Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
İslama Göre Hayat
Din ve "Zorlama"
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 230940" data-attributes="member: 27"><p><strong>B - İslâmi müsamaha anlayışı </strong></p><p><strong></strong></p><p><strong>1 - Peygamberimizin müsamahası </strong></p><p><strong></strong></p><p> İslâmiyet “zorlamanın” karşısında olduğu gibi, aksine dinî hayatta mü’minlere ve diğer insanlara karşı müsamahalı davranmayı öngörür. Müsamaha (tolerans) başkalarının inanç, düşünce ve duygularına karşı saygılı ve anlayışlı olmak demektir. Bâtıl din ve inanç sahiplerinin kendi gibi gerçeklere inanmasını istemek, bunun için meşru usullerle çalışmak “salabet-i diniyye”; bu sonuca cebr, şiddet ve zorla ulaşmaya çalışmak ise, “taassup”tur. Taassup, başkalarının inançlarına saygılı olmamak, onları da her halde kendi gibi olmaya zorlamaktır. </p><p></p><p></p><p> Müsamaha ile, dinî mukaddeslere hakaret eden, inançlarımızı ayaklar altına alan insanların kavlî ve fiilî tavırlarına karşı sessiz kalmak karıştırılmamalıdır. İkincisi müsamaha değil, dinde lâkaydlıktır. Bu noktada, Müslümandan beklenen “dinî gayret”tir. Dinî gayrete sahip çıkmanın sayısız örnekleri vardır... </p><p></p><p></p><p> Sa’d bin Übade Rasulullah’ın da bulunduğu bir sohbette, “Karımın yanında yabancı bir erkek görsem onun boynunu kılıcımın keskin tarafı ile vururum” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (a.s.m.) “Sa’d gayyur (çok kıskanç) bir adamdır. Fakat ben ondan daha gayyurum. Allah ise benden daha gayyurdur. Onun için fuhşun açık olanını da, gizli olanını da haram kılmıştır” buyurdu.32 Müsamaha ile lâkaydlık, dinî gayret ile dinde lâubâlilik birbirine karıştırılmamalıdır. (İslâm'da ferdin ceza verme yetkisi ilerde gelecektir.) </p><p></p><p></p><p> Rasulullah Medine’de müşrikleri evinde misafir etmiştir. Yahudiler hasta olunca ziyarette bulunmuş, cenazeleri geçerken ayağa kalkmıştır. Necran’dan gelen Hıristiyanları mescidde misafir etmiş ve burada dinî ayinlerini yerine getirmelerine izin vermiştir.33 Şu hadise onun müsamahasına mühim bir örnek teşkil eeder: Bir bedevi mescidin bir kenarın işemişti. Oradakiler adama bağırıp çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber de duruma şöyle müdahalede bulundu: “Bırakın adam işini bitirsin. Sonra da üzerine bir kova su dökün. Zira siz işi zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için gönderildiniz.”34</p><p></p><p></p><p> Hz. Peygamber (a.s.m.) muhalif ve düşmanlarının dinî itikad ve amellerine olduğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de tahammül etti. O gerçek bir müsamaha peygamberi idi ve bunu fiilî ve kavlî olarak gösterdi. Medineli Yahudilere ne kadar müsamahalı davrandıysa; her seferinde andlaşmayı, sözleşmeyi bozan taraf Yahudiler oldu. Hatta bir seferinde Yahudiler ona suikast planlamıştı. Bunun cezası kendi kitaplarına göre erkeklerin öldürülmesi, kadınların da hapsedilmesi idi. Fakat Peygamberimiz bunu da affetti. Hepsinin malı ve çocuklarıyla birlikte gitmelerine izin verdi.35</p><p></p><p> </p><p> Hudeybiye anlaşmasının yürürlükte olduğu sırada Ten’im dağından 80 kişi Rasulullah’ı öldürme teşebbüsüne geçmişlerdi. Bunlar yakalanıp kendisine getirildi, fakat onları affetti. Hayber’de keçi kesip Rasulullah’a ikram eden bir Yahudi kadını, etin içine zehir atmıştı. “Peygamberse zaten bilir, değilse insanları ondan kurtarmış olurum” diyerek öldür-meye teşebbüs etmişti. Peygamberimize mu’cizevî bir şekilde etteki zehir farkettirildi. Kadını affetti. Fakat etten zehirlenerek ölen Müslümanın yakınları, onu kısasen öldürdüler. 36</p><p></p><p> </p><p> Uhud muharebesinde düşmanla karşılaşmasında dört dişi kırıldı, mübarek yüz ve başından yara almıştı. Ashab bunca eza ve cefalar arasında onun düşmanlarına beddua etmesini beklerken, Rasulullah, (a.s.m.) “insanlara beddua etmek için değil, onları Allah’ın yoluna çağırmak için geldiğini” ifade etti. Taif muhasarası sırasında, ayakları kanlar içindeyken, ellerini semaya kaldırmış, herkes Allah’tan bu beldeye bir musibet vermesi için dua edeceğini zanne-derken o, “Rabbim Taif halkını İslâm'ın zenginliği ile nimetlendir ve onları Medine’ye dostluk ruhu ile gönder” diye yalvardı.37 Hz Âişe Validemize göre, Rasulullah kimseden kendi namına intikam almamıştır. Hiçbir zaman kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermemiştir. Kureyşliler ona her türlü eza ve cefada bulundu. Alay etti, hakaret savurdu, saldırdılar, hayatına kasdettiler, ona pek çok defa savaş ilan ettiler. Fakat bütün bunların sonunda, on bin kişilik ordu ile Mekke’yi fethettiği zaman Rasulullah hiçbir kimseden intikam almadı. Küfürde aşırı giden dokuz kişi müstesna, herkesi affetti. Onlardan gelip pişman olanları salıverdi. 38</p><p></p><p> </p><p> <strong>2 - Kur’an’ın müsamaha emirleri </strong></p><p><strong></strong></p><p> Zikrettiğim misaller Rasulullah’ın “dini ve inançlarını benimsetme” uğruna en küçük bir baskı ve şiddetten bile kaçındığını gösterir. Bu müsamahanın kaynağı Rabbinin emirleridir. Kur’ân bu hususu değişik şekilde ele almış, zâtını o yüce mektepte kamil bir muallim haline getirmiştir. </p><p></p><p></p><p> “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir.”39 </p><p></p><p> “Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama, kim affeder ve barışırsa onun da ecri Allah’a attir. Doğrusu o zulmedenleri sevmez.”40 </p><p></p><p> “O takva sahipleri bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”41 </p><p></p><p> “Sana uyan mü’minlere şefkat kanatlarını ger. Eğer sana karşı gelirlerse, ‘Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’ de.”42 </p><p></p><p> “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalbli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah’ın da onları bağışlaması için dua et!...”43 </p><p></p><p> “İyilik ve fenalık eşit değildir. Ey inanan kişi! Sen fenalığı en güzel şekilde def et! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”44</p><p></p><p> </p><p> Zikrettiğimiz âyetler müsamahayı emredenlerden sadece birkaçıdır. Şu da unutulmamalı ki, hoşgörü, her zaman aynı ne-ticeyi vermeyebilir. Bu sebeple âyetleri değerlendirirken, hangi durumda nasıl bir hareket tarzı takip edileceği mevcut şartların basiretle incelenmesine de bağlıdır. Bu açıdan mü’minler, insanî münasebetlerde, akılcı ve ölçülü olmalıdır. Düşmanlık yerine dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasını; öfke, hiddet ve intikam yerine hilmi, yumuşaklığı, sabrı; kötülük yerine ihsan ve iyiliği, hayrı; cimrilik yerine cömertliği; dargınlık yerine ara-buluculuğu, arkadaşlığı, merhamet ve şefkati, yardıma koşmayı, alçakgönüllü olmayı, ülfeti, afv ve bağışlamayı45 esas edinmeli; insanlara İslâmiyeti anlatmada basitten mürekkebe, azdan çoğa doğru tedricî bir yol takip etmelidir. </p><p></p><p></p><p> <strong>3 - Tebliğ-sulh ilişkisi </strong></p><p><strong></strong></p><p> Müşriklerle savaşmayı emreden, “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.”46 ve “Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı”47 âyetleri ve cihada izin veren, hatta emreden âyetlere bakarak İslâm'ın “kılıç dini olduğunu” söylemek bilgisizlik eseridir. </p><p></p><p></p><p> İslâmiyet barış dinidir. Arapça, “selâm” ile “islâm” kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de es-Selâm’dır. Cennetin de bir ismi Daru's- Selâm’dır. Nihâyet mü’minlerin birbiriyle karşılaştıkları zaman ilk sözleri “selâm”dır. </p><p></p><p></p><p> Mü’min için aslolan barış tarafını tutmaktır. “Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzi yürürler. Câhiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selâm’ derler.”48 Selâm mü’minin dilinden hiç düşmeyen bir kelimedir. Her tahiyyatta Allah’a “Bize ve Allah’ın diğer salih kulları üzerine selam olsun” diye dua ederiz.49 Bu kadar barış ve selâmeti arzulayan bir dinin diğer insanlarla ilişkilerde de barışı esas alması kadar tabiî birşey olamaz. Bu sebeple Cenab-ı Hak Kur’ân’da birçok yerde barışa yönelmeyi emretmekte; savaşı ise en son çare olarak göstermektedir. Bu emirlerden birkaçı: </p><p></p><p></p><p> “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın.”50 </p><p></p><p> “Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barışı teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”51 </p><p></p><p> “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez.”52 </p><p></p><p> Hz. Peygamber de gayrimüslimlerle olan ilişkilerinde devamlı barış istikametinde hareket etmiş, harb başlatıcısı olmamıştır. Başkaların sebep olduğu savaşların başlangıcında da daima barış teklifinde bulunmuştur: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin. Karşılaştığınızda da sabredin.”53</p><p></p><p> </p><p> Hz. Peygamberin dinini yaymak, Kur’ân’ı benimsetmek için barış ve sulha ne kadar önem verdiğini gösteren belgelerden birisi Hudeybiye Musalahası’dır. Hicretin 6. senesinde yapılan bu sulh andlaşması, İslâm'ın benimsenmesinde muazzam bir zafere kapı açmıştır. </p><p></p><p></p><p> Kâbe’yi tavaf etmek için Mekke ileri gelenlerine Rasulullah’ın elçiler vasıtasıyla yaptığı teklifler cevapsız kaldı. Üstelik Hz. Osman’ın da öldürüldüğü şayiası çıkarıldı. Müteaddit teşebbüsler savsaklanınca Rasulullah, “Allah bana biat yapılmasını emrediyor” diyerek sahabilerden Allah yo-lunda savaştan dönmeyeceklerine dair söz aldı. Müslümanlardaki bu kararlılık sebebiyle müşrikler üç gün yanlarında tuttukları Hz. Osman’ı da salıverdiler. Fakat müşrikler, Rıdvan Biatı diye tarihe geçen bu biattan telaşa kapıldılar. Peygamberimiz ve ordusunun üzerlerine yürüyeceği endişesi ile aceleyle Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti sulh teklif etmek üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Müzakereler sonunda imzalanan anlaşmada şu maddeler yer alıyordu: </p><p></p><p></p><p> a- Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbiriyle 10 yıl müddetle savaşmayacaklar. </p><p></p><p> b- Peygamber ve ashabı bu yıl Mekke’ye girmeyecek. Gelecek yıl da yalnız yolcu silâhı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe'yi tavaf edecekler ve Mekke'de de sadece 3 gün kalıp dönecekler. Müşrikler ise o sırada şehri boşaltacaklar. </p><p></p><p>c- Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iade edilmeyecek. Fakat Mekke’den Medine’ye, velev Müslüman dahi olsa, iltica edenler istendiği takdirde geri verilecekler. </p><p></p><p>d- Arap kabilelerinden isteyen Peygamber’le, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacak.54</p><p></p><p> </p><p> <strong>4- Hudeybiye sulhunun neticeleri </strong></p><p><strong></strong></p><p> Hudeybiye anlaşmasında görünüşte Müslümanların aleyhine olan maddeler vardı. Hatta bazı sahabiler Müslümanların izzeti korunmadı diye seslerini bile yükselttiler. Peygamberimiz, “Bizden onlara gidecek olanları, Allah bizden uzak etsin. Onlardan bize gelip geri çevireceğimizi de muhakkak ki Allah biliyor. Onlar için elbette bir genişlik yaratacaktır”55 diye çevresindekileri teselli etti. Hz. Ömer anlaşma metni karşısında feveran ediyordu. Bilâhere şöyle diyordu: “Ben hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman yapmadığım bir şekilde başvurdum. Eğer o gün kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılırdım.”56 Hudeybiye anlaşmasının hayır yönlerini Peygamberimiz şöyle anlattı: </p><p></p><p></p><p> “Hudeybiye sulhu en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, emniyette bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden öğreneceklerdir. Allah sizi onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ-salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.”57</p><p></p><p> Gerçekten Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müjdelediği gibi, Hudeybiye’nin çok müsbet neticeleri olmuştur. </p><p></p><p> 1- O zamana kadar İslâm'ı ve İslâm devletini tanımak istemeyen Arap müşriklerinin dinî, siyasî ve iktisadî yönden tâbi oldukları Kureyş, İslâm devletini resmen kabul etmiş oldu. İslâm'ı ve Müslümanları topyekün imha için planlar hazırlayan bu kabile, kabına çekiliyor, on sene müddetle Müslümanlarla iyi münasebetler içinde olmaya, yani sulh ve sükun içinde hareket etmeye rıza gösteriyordu. </p><p></p><p> 2- Kureyş, İslâm devletinin başka bir hasım devletle halledilmesi gerekli mes’elelerinde tarafsız kalma şartına imza atıyordu. </p><p></p><p> 3- Maddî kılıç kınına kondu, Kur’an’ın mânevî, parlak kılıcı ortaya çıktı. Kalp ve akıllar fethe başlandı. Müslümanlar ile müşrikler serbestçe görüşme imkânı buldu. İslâmın sönmez nurlarını hal ve tavırlarıyla gösteren sahabilerin hali müşrikleri celbetti. Kavim ve kabile taassubu kırıldı. Birer harb dahisi olan Halid bin Velid ve Amr bin As gibi zâtlar maddî kılıçla mağlubiyeti içle-rine sindiremiyordu. Fakat sulh ortamında müzakere ve sohbetler ile bizzat Rasulullah’a arz-ı teslimiyetle, Müslüman oldular. Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene içinde Müslüman olanların sayısı, Hz. Peygamberin nübüvvet vazifesine başlayıp sulh gününe kadar Müslüman olanların sayısından fazladır. İki sene önce umre için yola çıkan sahabiler (müslümanlar) 1400 iken, Mekke’nin fethine gidilirken bu rakam 10.000 civarını bulmuştu. </p><p></p><p></p><p> Kur’ân musalaha ile açılan “manevî fetihlere” işaretle, “Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık”58 buyurmuştu. Bu âyet ve neticeye bakan bazı alimler, İslâmın “asıl zaferinin” manevî sahada olduğu neticesine varır.59 İmam-ı Zührî der ki, “İslâm'da Hudeybiye musalahasından önce daha büyük bir fetih olmamıştır.”60</p><p></p><p> </p><p> Sulhun İslâmiyetin benimsenmesi için ne derece önemli bir unsur olduğunu bilen Hz. Peygamber (a.s.m.) ne ekalliyette iken, ne de zafere ulaşmış olduğu halde hiçbir zaman, müşriklerin ve ehl-i kitabın inançlarına karşı “tahkir ve tezyif” kokan yaklaşım göstermedi. Bu hususta, Kur’ân’daki şu âyet onu apaçık menediyordu: </p><p></p><p></p><p> “Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları şeriklere sövmeyin ki, onlar da cahillikle hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler. Her millete kendi işlediğini Biz böylece hoş gösterdik...”61</p><p></p><p> </p><p> Kötülüğe kötülükle mukabele etmek, insanları İslâm'a düşman haline getirir. Hatta sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, Allah’a ve iman hakikatlarına karşı çok çirkin saygısızlıklar yapılmasına yol açar.62 Hudeybiye’nin yüzlerce insanın Müslüman olmasına sebep olan barış ve sükünet atmosferi, Rasulullah’ın müsamahaya dair zikrettiğimiz “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver”63 âyetini, tatbikinin de bir meyvesi sayılır. Yoksa “gerek Asr-ı Saadette ve gerekse takip eden yarım yüzyılda İslâm'ın kuzeyde ve güneyde, Asya’da ve Afrika’da binlerce insanın akıl ve kalplerine hakim olması”64 ne ile açıklanabilir? </p><p></p><p></p><p> <strong>5 - Devlet müsamahası </strong></p><p><strong></strong></p><p> Hz. Peygamberin mücadelesinin her safhasında “zorlama”dan uzak, devamlı düşmanın “kalbini kazanmaya müteveccih” bir metoda ağırlık verdiği dikkat çeker. </p><p></p><p></p><p> Muzaffer bir kumandan ve galibiyetteki grup olarak Hz. Muhammed ve ashabının dini yaymada nasıl bir “mülayemet çizgisi” takip ettiklerini gördük. Şimdi de, sıkıntılı günlerden sonra, Allah’ın ona lutfettiği “İslâm devletinin” başkanı olduğu zamanki tavırlarına göz atalım. </p><p></p><p></p><p> <em><strong>a - İslâm otoriter değildir </strong></em></p><p><em></em></p><p></p><p> Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakîf siyasî birliği sağlarken Medine’de müthiş bir kaos hakimdi. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec arasında 120- 125 yıl devam eden iç çatışmalar ve kan davaları, iki önemli Yahudi kabilesi olan Beni Nadir ve Beni Kaynuka arasındaki sürtüşmeler şehirde siyasî birliğin teşekkülüne bir türlü imkân tanımıyordu. İşte Hz. Peygamber Hicretle geldiği Medine’de şarkiyatçı Wellhausen’in ifadesiyle “Böylesine muztarip, fakat siyasî birliğe muhtaç kabileler arasında din ve hukuk temeline dayalı yepyeni ve o günkü Araplar arasında da hayli garip bir siyasî birlik kurmayı”65 başarmıştı. Hz. Peygamber keşmekeş içindeki bu toplumda birinci problem olan kan dâvâlarının diyetlerini yazılı metin haline getirdi. Evs ve Hazrec biri şehrin güneyini, diğeri de kuzeyini tutmuş; Buas adı verilen asırlık kavgalardan bitkin halde idi. Hicrete tekaddüm eden dönemdeki Medine’nin içinde bulunduğu bu şartlar Hz. Muhammed (a.s.m.)’in işini daha kolay hale getirdi. Önce nüfus sayımı yaptırttı. Müslüman olmayan Araplar da vardı. 1500 Müslüman vardı. İsimleri yazıldı. 10 bin nüfuslu şehrin 4 bini Yahudi, 4500 kadarı müşrik Arap, ağırlığı hissedilmeyecek kadar da bir Hıristiyan topluluk vardı. İlk önemli sosyal faaliyet olarak, Ensar ve Muhacirler arasında “muahat” (kardeşlik) akdi te’sis edildi. Öte yandan Yahudi ve Müşrik Araplara da güven verildi. Bununla Hz. Peygamber, Medine üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmayı değil, kendi cemaatinin emniyet içinde hareket etmesini sağlamayı hedef edinmişti.66 Bu atmosferde tatbik edilen “birlik stratejisinin” muhtelif ülkelerdeki Müslümanların İslâmî hizmet anlayışına çok önemli bir projektör olduğunu düşünmek gerekiyor. Fevrîlik, şiddet ya da başkalarını dışlamak, kötülüklerini aleni yüze çarpmak gibi “usullerin” yanlışlığını burada şu tabloya bakarak ifade etmekten kaçınamayız. </p><p></p><p></p><p> <em><strong>b - Medine site devletinde otorite </strong></em></p><p><em></em></p><p> Hz. Peygamberin bu hareket tarzından nasıl bir noktaya varmak istediğini bir-iki maddede şöyle ifade etmek mümkün: </p><p></p><p> 1. Müslümanlar bu Medine site devletinin ancak yüzde 15’ini meydana getiriyor. Bu durumda en fazla muhtaç oldukları emniyet ve sükunet içinde dinlerini yaşamak kavlen ve fiilen bunu göstermekti. </p><p></p><p> 2- Herkese hukuk temelinde “Neysen osun” denilmiş oluyordu. Yahudiler de, müşrik Araplar da site devleti içinde hak ve hürriyetlerinde serbestçe hareket imkânına sahiptiler. Vesikaya taraf olanlar bu hakkı kullanmış, Müslümanlar ile aralarında çatışmaya varacak hiçbir ciddi problem de çıkmamıştır. </p><p></p><p> 3- İslâmî modelin “totaliter”(baskıcı) olduğunu vehmeden insanlar, bu örneğin farkında değiller. Şâyet insanlar hür bir şe-kilde herhangi bir dini tercih edeceklerse, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de buna uygun olması gerekir. Bu durumda İslâm dini Müslümanları bağlar. Diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayrimüslimlerden bu hukuka göre hareket etmelerini de istemez.67</p><p></p><p></p><p> <em><strong>c - Çoğulcu sisteme benzerlik </strong></em></p><p><em></em></p><p> Bulaç’ın son maddeye aldığımız tespitleri, İslâm devlet modelinde Hz. Peygamberin (a.s.m.) “insanlara dini serbestçe tanıyabilmeleri” için insanî ve tabiî bir hürriyeti nasıl temin ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu süreç, “İslâmîleşme modellerinde” içinde bulunduğumuz sıkıntılara karşı çok önemli çözüm ipuçları taşır.68 Çünkü Hz. Peygamber Hicret öncesindeki Mekke’de bir cemaat reisidir. Daru’l-Erkam’dan tebliğ ve cihadı yönlendirir. Hicret sonrası Medine'de ise, bir devlet başkanıdır. Mescid-i Nebevî de bu devletin merkezidir. Medine site devleti boy salarken, Mekke müşriklerinin tecavüz tehlikesi tamamen uzak değildir. Hatta, Abdullah bin Übeyy’in şehrin krallığına talip olduğunu açıklaması bile bu tehlikenin ayak sesleri sayılabilirdi. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ortak savunma metni üzerinde anlaşma sağlaması öncelikle kendi dini için hayatî önemi haizdir. İlk 1-25 maddesi Müslümanlara, kalan 27 madde ise Yahudilere dair olan insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası olma şerefine sahip Medine Vesikası’nın konumuzla ilgili maddesine göre, (md: 25) “her toplum, dinî, hukukî ve kültürel bağımsızlığa sahip olacak, kimse kimsenin din ve ibadetine karışmayacaktır.”69 Hatta Necran Hıristiyanlarının kiliselerine karışılmaması metne girdi ve bunların Allah ve Peygamberinin himayesinde oldukları teminatı verildi.70 Bu sonraki İslâm devletlerinde de örnek kabul edilmiş ve zımmîler serbest bir şekilde dinî hayatlarını idame ettirmişlerdir. Mesela, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra “Galata Hıristiyanlarının kiliselerine el konulmayacağı, bunların camiye çevrilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve Müslüman olmaya zorlanmayacağı”na dair teminat vermiştir.71</p><p></p><p> </p><p> Gayrimüslimlerin bulundukları beldeler barışla ele geçirilmiş ise, içindeki mabedlerden mevcutlara dokunulmaması, yenilerinin yapılması anlaşma şartlarına bağlıdır. Savaşla ele geçirilen beldede ise yeni mabedin yapılmasına izin verilmeyeceği kanaati yaygındır. Maamafih bu hususta zamanın şartlarına göre fetva verildiği görülür. Çağdaş İslâm hukukçularından A. Zeydan ise “Dinde zorlama yoktur” âyeti hükmünce, sahabe döneminde hiçbir mabedin yıkılmadığı gerçeğinden hareket eder. “Kur’ân’ın sağladığı din ve vicdan hürriyeti içinde, İslâm beldelerinde kilise ve havra inşa edilemeyeceği” hükmünü doğru bulmaz.72</p><p></p><p> </p><p> Site devletin kuruluşunda Hz. Peygamber’in kendisine her şartta tâbi olmak için bey’at etmiş sahabileri vardı. Onlardan sağlam biat almıştı. Gayrimüslimlere savaş ilan edebilirdi. Onları içinde bulundukları bâtıl itikatlardan kurtarmak için zorlayabilir, gözdağı verebilirdi. Bunları yapmadı. Çünkü, “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk dalaletten ayrılmıştır” âyeti buna izin vermiyordu. Mal, can, ve sair dinî hakları kullanmakta “eşitlik” üzere vardığı anlaşmayı bozma temayülündeki insanları da ikaz etti: “Bir zımmîyi öldüren Cennet kokusunu koklayamaz. Halbuki onun kokusu 40 yıllık uzaklıktan hissedilir.”73 Hatta ehl-i kitabın tavuk ve koyunlarından faydalanmanın hükmü sorulan İbn Abbas, “Onlar cizyelerini verdikleri müddetçe malları kendi rızaları olmadıkça size haramdır”74 demiştir. Daha da ilerde, Kur’ân anlaşma halindeki ehl-i kitabdan “zulmedenler hariç” en güzel şe-kilde mücadele edilmesini ve “Bize de, size de indirilene iman ettik. İlahımız ve ilahınız Birdir. Biz O’na teslim olanlardanız” demelerini emrediyordu.75 Müşrik reisle-rine bile iyi muamele yapılmasını tavsiye eden Kur’ân mü'minlerin bu hususta titiz davranmasına rehberlik etti: </p><p></p><p> “Eğer müşriklerden biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin, sonra onu emniyet içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmez bir topluluktur.”76</p><p></p><p> Ashab da bu tavsiyelere harfiyyen uyar, müşriklerden sâdır olan sertliklere sabırla tahammül gösterirlerdi. </p><p></p><p></p><p> <em><strong>d - “Ortak kelime”ye davet </strong></em></p><p><em></em></p><p> Evlilik, kestiklerini yemek, mecbur kalınırsa kaplarını dahi kullanmak kadar yakın münasebet kurulmasına izin verilen ehl-i kitabı Kur’ân kendine çok yakın görmektedir. Bu sebeple, “De ki: Ey kitab ehli olan Hıristiyan ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki, ‘Şahit olun, biz Müslümanız’”77 ifadeleri onlara açık davet çıkarmaktadır. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili farklı birkaç hadiseden söz edilir. Bunlardan birisi, Necran Hıristiyanlarının din adamlarını “ilahlaştıracak” derecede yüceltmesidir. Ehl-i kitab Allah’a inansa bile sıfatlarında hataya düştüğü için şirktedir. Bir diğer rivâyet de Hz. Peygamberin ehl-i kitabın Tevrat'taki metinleri değiştirdiklerini bilmesi gerçeğidir. Kur’ân bu âyetle, onların asıl tevhid inancına -ki kendi kitaplarında da bu vardı- dönmelerini hatırlatır. Çünkü Hıristiyanlar İsa, Yahudiler de Üzeyr (a.s.m.) hakkında “uluhiyet” isnadında bulunmakla vahiy gerçeğini tahrif etmişler, ayrıca din adamlarını Allah’la kul arasında vasıta saymışlardır. </p><p></p><p></p><p> Bu mücadele esnasında yukarda zikrettiğimiz gibi “en güzel usulün tatbiki” emredilir. Ne yazık ki, “insanlar içinde ha-yata karşı en hırslı”78 bir millet olan Yahudiler her seferinde bu anlaşmaları bozmayı tercih etiler. Cizye verip Müslümanlarla birlikte yaşadıkları halde İslâm'a ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’a ihanet eden Beni Nadir ve Beni Kurayza’ya karşı son mücadele çaresi olarak “silâhlı cihad” yapmak durumunda kalınmıştır. Bunu da Hz. Peygamber yine insanî ölçülerde, kademeli şekilde tatbik etmiştir. </p><p></p><p></p><p> <em><strong>e- Münafıklara neden baskı yapılmadı? </strong></em></p><p><em></em></p><p></p><p> İslâm'ın “devlet” çapındaki müsamahasını incelerken, Hz. Peygamberin (a.s.m.) mu’cizevî bir gözle, sahabilerin de basiretle “kesinlik” derecesinde tanıdıkları münafıklara karşı neden “baskı uygulayıp” İslâm cemiyeti dışına itmediği merak mevzuudur. Kitab ehlinin ve apaçık küfür içinde olan müşriklerin “kalblerini ısındırmak” düşüncesiyle “onlara dinî konularda müsamaha” ile bakıldığı kabul edilebilir. Halbuki münafıklar onlardan ziyade İslâmiyete zarar veriyordu. </p><p></p><p></p><p> “Dinde zorlama yoktur” hükmünün sadece bahsini ettiğimiz kesimler için geçerli olduğunu düşünemeyiz. İslâmiyet cihanşümuldür. Hz. Muhammed (a.s.m.) da âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.79</p><p></p><p> </p><p> Rasulullah (a.s.m.) bütün menfi tavırlarına rağmen münafıkların kendilerini İslâm toplumunun bir parçası olarak hissetmeleri için elinden geleni yapıyordu. Onlar da İslâm cemiyetinin bir ferdi olarak toplantılara ve faaliyetlere, ibadetlere katılıyordu. Hatta savaş gibi hayatî ehemmiyeti olan konularda bile görüş belirtebiliyorlardı. Bunun sebeplerini şöyle tespit etmek mümkün: </p><p></p><p></p><p> <em><strong>1) Din zâhire bakar </strong></em></p><p><em></em></p><p>En önemlisi İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. Şeriat insanların iç dünyalarına değil, zahir ve amellerine bakar. Mekke’nin fethi için hazırlıklar yapıldığı bir sırada bir sahabi durumu değişik özel sebeplerden düşmana haber vermişti. Hz. Ömer’in şiddetli ısrarlarına rağmen Peygamber (a.s.m.) bu kişinin cezalandırılmasına izin vermedi. Müşahhas fertleri değil, “tipleri” küfre isnad ederek, zahirde küfür alameti hissettirmeyen insanlara bunu isnad etmekten şiddetle kaçınmıştır. Bu İslâmî tebliğ metodunun da özünü teşkil etmiştir. Çünkü İslâm'ın o konudaki hükmü kişiye henüz ulaşmamış olabilir, ya da nassı yanlış anlama, fikren tereddüt gibi mazeretleri olabilir...80</p><p></p><p> </p><p> Rasulullah Uhud savaşından sonra, şehid olan müslümanlar hakkında, “Bizimle beraber kalsalardı öldürülmezlerdi” diyen münafıkları öldürmek için izin isteyen Hz. Ömer’e, “Allah’tan başka ilah olmadığını ve benim de onun Rasulü olduğumu söylemiyorlar mı?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a.) “Evet ey Allah’ın Rasülü, fakat bunu öldürülmekten korktukları için yapıyorlar” dedi. Peygamber (a.s.m.) bu sefer,“Lâilâheillallah Muhammedurrasulullah” diyeni öldürmekten men olundum” buyurdu.81</p><p></p><p> </p><p> <em><strong>2) Siyasî sebep </strong></em></p><p><em></em></p><p> Bir sebep de siyasîdir. Eğer münafıklar İslâm'a karşı düşmanlık yapıp, diğer İslâm düşmanlarına katılacak olsalardı İslâm'a ve Müslümanlara daha fazla zarar verirlerdi. </p><p></p><p></p><p> Münafıklar her dönemde Müslümanlar arasında fitne başı olmuştu. Yakın bir bölgede ve kazanılması muhtemel olan Beni Müstalik gazvesine katılmışlardı. Gazve sonunda Müreysi kuyusunun başında Evs’li Said el-Gıfarî ile Hazrecli Veber el-Cühenî arasındaki tartışma neredeyse Ensar ile Muhacirleri karşı karşıya getiri-yordu. İşin bu safhasında araya giren münafıkların lideri Abdullah bin Übeyy, muhacirleri “nankörlükle” suçladı ve “Besle kargayı oysun gözünü” kabilinden hakaret dolu kelimeler sarfederek, “Rasulullah’ın yanındakilere nafaka vermeyiniz ki etrafındakiler dağılsın. Medine’ye döndüğümüzde kuvvetli olan zayıfı kovacaktır” sözü ile tansiyonu arttırdı.82 Bu sözleri ile o, Müslümanların kabilecilik damarlarını harekete geçirmek istiyordu. Durum ve sözleri Rasulullah’a iletildi. Çağrıldı, fakat sözlerini inkâr etti. Hz. Ömer tekrar öldürülmesi için izin istedi. Peygamber (a.s.m.) “Muhammed ashabını öldürüyor demesinler” diyerek izin vermedi.83 Hatta Abdullah bin Übeyy’in oğlu bizzat Rasulullah’dan izin istedi. “Belki başkası öldürürse içimde kin duyabilirim” diye. Rasulullah ona da “Bizimle beraber olduğu sürece onunla arkadaş olur, sohbet ederiz” dedi. Kısacası Hz. Peygamber onları tanıdığı halde açıklamamış ve İslâmî toplum içinde Müslüman gibi yaşamalarına ses çıkarmamıştır. Bunun bir sebebi de, açıklanmaları halinde samimi Müslümanların onlarla çatışması, hatta iç savaş çıkma endişesi olabilir. </p><p></p><p></p><p> <em><strong>3) Mühlet tanımak </strong></em></p><p><em></em></p><p> Önemli bir sebep de onları İslâm'a kazanmak için mühlet tanımaktır. Belki içlerinden samimi olanlar nifaktan kurtulur ümidi ile Hz. Peygamberin ganimetlerden bile onlara fazla fazla verdiği olmuştur.84 Bunların istisnaları da vardır. Fakat umumi olarak Hz. Peygamberin münafıkları “zorlamak” suretiyle nifaklarını ortaya çıkarmamış olması dikkat çekicidir.