiyaneyi, en zahidaneyi, en veliyyaneyi bulmaya çalışmalıyız. Hem de bir ömür boyu bunun arkasında olma kaydıyla. Aksi takdirde, aksiyon ruhunun dumûra uğradığı an, “Hücümat-ı Sitte”deki gailelerin hemen çepeçevre bizi kuşatacağı kaçınılmaz olur. İşte o zaman birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen fâsit dairelere götürücü olan bu gailelerden birinin ağına düşüp helâk olabiliriz. Zira bu öldürücü virüsler arasında öyle enteresan bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere “sen de gel” sinyali gönderir. Böylece bu virüsler birbirlerine telgraf çeker gibi manevî bir irtibat kurmak ve bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi yıkmaya başlarlar. Biraz daha açacak olursak; ferdin bünyesine giren korku virüsü, tenperverlik virüsünü çağırabilir. Vücudun mukavemeti biraz daha kırılınca, sinyali alan şöhret bir hamlede içeri dalabilir... En sonunda vücud bir daha da iflah olmaz bir hale gelir ki, Allah’tan inayet ola..! Evet, şayet hususî bir lütuf, inayet olmazsa bu kerteden sonra onun için ayağa kalkmak mümkün olmayacaktır.

O halde bir yandan Rabbimizin lütuflarına mazhariyetimizi muhafaza ederken, diğer yandan da “daha yok mu?” dercesine, daha yüksek mertebelere tırmanma gayreti içinde olmalıyız ki, bu gaileler başımıza gelmesin.

Evet, her lütuf kendi cinsinden şükür ister. Şayet Rabbimiz bize imâna uyanmayı ve aynı zamanda başkalarını da uyandırma şuurunu lütfetmişse, hatta bizi, hayatımızın gayesi bu olduğuna sık sık ihtarlarda bulunmuşsa, bu nimet de yine aynı cinsten bir şükür ister. İşte bu şükür ve şükrün devamıdır ki, lütfun devamına sebep olacaktır. Allah (cc) “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Ama nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir”(İbrahim, 14/7) buyuruyor. Dikkat edecek olursanız burada “nankörlük ederseniz, nankörlüğünüzü artırırım” demiyor. “Nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir” buyurmak suretiyle, bir taraftan bizi müstakim bir çizgiye çağırıyor, diğer taraftan azaptan korunma ve lütfa mazhar olmanın yoluna işaret ediyor. İşte biz de, böyle bir imâna uyanma nimetine karşı, başkalarının imâna uyanmasına sebep olma şükrüyle mukabelede bulunuyor ve yeni yeni nimetlere mazhariyet bekliyoruz. İnşâallah bu sayede yakînimiz daha da ziyadeleşiyor ve Rabbimizi daha da yakından hissediyoruz... Üstadımız “Kendilerine verdiğimiz şeylerde infak ederler”(Bakara, 2/3) âyetinin tefsirini yaparken, umumîliğe gidiyor ve şu açıklamayı yapıyor; “Malın zekâtı olduğu gibi bedenin, zekânın, hafızanın, muhakemenin, hatta nutkun da kendine göre zekâtı vardır.” Her şeye hakkını vermek gerekir. O halde bize gelen bu lütufların temâdisi için aynı cinsten şükürle mukabelede bulunmamız şarttır ve elzemdir.

Bu hususta takip edilmesi gereken bir başka metot da; birbirimize karşı açık kapı siyaseti izlemek suretiyle iç kontrolü temin etmektir. Tıpkı Sahabe-i kiram gibi. Az Asr-ı Saâdet’e gidecek olursak, orada Ashab-ı kiram efendilerimizin birbirlerine karşı söyledikleri dobra dobra pek çok mertçe sözlere şahid oluruz. Bu sözleri bir numune olarak nazar-ı itibara alınca, biz de bunu kametimize göre kendi içimizde tatbik edebiliriz. Yani, “Arkadaş! Eğer bir mes’elede düştüğümü görürsen, elimden tutup kaldır.” “Neydi yahu o halin?” diyerek beni ikaz et. “Bu hususta temerrüd etmeyeceğim” diye karşı tarafa bir hak ve selahiyet tanıyarak, eğrildiğimizde belimizi doğrultacak bir arkadaş seçebiliriz. Yalnız burada önemli olan husus, Üstad’ın, “perdeyi yırtmamak” tabiriyle dile getirdiği ölçünün iyi ayarlanmasıdır. Evet bence “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle baş başa bırakma” diye dua dua yalvaran şahsın bu kapıyı arkadaşlarına açması ve yapılan ikazları “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” olarak kabul etmesi gerekir. Selahaddin-i Eyyûbî veya Nureddin-i Zengî bir şahsın, Yavuz Zenbilli’nin, Kanunî Ebussuud Efendi’nin ikazları karşısında dize gelmiş ve “Allah senden razı olsun, yoksa başımı almış gidiyordum” demişlerdir. O halde biz kim oluyoruz da, böyle ikazlara karşı kapımızı kapatıyor, hatalarımızı gösteren insanlara karşı tavır alıyoruz?

Hâsılı; biz kendimizi değiştirmedikçe Rabbimiz bizi değiştirmeyecektir. Ama kendi kendimizi değiştirmemizin temini hususunda nesf-i emmaremize karşı bize yardımcı olacak ve bizi kendi halimize terk etmeyecek vefakâr dostlara da çok ihtiyacımız var.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst