NÜKTELER…
İSLAM VE DENGE
İslâmiyet, ruh ile madde, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuştur. Yahudîlik beden zevklerini ve maddî faydaları ön plânda tutar. Mensuplarını hırsla dünyaya bağlanmağa sevkeder. Hıristiyanlık ve Hind dinleri ise, sadece ruhu geliştirmeye, vücuda eziyetler çektirerek nefsin arzûlarını zayıflatmaya, dünya hayatını boşlamaya önem verirler. Buna karşılık İslâmiyet, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuş; ne bedene, ne de ruha ızdırap çektirmeyi esas almıştır. İkisine de aynı ölçüde değer vermiş; herbirinin ihtiyaçlarını ayrı ayrı karşılamayı kabul etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allahım, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver" âyeti, İslâm'daki dünya ve âhiret dengesini en iyi şekilde belirtmektedir.
İslâm, ne dünyaya fazla değer vererek âhiretin, ne de âhirete ağırlık vererek dünyanın terkedilmesine izin verir...
Âhiretin dünyada kazanılacağını söyleyerek, "hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için" çalışılmasını ister...
DÜNYA-AHİRET DENGESİ
İnsanlar bir türlü aşırılıklardan kurtulamıyorlar. Hatta, Halife Harun Reşid'in kardeşi olduğu söylenen Behlül Dana'dan şöyle naklederler: Behlül, bir gün sarayın avlusunda uzun ve kalın bir kalasın bir ucuna gitmiş tutup kaldırmış. Sonra öbür ucuna gitmiş yine tutup kaldırmış. Sonra tam ortasından kavrayıp kaldırmak istemiş; ama bir türlü başarılı olamamış. Bütün gayretleri boşa gitmiş. Pencereden olayı seyreden Harun Reşid, Behlül'ü huzuruna çağırmış ve "Sen saatlerce orada ne uğraşıp duruyordun? O koca kalası kaldıramayacağın belli. Ne diye vaktini boş yere harcadın?" diye sormuş. Behlül, "Bu kalasın bir ucu dünya, öbür ucu ahiret olsa, ben teker teker uçlarından kaldırabilir miyim? diye düşündüm. Sonra bakalım, hem dünyayı hem ahireti beraber kaldırabilir miyim, dedim; ama ne yaptımsa hakkından gelemedim." demiş.
Harun Reşid dersini almış ve "Aslında sen beni kastediyorsun, beni irşad ediyorsun. Bilirim sen zaten boş bir şey yapmazsın." demiş. Doğru olmasına doğru; ama insan sahabeler gibi manen çok güçlü olsa her hâlde kaldırır gibi geliyor bana... Birilerinin "Çiroz Abdurrahman, senin böyle bir şeye nereden gücün yetecek?" dediklerini işitiyor gibiyim. Fakat, Gönlün Yar'da (yani gerçek sevgili olan Allah'ta), elin kârda (ticarette, dünya için çalışmada) diye bir dengeden bahsedenler ve "Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır." Yani elin dünyada çalışırken, gönlün dünyaya değil Allah'a bağlı olmalıdır. Ben çiroz olsam da bunu gerçekleştirebilecek, yaman pehlivanlar çıkabilir. Neden olmasın?
DENGE ŞUURU
Ufkun karardığı, ümitlerin yıkıldığı, değer ölçülerinin alt-üst olduğu felâketli günlerde istikrarın korunması, güven ve huzurun muhafazası, akıl, mantık ve iradenin, hissin önüne geçmesi, millet ve memleketimiz hakkında isabetli ve doğru karar verilebilmesi için kalp ve gönül mimarlarına önemli vazifeler düşmektedir.
Birkaç asırlık İhmalin, manasız sahip çıkılan maddenin, inançsız, sorumsuz, mesuliyetsiz bir neslin meydana getirdiği felâketler, sefaletler, rezalet ve ihanetlere karşı, tahriklere kapılmadan soğukkanlılığını koruyarak daima gelecek nesillerin, gençlerin paratoneri ve ümit kaynağı olmalıdır.
"Haklı, insaflı olur." prensibiyle hareket edip, yeniden ağlayan analara, yıkılan yuvalara, boynu bükük yetim yavrulara sebebiyet verilmemelidir. Sonuna kadar sabırlı; fakat azimli ve kararlı olmalı, gönül baharının kendi seyri içinde olgunluğa ulaşması, insanlık adına yararlı işler yapılması yolunda azamî, maddî manevî fedakârlık gösterilmelidir.
Tarihin derinliklerine indiğimizde, her millet için mukadder olan iniş çıkışlar, gülüp-ağlamalar, gece-gündüzler, yaz- kışlar, galip ve mağluplar hep olagelmiştir.
Zalimler zulümleriyle, mazlumlar da ah ve eninleriyle bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Zalimlerin zulmünü, mazlumların da ahini zerre kadar hayrı, bir o kadar şerri (kötülüğü) zayi etmeyen Allah (celle celâlühû), zalime cezasının verileceği, mazlumun da hakkının alınacağı mahkeme-i kübraya bırakıyor.