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 230940, member: 27"] [B]B - İslâmi müsamaha anlayışı [/B] [B]1 - Peygamberimizin müsamahası [/B] İslâmiyet “zorlamanın” karşısında olduğu gibi, aksine dinî hayatta mü’minlere ve diğer insanlara karşı müsamahalı davranmayı öngörür. Müsamaha (tolerans) başkalarının inanç, düşünce ve duygularına karşı saygılı ve anlayışlı olmak demektir. Bâtıl din ve inanç sahiplerinin kendi gibi gerçeklere inanmasını istemek, bunun için meşru usullerle çalışmak “salabet-i diniyye”; bu sonuca cebr, şiddet ve zorla ulaşmaya çalışmak ise, “taassup”tur. Taassup, başkalarının inançlarına saygılı olmamak, onları da her halde kendi gibi olmaya zorlamaktır. Müsamaha ile, dinî mukaddeslere hakaret eden, inançlarımızı ayaklar altına alan insanların kavlî ve fiilî tavırlarına karşı sessiz kalmak karıştırılmamalıdır. İkincisi müsamaha değil, dinde lâkaydlıktır. Bu noktada, Müslümandan beklenen “dinî gayret”tir. Dinî gayrete sahip çıkmanın sayısız örnekleri vardır... Sa’d bin Übade Rasulullah’ın da bulunduğu bir sohbette, “Karımın yanında yabancı bir erkek görsem onun boynunu kılıcımın keskin tarafı ile vururum” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (a.s.m.) “Sa’d gayyur (çok kıskanç) bir adamdır. Fakat ben ondan daha gayyurum. Allah ise benden daha gayyurdur. Onun için fuhşun açık olanını da, gizli olanını da haram kılmıştır” buyurdu.32 Müsamaha ile lâkaydlık, dinî gayret ile dinde lâubâlilik birbirine karıştırılmamalıdır. (İslâm'da ferdin ceza verme yetkisi ilerde gelecektir.) Rasulullah Medine’de müşrikleri evinde misafir etmiştir. Yahudiler hasta olunca ziyarette bulunmuş, cenazeleri geçerken ayağa kalkmıştır. Necran’dan gelen Hıristiyanları mescidde misafir etmiş ve burada dinî ayinlerini yerine getirmelerine izin vermiştir.33 Şu hadise onun müsamahasına mühim bir örnek teşkil eeder: Bir bedevi mescidin bir kenarın işemişti. Oradakiler adama bağırıp çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber de duruma şöyle müdahalede bulundu: “Bırakın adam işini bitirsin. Sonra da üzerine bir kova su dökün. Zira siz işi zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için gönderildiniz.”34 Hz. Peygamber (a.s.m.) muhalif ve düşmanlarının dinî itikad ve amellerine olduğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de tahammül etti. O gerçek bir müsamaha peygamberi idi ve bunu fiilî ve kavlî olarak gösterdi. Medineli Yahudilere ne kadar müsamahalı davrandıysa; her seferinde andlaşmayı, sözleşmeyi bozan taraf Yahudiler oldu. Hatta bir seferinde Yahudiler ona suikast planlamıştı. Bunun cezası kendi kitaplarına göre erkeklerin öldürülmesi, kadınların da hapsedilmesi idi. Fakat Peygamberimiz bunu da affetti. Hepsinin malı ve çocuklarıyla birlikte gitmelerine izin verdi.35 Hudeybiye anlaşmasının yürürlükte olduğu sırada Ten’im dağından 80 kişi Rasulullah’ı öldürme teşebbüsüne geçmişlerdi. Bunlar yakalanıp kendisine getirildi, fakat onları affetti. Hayber’de keçi kesip Rasulullah’a ikram eden bir Yahudi kadını, etin içine zehir atmıştı. “Peygamberse zaten bilir, değilse insanları ondan kurtarmış olurum” diyerek öldür-meye teşebbüs etmişti. Peygamberimize mu’cizevî bir şekilde etteki zehir farkettirildi. Kadını affetti. Fakat etten zehirlenerek ölen Müslümanın yakınları, onu kısasen öldürdüler. 36 Uhud muharebesinde düşmanla karşılaşmasında dört dişi kırıldı, mübarek yüz ve başından yara almıştı. Ashab bunca eza ve cefalar arasında onun düşmanlarına beddua etmesini beklerken, Rasulullah, (a.s.m.) “insanlara beddua etmek için değil, onları Allah’ın yoluna çağırmak için geldiğini” ifade etti. Taif muhasarası sırasında, ayakları kanlar içindeyken, ellerini semaya kaldırmış, herkes Allah’tan bu beldeye bir musibet vermesi için dua edeceğini zanne-derken o, “Rabbim Taif halkını İslâm'ın zenginliği ile nimetlendir ve onları Medine’ye dostluk ruhu ile gönder” diye yalvardı.37 Hz Âişe Validemize göre, Rasulullah kimseden kendi namına intikam almamıştır. Hiçbir zaman kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermemiştir. Kureyşliler ona her türlü eza ve cefada bulundu. Alay etti, hakaret savurdu, saldırdılar, hayatına kasdettiler, ona pek çok defa savaş ilan ettiler. Fakat bütün bunların sonunda, on bin kişilik ordu ile Mekke’yi fethettiği zaman Rasulullah hiçbir kimseden intikam almadı. Küfürde aşırı giden dokuz kişi müstesna, herkesi affetti. Onlardan gelip pişman olanları salıverdi. 38 [B]2 - Kur’an’ın müsamaha emirleri [/B] Zikrettiğim misaller Rasulullah’ın “dini ve inançlarını benimsetme” uğruna en küçük bir baskı ve şiddetten bile kaçındığını gösterir. Bu müsamahanın kaynağı Rabbinin emirleridir. Kur’ân bu hususu değişik şekilde ele almış, zâtını o yüce mektepte kamil bir muallim haline getirmiştir. “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden yüz çevir.”39 “Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama, kim affeder ve barışırsa onun da ecri Allah’a attir. Doğrusu o zulmedenleri sevmez.”40 “O takva sahipleri bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”41 “Sana uyan mü’minlere şefkat kanatlarını ger. Eğer sana karşı gelirlerse, ‘Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’ de.”42 “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalbli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah’ın da onları bağışlaması için dua et!...”43 “İyilik ve fenalık eşit değildir. Ey inanan kişi! Sen fenalığı en güzel şekilde def et! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”44 Zikrettiğimiz âyetler müsamahayı emredenlerden sadece birkaçıdır. Şu da unutulmamalı ki, hoşgörü, her zaman aynı ne-ticeyi vermeyebilir. Bu sebeple âyetleri değerlendirirken, hangi durumda nasıl bir hareket tarzı takip edileceği mevcut şartların basiretle incelenmesine de bağlıdır. Bu açıdan mü’minler, insanî münasebetlerde, akılcı ve ölçülü olmalıdır. Düşmanlık yerine dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasını; öfke, hiddet ve intikam yerine hilmi, yumuşaklığı, sabrı; kötülük yerine ihsan ve iyiliği, hayrı; cimrilik yerine cömertliği; dargınlık yerine ara-buluculuğu, arkadaşlığı, merhamet ve şefkati, yardıma koşmayı, alçakgönüllü olmayı, ülfeti, afv ve bağışlamayı45 esas edinmeli; insanlara İslâmiyeti anlatmada basitten mürekkebe, azdan çoğa doğru tedricî bir yol takip etmelidir. [B]3 - Tebliğ-sulh ilişkisi [/B] Müşriklerle savaşmayı emreden, “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.”46 ve “Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı”47 âyetleri ve cihada izin veren, hatta emreden âyetlere bakarak İslâm'ın “kılıç dini olduğunu” söylemek bilgisizlik eseridir. İslâmiyet barış dinidir. Arapça, “selâm” ile “islâm” kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de es-Selâm’dır. Cennetin de bir ismi Daru's- Selâm’dır. Nihâyet mü’minlerin birbiriyle karşılaştıkları zaman ilk sözleri “selâm”dır. Mü’min için aslolan barış tarafını tutmaktır. “Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzi yürürler. Câhiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selâm’ derler.”48 Selâm mü’minin dilinden hiç düşmeyen bir kelimedir. Her tahiyyatta Allah’a “Bize ve Allah’ın diğer salih kulları üzerine selam olsun” diye dua ederiz.49 Bu kadar barış ve selâmeti arzulayan bir dinin diğer insanlarla ilişkilerde de barışı esas alması kadar tabiî birşey olamaz. Bu sebeple Cenab-ı Hak Kur’ân’da birçok yerde barışa yönelmeyi emretmekte; savaşı ise en son çare olarak göstermektedir. Bu emirlerden birkaçı: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın.”50 “Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barışı teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”51 “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez.”52 Hz. Peygamber de gayrimüslimlerle olan ilişkilerinde devamlı barış istikametinde hareket etmiş, harb başlatıcısı olmamıştır. Başkaların sebep olduğu savaşların başlangıcında da daima barış teklifinde bulunmuştur: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin. Karşılaştığınızda da sabredin.”53 Hz. Peygamberin dinini yaymak, Kur’ân’ı benimsetmek için barış ve sulha ne kadar önem verdiğini gösteren belgelerden birisi Hudeybiye Musalahası’dır. Hicretin 6. senesinde yapılan bu sulh andlaşması, İslâm'ın benimsenmesinde muazzam bir zafere kapı açmıştır. Kâbe’yi tavaf etmek için Mekke ileri gelenlerine Rasulullah’ın elçiler vasıtasıyla yaptığı teklifler cevapsız kaldı. Üstelik Hz. Osman’ın da öldürüldüğü şayiası çıkarıldı. Müteaddit teşebbüsler savsaklanınca Rasulullah, “Allah bana biat yapılmasını emrediyor” diyerek sahabilerden Allah yo-lunda savaştan dönmeyeceklerine dair söz aldı. Müslümanlardaki bu kararlılık sebebiyle müşrikler üç gün yanlarında tuttukları Hz. Osman’ı da salıverdiler. Fakat müşrikler, Rıdvan Biatı diye tarihe geçen bu biattan telaşa kapıldılar. Peygamberimiz ve ordusunun üzerlerine yürüyeceği endişesi ile aceleyle Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti sulh teklif etmek üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Müzakereler sonunda imzalanan anlaşmada şu maddeler yer alıyordu: a- Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbiriyle 10 yıl müddetle savaşmayacaklar. b- Peygamber ve ashabı bu yıl Mekke’ye girmeyecek. Gelecek yıl da yalnız yolcu silâhı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe'yi tavaf edecekler ve Mekke'de de sadece 3 gün kalıp dönecekler. Müşrikler ise o sırada şehri boşaltacaklar. c- Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iade edilmeyecek. Fakat Mekke’den Medine’ye, velev Müslüman dahi olsa, iltica edenler istendiği takdirde geri verilecekler. d- Arap kabilelerinden isteyen Peygamber’le, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacak.54 [B]4- Hudeybiye sulhunun neticeleri [/B] Hudeybiye anlaşmasında görünüşte Müslümanların aleyhine olan maddeler vardı. Hatta bazı sahabiler Müslümanların izzeti korunmadı diye seslerini bile yükselttiler. Peygamberimiz, “Bizden onlara gidecek olanları, Allah bizden uzak etsin. Onlardan bize gelip geri çevireceğimizi de muhakkak ki Allah biliyor. Onlar için elbette bir genişlik yaratacaktır”55 diye çevresindekileri teselli etti. Hz. Ömer anlaşma metni karşısında feveran ediyordu. Bilâhere şöyle diyordu: “Ben hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman yapmadığım bir şekilde başvurdum. Eğer o gün kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılırdım.”56 Hudeybiye anlaşmasının hayır yönlerini Peygamberimiz şöyle anlattı: “Hudeybiye sulhu en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, emniyette bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden öğreneceklerdir. Allah sizi onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ-salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.”57 Gerçekten Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müjdelediği gibi, Hudeybiye’nin çok müsbet neticeleri olmuştur. 1- O zamana kadar İslâm'ı ve İslâm devletini tanımak istemeyen Arap müşriklerinin dinî, siyasî ve iktisadî yönden tâbi oldukları Kureyş, İslâm devletini resmen kabul etmiş oldu. İslâm'ı ve Müslümanları topyekün imha için planlar hazırlayan bu kabile, kabına çekiliyor, on sene müddetle Müslümanlarla iyi münasebetler içinde olmaya, yani sulh ve sükun içinde hareket etmeye rıza gösteriyordu. 2- Kureyş, İslâm devletinin başka bir hasım devletle halledilmesi gerekli mes’elelerinde tarafsız kalma şartına imza atıyordu. 3- Maddî kılıç kınına kondu, Kur’an’ın mânevî, parlak kılıcı ortaya çıktı. Kalp ve akıllar fethe başlandı. Müslümanlar ile müşrikler serbestçe görüşme imkânı buldu. İslâmın sönmez nurlarını hal ve tavırlarıyla gösteren sahabilerin hali müşrikleri celbetti. Kavim ve kabile taassubu kırıldı. Birer harb dahisi olan Halid bin Velid ve Amr bin As gibi zâtlar maddî kılıçla mağlubiyeti içle-rine sindiremiyordu. Fakat sulh ortamında müzakere ve sohbetler ile bizzat Rasulullah’a arz-ı teslimiyetle, Müslüman oldular. Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene içinde Müslüman olanların sayısı, Hz. Peygamberin nübüvvet vazifesine başlayıp sulh gününe kadar Müslüman olanların sayısından fazladır. İki sene önce umre için yola çıkan sahabiler (müslümanlar) 1400 iken, Mekke’nin fethine gidilirken bu rakam 10.000 civarını bulmuştu. Kur’ân musalaha ile açılan “manevî fetihlere” işaretle, “Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık”58 buyurmuştu. Bu âyet ve neticeye bakan bazı alimler, İslâmın “asıl zaferinin” manevî sahada olduğu neticesine varır.59 İmam-ı Zührî der ki, “İslâm'da Hudeybiye musalahasından önce daha büyük bir fetih olmamıştır.”60 Sulhun İslâmiyetin benimsenmesi için ne derece önemli bir unsur olduğunu bilen Hz. Peygamber (a.s.m.) ne ekalliyette iken, ne de zafere ulaşmış olduğu halde hiçbir zaman, müşriklerin ve ehl-i kitabın inançlarına karşı “tahkir ve tezyif” kokan yaklaşım göstermedi. Bu hususta, Kur’ân’daki şu âyet onu apaçık menediyordu: “Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları şeriklere sövmeyin ki, onlar da cahillikle hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler. Her millete kendi işlediğini Biz böylece hoş gösterdik...”61 Kötülüğe kötülükle mukabele etmek, insanları İslâm'a düşman haline getirir. Hatta sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, Allah’a