Döven, dövülen, zalim, mazlum, galip, mağlup, hepsi ama hepsi iki mezar taşı altına girmeye mecburdur. Acaba kazanan ve kaybeden kim? Elbette eline geçirdiği imkânları, menfaati, şan ve şöhreti adına insanları ezmesi, üzmesi, yakıp yıkması neticesinde zulmün temsilciliğini yapanlar, hukuka tecavüz edenler, gönül yakan ve yıkanlardır. Peki, neden bunlar oluyor? Kim bunların sorumlusu? Niçin sevgi varken nefret? Kardeşlik varken adavet? Yardımlaşma varken kin, nefret ve zulüm irtikap ediliyor.
Yaratılış gayesinden uzak, dünyayı gaye-i hayal haline getirip, hırsla hedeflediği şeyleri yakalamak, elde edebilmek için koşarken, önüne çıkan engelleri bertaraf etme yolunda zulüm yapıyor, vuruyor, kırıyor. Halbuki teklife muhatap sorumluluk taşıyan insan böyle olmamalı, kendine yakışan insan-ı kamil şuuruyla hareket ermelidir.
Sahip olduğumuz imkânlarla, elde ettiğimiz ilim ve imanla saadet asrının insanı olabilme yolunda yarışmalı ve Rasülüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile buluşma aşk ve heyecanını taşımalıyız. Ahir zamanda boyunduruğun yere düştüğü, mukaddeslerin ayaklar altında çiğnenip, hakarete maruz kaldığı bir anda "Gariplere müjdeler olsun" şerefini yakalama yolunda hizmet vermeliyiz. O zaman zulümler bitecek, İlah-i inayet bizimle olacaktır.
Gençliğin ve insanlığın avlanması için her tarafa kurulmuş ağlar, tuzaklar karşısında kendini kurtarma değil, nesli kurtarmayı dert ve hedef edinme dileğiyle.
DENGE İNSANININ RUH PORTRESİ
Denge zıdların çocuğudur. İster fizik âlemde isterse metafizik âlemde eşya zıdlarıyla ayakta durur, zıdlarıyla korunur ve zıdlarıyla varlıklarını devam ettirirler. Bu devam ettiriş, sadece eşyanın zıddıyla bilinmesi çerçevesine hapsedilecek kadar tek yönlü değildir. "Kompleks" mânâsını bütün giriftliği ile kucaklayan bir tablo ile karşı karşıyayız. Çözümünün tamamı, bu dünyada kimseye nasip olmayan; büyük çoğunluğu ahirete sarkan mudil ve karmaşık bilmecenin, harf harf kavgasını verme durumundayız. Ve denge insanı, işte böyle bir kavganın kahramanıdır.
Eteklerinde her iklimin baharını, her hâl ve zamanda ve bütün mekanları içine almak şartıyla sürükleyemeyen insan denge insanı olamaz. Denge, izafiliğin bozguna uğradığı arena. "Olmak ya da olmamak" imbiğinden süzülebilen esirî vak'a. Cazibe-dafia; artı-eksi; ve daha şümullü bir ifade ile madde-antimadde ikiz kardeşlerinin emiştikleri, dolayısıyla kesiştikleri çizgi veya nokta. Çizgi, hedefe vardıran en kestirme ve en kesin yol. Nokta, ummanlara sığmayan mânâları sırlı mahzenine sığdırabilen mihrak. Ancak bu mihraktan hareketle çizilen çizgidir ki, muhteva olarak "Denge" mânâsını kucaklayabilir. Çizgisiz ve noktasız denge düşünülemez. (Nün velkalem) âyeti bu dengeyi resmeder.
Aklı, ihtiyatından bir konak mesafe önde yürüyen veya hissiliğini realite ile izale edemeyen hendesi kafa veya mistik ruh, denge insanının ruh portresini resmetmekten çok uzaktır. O bir akıl işi olduğu kadar gönül işidir de. Bu portrede hislerin renk cümbüşü kadar, realitenin net çizgileri de vardır. Mükemmel meyve, lüb ve kısırdan meydana gelir. Rahmaniyetin bütün cilveleri içinde ve dışında oynaşan meyve en mükemmel meyvedir ve o denge insanıdır. "Rahman" dedikten hemen sonra, "İnsanı yarattı" denmesinde bu sır saklıdır. Ve "İnsan" kelimesinin başındaki lam-ı tarif, bir bakıma varlığın hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesi olan Denge insanı'nı anlatmaktadır. Hz. Adem'de geçici olarak denge sarsılır. Çünkü o, Özünde insan cinsinin kaderini billurlaştırmaktadır. Sarsılma bundandır. Yoksa her nebi aynı zamanda denge insanıdır. Aksi hâlde içtimai dengeyi kurma ve koruması nasıl mümkün olabilir? Nebiler denge kurmak için gelen seçkinlerdir.
Sevgi dengedir. İzdüşümünde nefret vardır. Aşırılık hangi tarafa meylederse etsin dengedeki hassas ölçü bozulur ve iş aslına döner. Yerini nefrete terkeden sevgi veya aksi hep bu asla dönüştendir. "Sendiğini bir dereceye kadar sev, belki birgün düşmanın olur. Düşmanına da bir dereceye kadar düşman/l/c yap, belki birgün dostun ve sevgilin olur" prensibindeki sarsılmaz denge, söz konusu portrede silinmez bir çizgidir. Mevlâna'nın şu sözü dengenin en çarpıcı misallerindendir. Mayası aşkla yoğrulmuş o büyük insan şöyle der: "Kendini öfke içinde gizleme. Sendeki bu güzellik gizlenecek güzelliklerden değildir.." İşte sevgideki denge. Bir başka adıyla, "Rıza" arşına sıçrama.. "Kahrın da hoş lütfün da hoş" avazesi. Veya elest bezminin vicdandaki yankısı. Yakıcı ve kavurucu; ama olgunlaşmanın tek şartı. Irgalanma; fakat ırakta kalmama. Ne müthiş imtihan. Başarabilen sadece denge insanı. Kamusta "Keşke" ye yer yok. Keşke sarsık insanların iltica kampı. Nesepsiz ve kaypak. Cariyelerin efendilerini doğuracakları haber verilen sistem kadar karanlık ve vehamet dolu bir kelime "Keşke'1. Halledeceği ve ettiği hiçbirşey yok. Ruhunu Helene'ye kaptıran Faust'un neticesiz çırpınışı. Ve denge insanı böyle bir duruma düşmekten müberra ve mualla. Çünkü onun ihtiyatı, her zaman hislerine ve aklına hâkim. İhtiyat dengenin sabit ibresi. Yanıltmayan mihrab. Topuğuna gelmese bile, hiçbir engele yukarıdan bakmama alışkanlığı, daha doğrusu ahlâkı. Bu da denge insanının ruh portresinden ayrı bir çizgi.
Hikmet mânâsında düşünce, o da sözde denge. Kelimelerin mahremiyetini koruma, yani iffet. Gevezelik onun izdüşümü. Yani, iffette tefrit. Bir mânâda şehvet. Söz dünyasında gayr-i meşruya kaymak.. Tek sermayesi zarar. Yunus bu dengeyi ne güzel vecizelendirir:
Az söz erin yüküdür Çok söz hayvan yüküdür Bilene bu söz yeter Sende cevher var ise "Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin ya da sussun" ifadesinde âbideleşen denge. Portreden bir çizgi de bu.
Ve kerem. Asalette denge. İzdüşümünde, selim fıtrata tiksinti verebilecek ne kadar kelime yığını varsa hepsi.
Kerem, insanlığın özü ve yaradılışındaki ayırıcı özellik. Diğer varlıklar isteseler de kerim olamazlar. Onlar için asalet söz konusu değildir de ondan. Veya bazı hayvanlarda olduğu gibi sadece fizikî durumlarıyla alâkalı bir seçkinlik söz konusudur ve onlar hakkında asalet hakikî mânâsının dışında bir mecaz ifadesi olarak kullanılır. Ama kerim olan insan, asaletin ta kendisidir. Kerem ve asalet hayatını takvadan alır. Takva, hayat gerçeklerini en mahrem köşelerine kadar tanıma ve kavramadır. O'ndan yine O'na sığınma, takvada doruk nokta. Denge insanı, Rahmaniyet burcunda bu noktayı yakalayan insandır.
Şahsiyet dengedir. İzdüşümünde zillet vardır. Ferdiyet, şahsiyet mertebesine sıçramalıdır ki insan bütünüyle kendisi olsun ve düal yasamadan kurtulsun. İzzet ve onur şahsiyetin payandalarıdır. Gurur ve kibir ise zillet fideliğidir. İnsan, izzeti kendisi gibilerin yanında aradığı müddetçe hep zillet zakkumu kemirmeye mecbur kalır. Şahsiyet meyvesi, izzeti Allah'ın yanında arayanlar tarafından devşirilir. Şahsiyet, denge insanının en mümeyyiz ve seçkin çizgilerinden biridir.
Kaderi kabul hürriyette dengedir. Cebri ve İtizalî düşünceler onun izdüşümünü meydana getirir. Kadere iman eden tevekkül semâsında pervaz eder. Tevekkül semâsı namütenahidir. Çünkü orada Ezelî ve Ebedî Zât'a teslimiyet söz konusudur. Başı Allah'a, O'nun nizamına bağlı olan hürdür. Denge insanının her türlü istibdada baş kaldırması bundandır. Tahakküm karşısında feveran asaletten gelir. Hürriyet onun için hayattır. Miskinlik ve anarşi ise esarettir. Biri maddî diğeri manevî sefalet getirir. Denge insanı bunların her ikisinden de çok uzaktır. Çünkü o kadere inanmaktadır. Bu iman onun gözbebeğidir. Dıştan siyah görünür. Fakat o, bütün aydınlığı oradan kucaklar ve bir ışık insanı olur.