ve iman hakikatlarına karşı çok çirkin saygısızlıklar yapılmasına yol açar.62 Hudeybiye’nin yüzlerce insanın Müslüman olmasına sebep olan barış ve sükünet atmosferi, Rasulullah’ın müsamahaya dair zikrettiğimiz “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver”63 âyetini, tatbikinin de bir meyvesi sayılır. Yoksa “gerek Asr-ı Saadette ve gerekse takip eden yarım yüzyılda İslâm'ın kuzeyde ve güneyde, Asya’da ve Afrika’da binlerce insanın akıl ve kalplerine hakim olması”64 ne ile açıklanabilir? [B]5 - Devlet müsamahası [/B] Hz. Peygamberin mücadelesinin her safhasında “zorlama”dan uzak, devamlı düşmanın “kalbini kazanmaya müteveccih” bir metoda ağırlık verdiği dikkat çeker. Muzaffer bir kumandan ve galibiyetteki grup olarak Hz. Muhammed ve ashabının dini yaymada nasıl bir “mülayemet çizgisi” takip ettiklerini gördük. Şimdi de, sıkıntılı günlerden sonra, Allah’ın ona lutfettiği “İslâm devletinin” başkanı olduğu zamanki tavırlarına göz atalım. [I][B]a - İslâm otoriter değildir [/B] [/I] Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakîf siyasî birliği sağlarken Medine’de müthiş bir kaos hakimdi. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec arasında 120- 125 yıl devam eden iç çatışmalar ve kan davaları, iki önemli Yahudi kabilesi olan Beni Nadir ve Beni Kaynuka arasındaki sürtüşmeler şehirde siyasî birliğin teşekkülüne bir türlü imkân tanımıyordu. İşte Hz. Peygamber Hicretle geldiği Medine’de şarkiyatçı Wellhausen’in ifadesiyle “Böylesine muztarip, fakat siyasî birliğe muhtaç kabileler arasında din ve hukuk temeline dayalı yepyeni ve o günkü Araplar arasında da hayli garip bir siyasî birlik kurmayı”65 başarmıştı. Hz. Peygamber keşmekeş içindeki bu toplumda birinci problem olan kan dâvâlarının diyetlerini yazılı metin haline getirdi. Evs ve Hazrec biri şehrin güneyini, diğeri de kuzeyini tutmuş; Buas adı verilen asırlık kavgalardan bitkin halde idi. Hicrete tekaddüm eden dönemdeki Medine’nin içinde bulunduğu bu şartlar Hz. Muhammed (a.s.m.)’in işini daha kolay hale getirdi. Önce nüfus sayımı yaptırttı. Müslüman olmayan Araplar da vardı. 1500 Müslüman vardı. İsimleri yazıldı. 10 bin nüfuslu şehrin 4 bini Yahudi, 4500 kadarı müşrik Arap, ağırlığı hissedilmeyecek kadar da bir Hıristiyan topluluk vardı. İlk önemli sosyal faaliyet olarak, Ensar ve Muhacirler arasında “muahat” (kardeşlik) akdi te’sis edildi. Öte yandan Yahudi ve Müşrik Araplara da güven verildi. Bununla Hz. Peygamber, Medine üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmayı değil, kendi cemaatinin emniyet içinde hareket etmesini sağlamayı hedef edinmişti.66 Bu atmosferde tatbik edilen “birlik stratejisinin” muhtelif ülkelerdeki Müslümanların İslâmî hizmet anlayışına çok önemli bir projektör olduğunu düşünmek gerekiyor. Fevrîlik, şiddet ya da başkalarını dışlamak, kötülüklerini aleni yüze çarpmak gibi “usullerin” yanlışlığını burada şu tabloya bakarak ifade etmekten kaçınamayız. [I][B]b - Medine site devletinde otorite [/B] [/I] Hz. Peygamberin bu hareket tarzından nasıl bir noktaya varmak istediğini bir-iki maddede şöyle ifade etmek mümkün: 1. Müslümanlar bu Medine site devletinin ancak yüzde 15’ini meydana getiriyor. Bu durumda en fazla muhtaç oldukları emniyet ve sükunet içinde dinlerini yaşamak kavlen ve fiilen bunu göstermekti. 2- Herkese hukuk temelinde “Neysen osun” denilmiş oluyordu. Yahudiler de, müşrik Araplar da site devleti içinde hak ve hürriyetlerinde serbestçe hareket imkânına sahiptiler. Vesikaya taraf olanlar bu hakkı kullanmış, Müslümanlar ile aralarında çatışmaya varacak hiçbir ciddi problem de çıkmamıştır. 3- İslâmî modelin “totaliter”(baskıcı) olduğunu vehmeden insanlar, bu örneğin farkında değiller. Şâyet insanlar hür bir şe-kilde herhangi bir dini tercih edeceklerse, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de buna uygun olması gerekir. Bu durumda İslâm dini Müslümanları bağlar. Diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayrimüslimlerden bu hukuka göre hareket etmelerini de istemez.67 [I][B]c - Çoğulcu sisteme benzerlik [/B] [/I] Bulaç’ın son maddeye aldığımız tespitleri, İslâm devlet modelinde Hz. Peygamberin (a.s.m.) “insanlara dini serbestçe tanıyabilmeleri” için insanî ve tabiî bir hürriyeti nasıl temin ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu süreç, “İslâmîleşme modellerinde” içinde bulunduğumuz sıkıntılara karşı çok önemli çözüm ipuçları taşır.68 Çünkü Hz. Peygamber Hicret öncesindeki Mekke’de bir cemaat reisidir. Daru’l-Erkam’dan tebliğ ve cihadı yönlendirir. Hicret sonrası Medine'de ise, bir devlet başkanıdır. Mescid-i Nebevî de bu devletin merkezidir. Medine site devleti boy salarken, Mekke müşriklerinin tecavüz tehlikesi tamamen uzak değildir. Hatta, Abdullah bin Übeyy’in şehrin krallığına talip olduğunu açıklaması bile bu tehlikenin ayak sesleri sayılabilirdi. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ortak savunma metni üzerinde anlaşma sağlaması öncelikle kendi dini için hayatî önemi haizdir. İlk 1-25 maddesi Müslümanlara, kalan 27 madde ise Yahudilere dair olan insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası olma şerefine sahip Medine Vesikası’nın konumuzla ilgili maddesine göre, (md: 25) “her toplum, dinî, hukukî ve kültürel bağımsızlığa sahip olacak, kimse kimsenin din ve ibadetine karışmayacaktır.”69 Hatta Necran Hıristiyanlarının kiliselerine karışılmaması metne girdi ve bunların Allah ve Peygamberinin himayesinde oldukları teminatı verildi.70 Bu sonraki İslâm devletlerinde de örnek kabul edilmiş ve zımmîler serbest bir şekilde dinî hayatlarını idame ettirmişlerdir. Mesela, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra “Galata Hıristiyanlarının kiliselerine el konulmayacağı, bunların camiye çevrilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve Müslüman olmaya zorlanmayacağı”na dair teminat vermiştir.71 Gayrimüslimlerin bulundukları beldeler barışla ele geçirilmiş ise, içindeki mabedlerden mevcutlara dokunulmaması, yenilerinin yapılması anlaşma şartlarına bağlıdır. Savaşla ele geçirilen beldede ise yeni mabedin yapılmasına izin verilmeyeceği kanaati yaygındır. Maamafih bu hususta zamanın şartlarına göre fetva verildiği görülür. Çağdaş İslâm hukukçularından A. Zeydan ise “Dinde zorlama yoktur” âyeti hükmünce, sahabe döneminde hiçbir mabedin yıkılmadığı gerçeğinden hareket eder. “Kur’ân’ın sağladığı din ve vicdan hürriyeti içinde, İslâm beldelerinde kilise ve havra inşa edilemeyeceği” hükmünü doğru bulmaz.72 Site devletin kuruluşunda Hz. Peygamber’in kendisine her şartta tâbi olmak için bey’at etmiş sahabileri vardı. Onlardan sağlam biat almıştı. Gayrimüslimlere savaş ilan edebilirdi. Onları içinde bulundukları bâtıl itikatlardan kurtarmak için zorlayabilir, gözdağı verebilirdi. Bunları yapmadı. Çünkü, “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk dalaletten ayrılmıştır” âyeti buna izin vermiyordu. Mal, can, ve sair dinî hakları kullanmakta “eşitlik” üzere vardığı anlaşmayı bozma temayülündeki insanları da ikaz etti: “Bir zımmîyi öldüren Cennet kokusunu koklayamaz. Halbuki onun kokusu 40 yıllık uzaklıktan hissedilir.”73 Hatta ehl-i kitabın tavuk ve koyunlarından faydalanmanın hükmü sorulan İbn Abbas, “Onlar cizyelerini verdikleri müddetçe malları kendi rızaları olmadıkça size haramdır”74 demiştir. Daha da ilerde, Kur’ân anlaşma halindeki ehl-i kitabdan “zulmedenler hariç” en güzel şe-kilde mücadele edilmesini ve “Bize de, size de indirilene iman ettik. İlahımız ve ilahınız Birdir. Biz O’na teslim olanlardanız” demelerini emrediyordu.75 Müşrik reisle-rine bile iyi muamele yapılmasını tavsiye eden Kur’ân mü'minlerin bu hususta titiz davranmasına rehberlik etti: “Eğer müşriklerden biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin, sonra onu emniyet içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmez bir topluluktur.”76 Ashab da bu tavsiyelere harfiyyen uyar, müşriklerden sâdır olan sertliklere sabırla tahammül gösterirlerdi. [I][B]d - “Ortak kelime”ye davet [/B] [/I] Evlilik, kestiklerini yemek, mecbur kalınırsa kaplarını dahi kullanmak kadar yakın münasebet kurulmasına izin verilen ehl-i kitabı Kur’ân kendine çok yakın görmektedir. Bu sebeple, “De ki: Ey kitab ehli olan Hıristiyan ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki, ‘Şahit olun, biz Müslümanız’”77 ifadeleri onlara açık davet çıkarmaktadır. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili farklı birkaç hadiseden söz edilir. Bunlardan birisi, Necran Hıristiyanlarının din adamlarını “ilahlaştıracak” derecede yüceltmesidir. Ehl-i kitab Allah’a inansa bile sıfatlarında hataya düştüğü için şirktedir. Bir diğer rivâyet de Hz. Peygamberin ehl-i kitabın Tevrat'taki metinleri değiştirdiklerini bilmesi gerçeğidir. Kur’ân bu âyetle, onların asıl tevhid inancına -ki kendi kitaplarında da bu vardı- dönmelerini hatırlatır. Çünkü Hıristiyanlar İsa, Yahudiler de Üzeyr (a.s.m.) hakkında “uluhiyet” isnadında bulunmakla vahiy gerçeğini tahrif etmişler, ayrıca din adamlarını Allah’la kul arasında vasıta saymışlardır. Bu mücadele esnasında yukarda zikrettiğimiz gibi “en güzel usulün tatbiki” emredilir. Ne yazık ki, “insanlar içinde ha-yata karşı en hırslı”78 bir millet olan Yahudiler her seferinde bu anlaşmaları bozmayı tercih etiler. Cizye verip Müslümanlarla birlikte yaşadıkları halde İslâm'a ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’a ihanet eden Beni Nadir ve Beni Kurayza’ya karşı son mücadele çaresi olarak “silâhlı cihad” yapmak durumunda kalınmıştır. Bunu da Hz. Peygamber yine insanî ölçülerde, kademeli şekilde tatbik etmiştir. [I][B]e- Münafıklara neden baskı yapılmadı? [/B] [/I] İslâm'ın “devlet” çapındaki müsamahasını incelerken, Hz. Peygamberin (a.s.m.) mu’cizevî bir gözle, sahabilerin de basiretle “kesinlik” derecesinde tanıdıkları münafıklara karşı neden “baskı uygulayıp” İslâm cemiyeti dışına itmediği merak mevzuudur. Kitab ehlinin ve apaçık küfür içinde olan müşriklerin “kalblerini ısındırmak” düşüncesiyle “onlara dinî konularda müsamaha” ile bakıldığı kabul edilebilir. Halbuki münafıklar onlardan ziyade İslâmiyete zarar veriyordu. “Dinde zorlama yoktur” hükmünün sadece bahsini ettiğimiz kesimler için geçerli olduğunu düşünemeyiz. İslâmiyet cihanşümuldür. Hz. Muhammed (a.s.m.) da âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.79 Rasulullah (a.s.m.) bütün menfi tavırlarına rağmen münafıkların kendilerini İslâm toplumunun bir parçası olarak hissetmeleri için elinden geleni yapıyordu. Onlar da İslâm cemiyetinin bir ferdi olarak toplantılara ve faaliyetlere, ibadetlere katılıyordu. Hatta savaş gibi hayatî ehemmiyeti olan konularda bile görüş belirtebiliyorlardı. Bunun sebeplerini şöyle tespit etmek mümkün: [I][B]1) Din zâhire bakar [/B] [/I] En önemlisi İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. Şeriat insanların iç dünyalarına değil, zahir ve amellerine bakar. Mekke’nin fethi için hazırlıklar yapıldığı bir sırada bir sahabi durumu değişik özel sebeplerden düşmana haber vermişti. Hz. Ömer’in şiddetli ısrarlarına rağmen Peygamber (a.s.m.) bu kişinin cezalandırılmasına izin vermedi. Müşahhas fertleri değil, “tipleri” küfre isnad ederek, zahirde küfür alameti hissettirmeyen insanlara bunu isnad etmekten şiddetle kaçınmıştır. Bu İslâmî tebliğ metodunun da özünü teşkil etmiştir. Çünkü İslâm'ın o konudaki hükmü kişiye henüz ulaşmamış olabilir, ya da nassı yanlış anlama, fikren tereddüt gibi mazeretleri olabilir...80 Rasulullah Uhud savaşından sonra, şehid olan müslümanlar hakkında, “Bizimle beraber kalsalardı öldürülmezlerdi” diyen münafıkları öldürmek için izin isteyen Hz. Ömer’e, “Allah’tan başka ilah olmadığını ve benim de onun Rasulü olduğumu söylemiyorlar mı?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a.) “Evet ey Allah’ın Rasülü, fakat bunu öldürülmekten korktukları için yapıyorlar” dedi. Peygamber (a.s.m.) bu sefer,“Lâilâheillallah Muhammedurrasulullah” diyeni öldürmekten men olundum” buyurdu.81 [I][B]2) Siyasî sebep [/B] [/I] Bir sebep de siyasîdir. Eğer münafıklar İslâm'a karşı düşmanlık yapıp, diğer İslâm düşmanlarına katılacak olsalardı İslâm'a ve Müslümanlara daha fazla zarar verirlerdi. Münafıklar her dönemde Müslümanlar arasında fitne başı olmuştu. Yakın bir bölgede ve kazanılması muhtemel olan Beni Müstalik gazvesine katılmışlardı. Gazve sonunda Müreysi kuyusunun başında Evs’li Said el-Gıfarî ile Hazrecli Veber el-Cühenî arasındaki tartışma neredeyse Ensar ile Muhacirleri karşı karşıya getiri-yordu. İşin bu safhasında araya giren münafıkların lideri Abdullah bin Übeyy, muhacirleri “nankörlükle” suçladı ve “Besle kargayı oysun gözünü” kabilinden hakaret dolu kelimeler sarfederek, “Rasulullah’ın yanındakilere nafaka vermeyiniz ki etrafındakiler dağılsın. Medine’ye döndüğümüzde kuvvetli olan zayıfı kovacaktır” sözü ile tansiyonu arttırdı.82 Bu sözleri ile o, Müslümanların kabilecilik damarlarını harekete geçirmek istiyordu. Durum ve sözleri Rasulullah’a iletildi. Çağrıldı, fakat sözlerini inkâr etti. Hz. Ömer tekrar öldürülmesi için izin istedi. Peygamber (a.s.m.) “Muhammed ashabını öldürüyor demesinler” diyerek izin vermedi.83 Hatta Abdullah bin Übeyy’in oğlu bizzat Rasulullah’dan izin istedi. “Belki başkası öldürürse içimde kin duyabilirim” diye. Rasulullah ona da “Bizimle beraber olduğu sürece onunla arkadaş olur, sohbet ederiz” dedi. Kısacası Hz. Peygamber onları tanıdığı halde açıklamamış ve İslâmî toplum içinde Müslüman gibi yaşamalarına ses çıkarmamıştır. Bunun bir sebebi de, açıklanmaları halinde samimi Müslümanların onlarla çatışması, hatta iç savaş çıkma endişesi olabilir. [I][B]3) Mühlet tanımak [/B] [/I] Önemli bir sebep de onları İslâm'a kazanmak için mühlet tanımaktır. Belki içlerinden samimi olanlar nifaktan kurtulur ümidi ile Hz. Peygamberin ganimetlerden bile onlara fazla fazla verdiği olmuştur.84 Bunların istisnaları da vardır. Fakat umumi olarak Hz. Peygamberin münafıkları “zorlamak” suretiyle nifaklarını ortaya çıkarmamış olması dikkat çekicidir. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
İslama Göre Hayat
Din ve "Zorlama"
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst