Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
İslama Göre Hayat
Din ve "Zorlama"
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 230941" data-attributes="member: 27"><p><strong>C - Cihad emri ve zorlama </strong></p><p><strong></strong></p><p> İslâm'ın en mühim yönlerinden biri cihanşümul olmasıdır. Bu ise tebliğ ve cihadla mümkündür. Cihadın sadece silahlı bir mücadele olarak algılanması “dinin zorla kabul ettirildiği”ni akla getirir. Halbuki silahlı mücadele (savaş) cihad mefhumu içinde son olarak müracaat edilen bir husustur. Bunun “dinde zorluk yoktur” âyetiyle nasıl te’lif edildiğine bakalım. </p><p></p><p></p><p> Cihad, “Yeryüzünde Allah’ın kanunlarını hakim kılma davasıdır. Bu hareket kıyamete kadar sürecektir. Bu harekete mani olan İslâm düşmanlarıyla yapılan mücadele ise savaştır. Cihad sadece savaşı ifade etmez. Savaş ve silahlı mücadelenin dışında birçok usuller de cihad yapılır. Fakat harb ve savaş kelimeleri cihadın ihtiva ettiklerini ifade etmezler. Savaş daha büyük ve mukaddes olan cihadın bir parçasıdır. Kaldı ki, İslâm’da hiçbir zaman kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için savaş yapılmaz. Bu gayelerle yapılan savaş merduttur,”85 cihadın yüksek faziletinden de uzaktır. İslâm'ın cihad anlayışında ilmen cihadda bulunmak hepsinin üzerindedir.86</p><p> </p><p></p><p> Savaş âyetlerinin “Dinde zorluk yoktur” âyetini neshetmediğinde bütün âlimler müttefiktir. Hatta İbn Teymiyye bu âyetin mukayyed değil, umumî olduğunu kayde-der. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili rivâyet edilen hadise de enteresandır: Ensar’dan Salim bin Avf Rasulullah’a gelerek, “iki oğlunun Hıristiyan olduklarını” belirterek, onları İslâm'a zorlamak için izin istedi. İşte bu sırada âyet nazil olarak, “hak ve bâtılın apaçık ortaya çıktığını ve dinde zorlama olmadığını” bildirdi.87</p><p> </p><p> </p><p> <strong>1- Sabır Dönemi </strong></p><p><strong></strong></p><p> Öncelikle Hz. Peygamber’in Hicret vak’asını cihad emri ile birlikte değerlendirmek gerekir. Takvim başlangıcı olarak seçilen Hicret, “irşad ve tebliğde bir metod, düşmanla münasebette siyasî bir taktiktir. O, düşmandan gelen tehdit ve tehlikelere üç merhalede karşı koymuştur: sabır, hicret ve cihad. Bu üç unsuru Hz. Peygamberin hayatından ayırmak mümkün değildir."88 Silahlı cihadın keyfiyetini ve bunun “zorlama” ile ilgisi olup olmadığını anlamak için bu “mücadele safhalarının” kısaca gözden geçirilmesi gerekiyor. </p><p></p><p> </p><p> Hicret öncesi, Müslümanlar için tahammülü zor bir devredir. Her türlü takip ve işkencelerle doludur. Müşrikler, alay, dayak, küfür ve hakaretten boykot ve öldürmeye varıncaya kadar işkencenin her türlüsüne başvuruyordu. </p><p></p><p> </p><p> Bu devrede Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf idiler. Düşmandan gelen tecavüzlere fiilî bir mukabelede bulunmak derhal yok edilmelerini netice verebilirdi. Bu dönemde nazil âyetlerin sıkı sıkıya “sabrı” tavsiye etme sebebi de budur. “Sen (habibim) sabret! Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır. (Buna) kat’î iman beslemekte olanlar, zinhar seni (sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”89 Kısacası bu dönemde Rasulullah imanı “sabır” olarak tarif edecek kadar mü’minleri sabra teşvik etmiştir. Bu, mutlak bir güçsüzlükten de gelmiyor, belirli bir mücadele vetiresinin kaçınılmaz safhasını teşkil ediyordu. </p><p></p><p> </p><p> Sahabiler mukabelede bulunmak için güç ve adamlara sahip oldukları, ve sabırlarının tükenme noktasına geldiği, Rasulullah’tan sadece “vuruşmak için izin vermesini” talep ettikleri zamanda bile, o, “Ben Allah’tan emir almadıkça kendiliğimden izin veremem” diyordu.90</p><p> </p><p> </p><p> <strong>2 - Hicret </strong></p><p><strong></strong></p><p> Sabırdan sonra gelen ikinci safhadır. Sabrı gerektiren şartlarda lehte bir gelişme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artan zulümler karşı konamayacak dereceye gelmişse hicret edilecektir. Hz. Peygamber (a.s.m.) mü’minlerin dinini yaşamak ve neşretmek suretiyle ayakta kalamayacaklarına kanaat getirince Hicrete izin ve karar vermiştir. Demek ki, hicret de bir “kaçış” değil, dini yaşamak ve ikame etmek için bir arayıştır. Din kendine gaye olarak fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yer, bu gayenin gerçekleşmesine imkân tanımıyor ise, oradan hicret etmek şarttır, dinî bir vecibedir.91 Bu duruma düşen insanların hicret etmemesini Kur’ân mazur görmüyor, mes’ul tutuyor.92</p><p> </p><p> </p><p> <strong>3 - Cihada izin </strong></p><p><strong></strong></p><p> Mücadelenin sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safhası cihaddır. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında cihad, şartların İslâm lehine geliştiği safhada düşman tehdidine karşı koymak için başvurulan bir vasıtadır. Onüç yıl Mekke devrinde Müslümanların silahı sabırdır. Maddî mu-kabele kesinlikle yasaktır. Cihad izninin Hicretten sonraya ait olduğu alimlerce kabul edilen bir husustur.93 Bu dönemde Kur’ân kesinlikle silahlı mücadeleye izin vermedi. Müslümanların elinde en büyük silahları Kur’ân'dı. “O halde kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân'la) onlara karşı olanca savaşınla mücadele et”94 âyeti bunu emreder. “Rasulullah’ın güzel söz ve hikmetle yaptığı bu “savaş” neticesinde bir çok insan İslâm'a teslim oldu. Fakat küfür inadlarını sürdüren insanlar da olageldi. Onlar Müslümanlara eziyet vermeye devam ettiler. Nihâyet sıkıntılar öyle bir noktaya geldi ki, durgunlaşan tebliğin yolunu açmak için yeni bir yer aramak mecburiyeti ortaya çıktı. Çünkü Mekke müşrikleri mü’minleri topyekün katliama tâbi tutmak için fırsat kolluyordu. İşte, bizatihî güzel olmayan, ancak neticeleri itibariyle hayırlı işlere vesile olacaksa izin verilen savaş bu şartlarda meşru kılındı.95</p><p> </p><p> Cihada izin veren Hacc sûresindeki ifadeler de “mutlak” değil, mukayyeddir; belli şartlara bağlıdır. </p><p></p><p> “Kendileriyle mukatele edilenlere (düşmanın hücumuna uğrayan mü’minlere) uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kemaliyle kâdirdir. Onlar haksız yere ve ancak, ‘Rabbimiz Allah'tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.96 Âyetteki kayıtlar, “kendileriyle savaşılmış olmak ve zulmen yurtlarından çıkarılmak”tır. Ancak Müslümanların maddî durumu düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette cihad umumî bir vecibe halini alır: </p><p></p><p></p><p>“Size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın), ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) çıkarın. Fitne katilden beterdir.”97 Burada Müslümanları Mekke’den çıkaran müşrikler bahis mevzuudur. Âyetler Hudeybiye sulhünden önceki durumu anlatır. Bu vahiyden sonra Hz. Peygamberin kendisiyle savaşanlarla savaştığı, savaşmayanlara dokunmadığı belirtilir.98 </p><p></p><p></p><p> İslâm'ın hedefe ulaşmasında tatbik edilen merhaleye dikkat edilirse, cihad izninin “dini yaymanın” önündeki engelleri bertaraf etmeye matuf olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. “Savaş ilan etmeyene dokunmamak” asıldır. Âyetler bize, “dine karşı çıkanlarla” değil, “karşı çıkanların içinden, savaş açanlarla” savaşmayı emrediyor. Bir rivâyette bu âyetlerin, Hudeybiye anlaşmasından sonra nazil olduğu söylenir. Anlaşmaya göre yolcu silahı ile, kılıçlar da kını içinde umre yapılacaktı. Fakat Müslümanlar “anlaşmaya rağmen” ani bir baskın ihtimali ve korkusunu devamlı içlerinde taşıyordu. Rasulullah Muhammed b. Mesleme komutasında 100 kişiden müteşekkil bir süvari birliği techiz ettirdi. Çünkü müşriklerin gayesinin “Müslümanları topyekün ya dininden döndürmek ya da imha etmek olduğu” biliniyordu. Bu ise savaştan daha dehşetli bir fitne idi. Süvari birliği bekledi, diğer Müslümanlar onların kuvvetine güvenerek umreyi yerine getirdiler. Saldırı olmadığı için savaş da yaşanmadı.99 </p><p> Bununla birlikte savaş hak ve hakikatı anlatmaya konan engelleri kaldırmak, dinî hürriyeti sağlamak için yapılır. Çünkü savaş ateşini alevlendiren Yahudiler ya da müşrikler olmuştur. Allah mü’minleri Rasulüne biatla, kararlı olmaya çağırmakla onlara karşı “caydırıcı” müeyyide hazırlamıştır. “Onlar ne zaman harp ateşini körüklemeye kalktılarsa Allah onu söndürdü. Onlar da arzda hep fesada koşarlar” âyetini bu durumu anlatır.100</p><p> </p><p> </p><p> <strong>4 - Savaştan önce davet </strong></p><p><strong></strong></p><p> “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”101 buyuran Peygamberin savaş zoru ile insanları İslâm'a girdirmeye çalışması mümkün değildir. Savaş şartları hazır olsa bile, “önce davet edip İslâm'a girmeleri” beklenir. İkinci merhalede cizye vermek suretiyle mal ve canlarına emniyet sözü verilir. Bunu da kabul etmezlerse, “insanî şartlarda kıtal”e başvurulur. Kıtalden önce belde ve aha-lisinin Müslüman olup almadıkları da iyice tahkik edilir. “Ey iman edenler, Allah yo-lunda harbe çıktığınız zaman, (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size, (Müslümanca) selam verene, dünya ha-yatının geçici menfaatlerini arayarak, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin.”102 Hz. Peygamber İslâm'a davet etmeden hiçbir toplulukla harbetmemiştir. Savaşta müdafaa yolunu tercih etmiş; iki ordu karşı karşıya gelince harbi başlatan taraf olmamıştır.103 </p><p> “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”104 Hadisin başka bir rivâyetinde, “Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığınız zaman onları İslâm'a davet edin. Kabul ederlerse onlar sizin kardeşinizdir. Kabul etmezlerse İslâm devletine itaat etmeye davet edin. Onu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dile-yerek onlarla harb edin” buyurulur.105</p><p> </p><p> </p><p> <strong>5 - Savaştan gaye </strong></p><p><strong></strong></p><p> Meşru bir müdafaa şekli olarak izin verilen savaştan gaye yukardaki âyet ve hadislere göre şunlardır: </p><p></p><p> </p><p> <strong><em>a - Meşru müdafaa </em></strong></p><p><strong><em> </em></strong></p><p> Kâbe'yi ziyaretten men etmek, Rasulullah (a.s.m.)’a suikast tertip etmek, Müslümanları memleketlerinden çıkmaya zorlamak, Müslümanlarla varılan sulh anlaşmalarını bozup ihanette bulunmak.106 Bunların içinde bir kere olsun “kıtalin imanın farzı olduğu ve imanın kalplerde kökleşmesi için dini yaymanın bir yolu olduğu” zikredilmez.107 Çünkü zorla din kabul ettirilmez. “Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar. Rabbin onları, ihtilâfa düşüp de saidler ve şakiler birbirinden ayrılsın diye yaratmıştır.”108</p><p> </p><p></p><p> <strong><em>b - Dinin ulviyetini göstermek </em></strong></p><p><strong><em> </em></strong></p><p> Hz. Peygamber’in dinini yaymak için tâkip ettiği usulde şu üç önemli unsur dikkat çeker: davete hazırlık, kadrolaşma, kitleye açılma, devletleşme. Medine’de kitab ehli ve müşrik Araplarla sulh andlaşması (Medine Vesikası) davete hazırlıktır. Bu esnada kardeşlik akdi yapılmak suretiyle Ensârla Muhacirîn sağlam şekilde İslâmiyeti benimseme imtihanından geçirildi, kadro teşekkül ettirildi. Çevre kabilelerle sıkı bir “dostluk akdi” ile de kitleye açılmanın adımları atıldı. Bu sırada Rasulullah’ın çevreyi kolaçan eden, ticaret kervanlarına saldırması muhtemel kişiler hakkında istihbarat toplayan bir karakol ekibi de vardı. Fakat sadece bilgi getiriyor, silahlı çatışmaya girmiyorlardı.109 Bu safhada cihadın altyapısı hazırlandı. </p><p></p><p> </p><p> Hz. Peygamberin dinini “zorlukla” ya da savaşla yaymayı tercih etmediğinin müşahhas bir misali de on yıllık Medine hayatında bizzat kendisinin de katıldığı 27 gazve ile sahabiler komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede sadece 150 (düşman) kişinin maktül düşmesidir. Bu rakam ona katlansa bile 1500 eder. Milyonlarca kilometrekarelik alana yayılan bir dinin her savaşına yalnızca 1.7 maktülün düşmesi bile onun insan kanına ne kadar hürmet ettiğinin belgesidir.110 Başka bir ifade ile bugünkü Avrupa kıtası kadar bir alan sadece 150 kadar kişinin kanı akmak suretiyle kazanılmıştır. İnsanlık tarihinde bedeli bu kadar az bir kazanç yoktur. </p><p></p><p> </p><p> Hudeybiye seferi tamamen barışçı bir hareketti. Niyetlerinin sadece umre yapmak olduğunu Hz. Peygamber kendinden önce 1400 kişi ile kurbanlıkları sevketmek suretiyle gösterdi. Kureyş düşmanca tavır takınınca “Yazık Kureyş'e ki, kendilerini harp yiyip bitirdi. Benimle diğer Arapların arasını serbest bıraksa, ne olur sanki!”111 diyordu. </p><p> Kaldı ki, hangi şartlar altında olursa olsun, savaş ve zorlama ile kişinin din değiştirmeye sevkedilmesi alimlerin ittifakıyla günah telakki edilmiştir. İnanç ve amelle ilgili hususlarda İslâm fakihleri “zorlamanın” kesinlikle yasaklandığında müttefiktir.112 “Kıtal “ dine davet yollarından biri değildir. O sadece, “inanç özgürlüğünü korumak, insanların kendi irade ve ihtiyarları ile doğruyu bulma ortamını” hazırlamak için meşru kılınmıştır. Cihada izni ifade eden âyetteki “kütibe” kelimesi, vasiyyeti, yetimin hakkına riâyeti anlatan âyetlerde de geçer. Fakat onları kimse, dinin özünden saymamıştır” diyen Ammara, “bu sebeple cihadı da, dinin özünden değil, zaruretlerin getirdiği koruyucu bir unsur” olarak kabul eder.113 İnsanların inançlarını tercih edebilmesi için hür bir irade ile hareket etmiş olması şarttır. Aksi halde, “nifak perdesi kalınlaşır”; amelen Müslüman görünse de içi fitne kaynayan insanlar oluşur. Bu noktaya dikkat çeken Topaloğlu da, “Cihad İslâmiyeti zor kullanarak benimsetme yolu olmayıp, ‘din olarak varlığının’ kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kaldırılması için gayret sarfetmekten ibarettir” der.114 Yani cihad dine girdirmek için değil, dinin ulviyet ve hakimiyetini ispat içindir. Savaştan sonra adilâne bir vergi sistemiyle kendi dini üzere kalmasına yine izin verilir.115</p><p> </p><p> </p><p> Tarihi bilinen hemen bütün tahrifata uğrayan dinler ve ideolojiler akidelerini yerleştirebilmek için belirli bir dönemde baskı, şiddet ve zulmü insanlara reva görmekten geri durmamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da böyle olmuştur. Endülüs’te Müslümanların kurdukları medeniyetin eserleri teker teker yok edildiği gibi, bir asır içinde tek bir Müslüman kalmayacak şekilde de temizlik yapılmıştır. Amerika’da da adanın yerlisi olan Kızılderililerin neredeyse nesli tükenmektedir. Fakat, Rasulullah hayatta iken yaklaşık birmilyon beşyüzbin km.karelik bir alanda hakimiyet kuran İslâm'ın böyle bir ayıbı yoktur. Zikrettiğimiz gibi, bu kadar beldenin İslâmlaşması sırasında öldürülen düşman sayısı sadece 150 kişidir. Bu bile İslâm'ın savaş yerine ikna ve irşadla kabul edildiğinin en bariz örneğidir.116</p><p> </p><p> </p><p> “Dinde zorluk yoktur. Hak ile bâtıl açığa çıkmıştır” âyetinin nüzul sebepleri arasında zikredilen hadiseye dikkat edersek, bu iddianın haklılık payı daha da artacaktır. Rivâyete göre, bi’setten önce Araplar çocuklarından biri ölünce, tekrar dünyaya gelecek çocuğu şâyet yaşarsa onun “Hıristiyan veya Yahudilerle beraber yaşamasını nezreder”di. Bunu “mübarek ve hayırlı” sayarlardı. Çünkü onların dinini faziletli görerek nezretme âdeti yaygındı. Beni Salim bin Avf’dan Susayn namlı bir Ensarinin de Şam tacirlerinin telkini ile Hıristiyan olmuş iki oğlan çocuğu vardı. Peygamberlik geldikten sonra, Medine’ye gelen çocuklarını görünce Susayn, “Vallahi sizi Müslüman olmadan bırakmam” diye ısrar etti. Onlar da bu ısrar karşısında Rasulullah’a müracaat ettiler. Âyet o zaman nâzil oldu.117</p><p> </p><p> </p><p> <strong><em>c - Zulme engel olmak </em></strong></p><p><strong><em> </em></strong></p><p> “İslâm'da aslolan sulhtur. Savaş ise istisnâî bir durumdur. Zaten İslâm'ın kelime manâsı sulh ve sükûn demektir.”118 Ne var ki, bir devletin tek taraflı olarak sulh istemesi yeterli olmaz. Düşmanlık eden ve silâh yığmakla bunu gösterenler bulundukça siz de savaşa hazır olmak durumundasınız: “Size ne oluyor da, 'Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder...' diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz.”119 Bu âyetler bize sırf zulmü önlemek, zalimlerin pençesindeki insanları kurtarmak için de savaşmanın meşru olduğunu gösterir. Bu insanlık için de asil bir harekettir. </p><p></p><p> </p><p> <strong><em>d- Din hürriyetini sağlamak </em></strong></p><p><strong><em> </em></strong></p><p> “Fitne kalmayıp, din, yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse siz de vazgeçin. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur”120 âyetinde zikri geçen “fitne” Müslümanların inanç ve ibadet hususunda hür olmamasıdır. Burada dini yaymak için değil, din hürriyetini sağlamak için savaş yapılacağı vurgulanır. Zira İslâm bizatihî güçlüdür ve yayılması için savaşa ihtiyacı yoktur. Önünde engeller bulunmaz, azgınlarca yolu kesilmezse, emniyet ve hürriyet ortamında kalblere nüfuz etmek için kolaylıkla yol bulabilir. Baskı ve savaşla başkalarını İslâm'a gir-meye zorlamak İslâm'ın bizzat kendine muhaliftir. Din ikna ve samimiyete dayanır. Baskı karşısında kabul edilen dinde samimiyet ve ihlâs bulunmaz. “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır” âyeti bunu ifade eder. İslâm'ın kılıçla yayılmış olduğu iddiası bu açıdan tarihî ve dinî gerçeklere tamamen zıttır.121</p><p> </p><p> </p><p> “Kur’ân örfünde savaş herşeyi mübah kılan bir intikam vasıtası değildir. Bu yüzden savaş nefsi müdafaa ve İslâmî davete zorla mani olunduğu takdirde sözkonusu olmuştur. İslâm tarihi tahkik edildiği zaman görülecektir ki, barışın sağlanması mümkün olduğu takdirde asla savaş yolu tercih edilmemiştir. Ancak savaşın kaçınılmaz olduğu yerlerde savaşmak, adalet tesis etmek için başvurulacak en meşru yol olmuştur.”122 12 yıllık Mekke hayatında tek suçu halis bir tevhid inancını sahiplenmek olan Müslümanların ancak dünyada emsali görülmemiş işkence ve hakaretler sonunda hicretine izin verilmesi bunun açık bir delilidir. Çünkü nuru görmeyen bazı insanlar başkalarının da görmesini istemez-ler. Üstelik kendini de insanların üzerinde vasi zannederler. Onlar namına düşünür, onların da bazı şeyleri anlamasının kendi vasıtasıyla olmasına izin verir. İşte Rasulullah savaş kararıyla, kendisiyle bu tür insanlar arasındaki engelleri kaldırmayı hedef almıştır. Hikmet bazen hilm ile, bazen ikna ve tebliğ ile, bazen de sertlikle ulaştırılır. Gazve ve seriyyelerin maksadı da budur. Bunlar hiçbir zaman birer intikam değil, sadece zalimlerin engellemesini ortadan kaldırmaya yöneliktir.123 Özellikle cihanşümul olan İslâm'ın, hayatı kuşatan prensipleri sadece irade ve ihtiyarla benimsenebilir. Zaten hiçbir inanç sistemi zorla kabul ettirilmekle bu kadar yıl ayakta kalamaz. Kaldı ki, böyle bir durum olsa, bilâhere kitleler halinde onu reddeden insanlar çıkar ve kendi rahatlarına bakarlardı. Halbuki tarih bu konuda bir tek örnek bile kaydetmemektedir.124 Bu sebepledir ki, Hicretten önce savaşın haram olduğunda bütün alimler müttefiktir.125 Çünkü dini yaymanın o şartlarda “sabır”dan” başka yolu yoktu. </p><p></p><p> </p><p> <strong><em>e- Savaş hadisinin yorumu </em></strong></p><p></p><p> “Ben insanlarla Allah’tan başka ilahın olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehadet edinceye, namaz kılıncaya, zekat verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm'ın hakkı hariç. Artık samimi olup olmadıklarına dair durumları Allah’a kalmıştır.”126 Hadisi okurken şu hususlara dikkat gerekiyor: </p><p></p><p> </p><p> 1) Hadiste öldürülmesi emredilen “nâs” müşrik Araplardır. Çünkü onlar Rasulullah’ın Arap topraklarında emniyetli bir vatan tutmasına karşı çıkıyordu. Bu aşırı kin ve husumete karşı, o da, “Arabistan'da iki din kalmayana kadar” savaşı emretti. </p><p></p><p> 2) Hadisin bir rivâyetinde “nâs” kelimesi “Arap müşrikleri” lafzıyla gelmiştir. Hadisi bitirirken Rasulullah’ın “Sen sadece nasihat ver. Onlara zor kullanacak değilsin” (el-Ğaşiye, 21-22) âyetini okuması da bu mânâyı destekler. </p><p></p><p> 3) Mekke’nin fethindeki tavrı da zikredilen hususun doğruluğuna delildir. Yıkılan putlarına ağlayan insanları bile “dine girmeye” zorlamadı; bilakis, “Bugün siz serbestsiniz” diyerek imanın tabiî olarak kalblerine girmesinin yolunu açtı.127</p><p> </p><p> </p><p> <strong>6 - İslâm ve otorite </strong></p><p><strong></strong></p><p> Kur’ân bütün insanları “barışa” çağırır. Dünya ve âhiret hayatı için güzel ve iyi olanı istemeyi öğretir. İyi ve güzelin düşmanı olan şeytana ise “kesinlikle uymamayı” tavsiye ve emir buyurur. Barış ve huzuru bozan fitne unsurlarına karşı dikkatli ve teyakkuzda bulunmayı ister. Savaşı arzulamayı değil, mecbur kalınırsa sebat göstermeyi emreder. Mü’minlerin söz ve fiilleri ile bir bütünlük arzetmeleri, “sözü-özü bir” sâdık insanlar olmaları emredilir. Kısacası Kur’ân’da mevcut âyetlerden kişinin Allah’la ilişkisini düzenleyen, ruh ve beden sağlığının da temelini teşkil eden aktivitelere ibadet, kişinin çevresindeki insanlarla olan münasebetlerini düzenleyen prensiplere ahlâkî ve örfî kaideler, insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde riâyet etmesi gerekli hukukî ve amelî hükümlere ise “muamelat” denilir; ki, hepsi birer prensip ve disiplini esas alır.128 İnsanın iç ve dış çevresinde Kur’ânî bir disiplin atmosferi meydana getirir. Yüce Allah’ın en kıymetli muhatabı olan insanın, bu prensipler mecmuasına uyması onun dünya-ahiret saadetinin de teminatıdır. </p><p></p><p></p><p> İbadet ve ahlâk ferdin kendisini ilgilendirdiği için, bunların terk edilmesi ile zahiren sosyal hayatta fazla bir sıkıntı hissedilmez. Ancak muâmelâtla ilgili ahkâm böyle değildir. İnsan insana ilişkileri düzenleyen hükümlerin ihmal edilmesi, cemiyette hakların zayiine, namusların pa-yimal olmasına sebep olacağından, her hâlükârda bir otorite gereklidir. Bu devlet ve devlet başkanlığıdır. Âlimlerimiz İslâmda devlet başkanlığını, “Hz. Peygamber (a.s.m.) adına din ve dünya işlerinde umumî riyasettir” diye tarif etmiştir.129 İmamın (devlet başkanının) varlığı dinen de zaruridir. “Allah’a itaat edin, Rasüle ve sizden olan emir sahibine de itaat edin...”130 Hadiste de “Kim zamanın imamını tanımadan ölürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur” denir.131 Dinî nassların mantığını izah eden Taftazanî ise, imametin gerekli-liğini ifade ederken şunları söyler: </p><p> “Dünya ve âhiret hayatının salahına müeddi olan beraberlik, kâhir bir sultan olmaksızın tamamlanamaz. Böyle bir sultan bozuklukları bertaraf eder. Maslahatları korur. İnsan fıtratının sür’atle kaydığı fenalıkları bastırır. Tama’kârların üzerinde boğuştukları şeyleri tahdid eder... İmamın ortadan kalkmasıyla memleketi saran fesadın her tarafı istila etmesi onun ehemmiyetini anlamaya yeterli şahiddir.”132 “Bu sefer herkes kendi silâhıyla kendi hak ve malını koruma derdine düşer. Bu ise hem dinin, hem de Müslümanların yok olmasına sebep olur. Şu halde, imam tayini öyle bir zararı defeder ki, ondan daha büyüğü düşünülemez. Hatta denebilir ki, imam tayini, Müslümanların en büyük menfaatlerinden, dinin en ileri maksatlarından biridir.”133</p><p> </p><p> </p><p> Bir milletin başında otoriteyi temsilen devlet başkanı ya da imam bulunma zaruretinden, bu işin farziyyeti ortaya çıkmaktadır. Alimler imam tayin edilmesinin farz-ı kifaye olduğunu belirtir. Ehl-i Sünnet alimleri fitne ve fesadın önlenmesi için mutlaka bir imam tayin edilmesinde müttefiktir. Taşıması gerekli vasıflardan da, akıllı, adalet sahibi, bülüğa ermiş, erkek, hür bir kişi olmayı zikrederler.134 Fakat bu kişi hiçbir zaman keyfî hareket eden bir despot değildir. </p><p></p><p> </p><p> İmam, Hz. Peygamberin getirdiği hukuk sistemi içinde selâhiyetleri belirli bir temsilcidir. Hatta İslâm'daki “iyiliği emr, kötülükten men” prensipleri en üstteki idarecinin bile Allah’ın emirlerini bilen birisi karşısında boyun bükmesine sebeptir. İslâm bununla en alttaki insana devlet başkanına karşı “hakkı söyleme ve ikaz etme” otoritesi tanımıştır. Gerçek otorite de budur. Bu sebeple devlet başkanı “ilâhî hüviyete sahip manevî bir otorite” değil; devletin, cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamak, Allah’ın kanunlarını uygulamak için yetkili bir merci olarak görülür.135</p><p> </p><p> </p><p> İslâm'da otoritenin sadece Allah’a ait olduğunu söyleyenler, ümmetin emr-i bi'lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, irşad ve ikaz yetkilerini, meşveret hakkını elinden alıp, bunları “dokunulmazlık zırhına bürünmüş” bir şahsa indirgemekle insana bağlı bir otoriteyi kurma hatasına düşüyor. Halbuki Hz. Peygamber’den sonra hiç kimse “dokunulmaz ve masum” değildir. Bu sebeple meşveret ve demokrasi idaresi İslâm'ın özüne uygundur. Otorite ümmette olursa, herkes Allah’ın emirlerini, düşünmek söylemek hakkına sahip olur. İmam olarak seçilen kişi, halkı “ilahî hakla yöneten, Allah’ın vekili, halifesi ve gölgesi” gibi özellikler kazanmaz. Ümmetin naibi ve vekili olur; Allah’ın değil. Allah’ın ve-kili sayılırsa hesaba çekemezsiniz. Ümmetin vekili olursa, hesaba çeker, biat vermeyebilirsiniz, kanunları ihlal ettiği zaman görevden alma hakkı ümmetin elinde olur.136</p><p> </p><p> </p><p> Devlet ve imam otoritesi İslâm'ın aleyhine olan durumları takip, suçlulara ceza vermek için zaruridir. Nitekim Hz. Peygamber’ (a.s.m.) münafıkları “dinî meselelerde” zorlamamasına karşılık, Ka’b bin Eşref, Ebu Rafi, Ebu Afek gibi İslâm'a aleni zarar veren, faaliyetleri de başka türlü engellenemeyen kimselerin öldürülmesine karşı çıkmamıştır. Fakat zahiren bir suç işledikleri belli olmayan münafıklara ise, “Muhammed kendi muhaliflerini ortadan kaldırıyor” dedikodusuna engel olmak için dokunmamıştı. Fakat kendi yürüyüşünü taklid ederek, Peygamber’i (a.s.m.) küçük düşürmeye çalışan el-Hakem Ebi’l-Âs’ı da Taif’e sürdürmüştür.137</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 230941, member: 27"] [B]C - Cihad emri ve zorlama [/B] İslâm'ın en mühim yönlerinden biri cihanşümul olmasıdır. Bu ise tebliğ ve cihadla mümkündür. Cihadın sadece silahlı bir mücadele olarak algılanması “dinin zorla kabul ettirildiği”ni akla getirir. Halbuki silahlı mücadele (savaş) cihad mefhumu içinde son olarak müracaat edilen bir husustur. Bunun “dinde zorluk yoktur” âyetiyle nasıl te’lif edildiğine bakalım. Cihad, “Yeryüzünde Allah’ın kanunlarını hakim kılma davasıdır. Bu hareket kıyamete kadar sürecektir. Bu harekete mani olan İslâm düşmanlarıyla yapılan mücadele ise savaştır. Cihad sadece savaşı ifade etmez. Savaş ve silahlı mücadelenin dışında birçok usuller de cihad yapılır. Fakat harb ve savaş kelimeleri cihadın ihtiva ettiklerini ifade etmezler. Savaş daha büyük ve mukaddes olan cihadın bir parçasıdır. Kaldı ki, İslâm’da hiçbir zaman kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için savaş yapılmaz. Bu gayelerle yapılan savaş merduttur,”85 cihadın yüksek faziletinden de uzaktır. İslâm'ın cihad anlayışında ilmen cihadda bulunmak hepsinin üzerindedir.86 Savaş âyetlerinin “Dinde zorluk yoktur” âyetini neshetmediğinde bütün âlimler müttefiktir. Hatta İbn Teymiyye bu âyetin mukayyed değil, umumî olduğunu kayde-der. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili rivâyet edilen hadise de enteresandır: Ensar’dan Salim bin Avf Rasulullah’a gelerek, “iki oğlunun Hıristiyan olduklarını” belirterek, onları İslâm'a zorlamak için izin istedi. İşte bu sırada âyet nazil olarak, “hak ve bâtılın apaçık ortaya çıktığını ve dinde zorlama olmadığını” bildirdi.87 [B]1- Sabır Dönemi [/B] Öncelikle Hz. Peygamber’in Hicret vak’asını cihad emri ile birlikte değerlendirmek gerekir. Takvim başlangıcı olarak seçilen Hicret, “irşad ve tebliğde bir metod, düşmanla münasebette siyasî bir taktiktir. O, düşmandan gelen tehdit ve tehlikelere üç merhalede karşı koymuştur: sabır, hicret ve cihad. Bu üç unsuru Hz. Peygamberin hayatından ayırmak mümkün değildir."88 Silahlı cihadın keyfiyetini ve bunun “zorlama” ile ilgisi olup olmadığını anlamak için bu “mücadele safhalarının” kısaca gözden geçirilmesi gerekiyor. Hicret öncesi, Müslümanlar için tahammülü zor bir devredir. Her türlü takip ve işkencelerle doludur. Müşrikler, alay, dayak, küfür ve hakaretten boykot ve öldürmeye varıncaya kadar işkencenin her türlüsüne başvuruyordu. Bu devrede Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf idiler. Düşmandan gelen tecavüzlere fiilî bir mukabelede bulunmak derhal yok edilmelerini netice verebilirdi. Bu dönemde nazil âyetlerin sıkı sıkıya “sabrı” tavsiye etme sebebi de budur. “Sen (habibim) sabret! Şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır. (Buna) kat’î iman beslemekte olanlar, zinhar seni (sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”89 Kısacası bu dönemde Rasulullah imanı “sabır” olarak tarif edecek kadar mü’minleri sabra teşvik etmiştir. Bu, mutlak bir güçsüzlükten de gelmiyor, belirli bir mücadele vetiresinin kaçınılmaz safhasını teşkil ediyordu. Sahabiler mukabelede bulunmak için güç ve adamlara sahip oldukları, ve sabırlarının tükenme noktasına geldiği, Rasulullah’tan sadece “vuruşmak için izin vermesini” talep ettikleri zamanda bile, o, “Ben Allah’tan emir almadıkça kendiliğimden izin veremem” diyordu.90 [B]2 - Hicret [/B] Sabırdan sonra gelen ikinci safhadır. Sabrı gerektiren şartlarda lehte bir gelişme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artan zulümler karşı konamayacak dereceye gelmişse hicret edilecektir. Hz. Peygamber (a.s.m.) mü’minlerin dinini yaşamak ve neşretmek suretiyle ayakta kalamayacaklarına kanaat getirince Hicrete izin ve karar vermiştir. Demek ki, hicret de bir “kaçış” değil, dini yaşamak ve ikame etmek için bir arayıştır. Din kendine gaye olarak fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yer, bu gayenin gerçekleşmesine imkân tanımıyor ise, oradan hicret etmek şarttır, dinî bir vecibedir.91 Bu duruma düşen insanların hicret etmemesini Kur’ân mazur görmüyor, mes’ul tutuyor.92 [B]3 - Cihada izin [/B] Mücadelenin sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safhası cihaddır. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında cihad, şartların İslâm lehine geliştiği safhada düşman tehdidine karşı koymak için başvurulan bir vasıtadır. Onüç yıl Mekke devrinde Müslümanların silahı sabırdır. Maddî mu-kabele kesinlikle yasaktır. Cihad izninin Hicretten sonraya ait olduğu alimlerce kabul edilen bir husustur.93 Bu dönemde Kur’ân kesinlikle silahlı mücadeleye izin vermedi. Müslümanların elinde en büyük silahları Kur’ân'dı. “O halde kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân'la) onlara karşı olanca savaşınla mücadele et”94 âyeti bunu emreder. “Rasulullah’ın güzel söz ve hikmetle yaptığı bu “savaş” neticesinde bir çok insan İslâm'a teslim oldu. Fakat küfür inadlarını sürdüren insanlar da olageldi. Onlar Müslümanlara eziyet vermeye devam ettiler. Nihâyet sıkıntılar öyle bir noktaya geldi ki, durgunlaşan tebliğin yolunu açmak için yeni bir yer aramak mecburiyeti ortaya çıktı. Çünkü Mekke müşrikleri mü’minleri topyekün katliama tâbi tutmak için fırsat kolluyordu. İşte, bizatihî güzel olmayan, ancak neticeleri itibariyle hayırlı işlere vesile olacaksa izin verilen savaş bu şartlarda meşru kılındı.95 Cihada izin veren Hacc sûresindeki ifadeler de “mutlak” değil, mukayyeddir; belli şartlara bağlıdır. “Kendileriyle mukatele edilenlere (düşmanın hücumuna uğrayan mü’minlere) uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kemaliyle kâdirdir. Onlar haksız yere ve ancak, ‘Rabbimiz Allah'tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.96 Âyetteki kayıtlar, “kendileriyle savaşılmış olmak ve zulmen yurtlarından çıkarılmak”tır. Ancak Müslümanların maddî durumu düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette cihad umumî bir vecibe halini alır: “Size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın), ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) çıkarın. Fitne katilden beterdir.”97 Burada Müslümanları Mekke’den çıkaran müşrikler bahis mevzuudur. Âyetler Hudeybiye sulhünden önceki durumu anlatır. Bu vahiyden sonra Hz. Peygamberin kendisiyle savaşanlarla savaştığı, savaşmayanlara dokunmadığı belirtilir.98 İslâm'ın hedefe ulaşmasında tatbik edilen merhaleye dikkat edilirse, cihad izninin “dini yaymanın” önündeki engelleri bertaraf etmeye matuf olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. “Savaş ilan etmeyene dokunmamak” asıldır. Âyetler bize, “dine karşı çıkanlarla” değil, “karşı çıkanların içinden, savaş açanlarla” savaşmayı emrediyor. Bir rivâyette bu âyetlerin, Hudeybiye anlaşmasından sonra nazil olduğu söylenir. Anlaşmaya göre yolcu silahı ile, kılıçlar da kını içinde umre yapılacaktı. Fakat Müslümanlar “anlaşmaya rağmen” ani bir baskın ihtimali ve korkusunu devamlı içlerinde taşıyordu. Rasulullah Muhammed b. Mesleme komutasında 100 kişiden müteşekkil bir süvari birliği techiz ettirdi. Çünkü müşriklerin gayesinin “Müslümanları topyekün ya dininden döndürmek ya da imha etmek olduğu” biliniyordu. Bu ise savaştan daha dehşetli bir fitne idi. Süvari birliği bekledi, diğer Müslümanlar onların kuvvetine güvenerek umreyi yerine getirdiler. Saldırı olmadığı için savaş da yaşanmadı.99 Bununla birlikte savaş hak ve hakikatı anlatmaya konan engelleri kaldırmak, dinî hürriyeti sağlamak için yapılır. Çünkü savaş ateşini alevlendiren Yahudiler ya da müşrikler olmuştur. Allah mü’minleri Rasulüne biatla, kararlı olmaya çağırmakla onlara karşı “caydırıcı” müeyyide hazırlamıştır. “Onlar ne zaman harp ateşini körüklemeye kalktılarsa Allah onu söndürdü. Onlar da arzda hep fesada koşarlar” âyetini bu durumu anlatır.100 [B]4 - Savaştan önce davet [/B] “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”101 buyuran Peygamberin savaş zoru ile insanları İslâm'a girdirmeye çalışması mümkün değildir. Savaş şartları hazır olsa bile, “önce davet edip İslâm'a girmeleri” beklenir. İkinci merhalede cizye vermek suretiyle mal ve canlarına emniyet sözü verilir. Bunu da kabul etmezlerse, “insanî şartlarda kıtal”e başvurulur. Kıtalden önce belde ve aha-lisinin Müslüman olup almadıkları da iyice tahkik edilir. “Ey iman edenler, Allah yo-lunda harbe çıktığınız zaman, (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size, (Müslümanca) selam verene, dünya ha-yatının geçici menfaatlerini arayarak, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin.”102 Hz. Peygamber İslâm'a davet etmeden hiçbir toplulukla harbetmemiştir. Savaşta müdafaa yolunu tercih etmiş; iki ordu karşı karşıya gelince harbi başlatan taraf olmamıştır.103 “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”104 Hadisin başka bir rivâyetinde, “Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığınız zaman onları İslâm'a davet edin. Kabul ederlerse onlar sizin kardeşinizdir. Kabul etmezlerse İslâm devletine itaat etmeye davet edin. Onu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dile-yerek onlarla harb edin” buyurulur.105 [B]5 - Savaştan gaye [/B] Meşru bir müdafaa şekli olarak izin verilen savaştan gaye yukardaki âyet ve hadislere göre şunlardır: [B][I]a - Meşru müdafaa [/I][/B] Kâbe'yi ziyaretten men etmek, Rasulullah (a.s.m.)’a suikast tertip etmek, Müslümanları memleketlerinden çıkmaya zorlamak, Müslümanlarla varılan sulh anlaşmalarını bozup ihanette bulunmak.106 Bunların içinde bir kere olsun “kıtalin imanın farzı olduğu ve imanın kalplerde kökleşmesi için dini yaymanın bir yolu olduğu” zikredilmez.107 Çünkü zorla din kabul ettirilmez. “Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar. Rabbin onları, ihtilâfa düşüp de saidler ve şakiler birbirinden ayrılsın diye yaratmıştır.”108 [B][I]b - Dinin ulviyetini göstermek [/I][/B] Hz. Peygamber’in dinini yaymak için tâkip ettiği usulde şu üç önemli unsur dikkat çeker: davete hazırlık, kadrolaşma, kitleye açılma, devletleşme. Medine’de kitab ehli ve müşrik Araplarla sulh andlaşması (Medine Vesikası) davete hazırlıktır. Bu esnada kardeşlik akdi yapılmak suretiyle Ensârla Muhacirîn sağlam şekilde İslâmiyeti benimseme imtihanından geçirildi, kadro teşekkül ettirildi. Çevre kabilelerle sıkı bir “dostluk akdi” ile de kitleye açılmanın adımları atıldı. Bu sırada Rasulullah’ın çevreyi kolaçan eden, ticaret kervanlarına saldırması muhtemel kişiler hakkında istihbarat toplayan bir karakol ekibi de vardı. Fakat sadece bilgi getiriyor, silahlı çatışmaya girmiyorlardı.109 Bu safhada cihadın altyapısı hazırlandı. Hz. Peygamberin dinini “zorlukla” ya da savaşla yaymayı tercih etmediğinin müşahhas bir misali de on yıllık Medine hayatında bizzat kendisinin de katıldığı 27 gazve ile sahabiler komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede sadece 150 (düşman) kişinin maktül düşmesidir. Bu rakam ona katlansa bile 1500 eder. Milyonlarca kilometrekarelik alana yayılan bir dinin her savaşına yalnızca 1.7 maktülün düşmesi bile onun insan kanına ne kadar hürmet ettiğinin belgesidir.110 Başka bir ifade ile bugünkü Avrupa kıtası kadar bir alan sadece 150 kadar kişinin kanı akmak suretiyle kazanılmıştır. İnsanlık tarihinde bedeli bu kadar az bir kazanç yoktur. Hudeybiye seferi tamamen barışçı bir hareketti. Niyetlerinin sadece umre yapmak olduğunu Hz. Peygamber kendinden önce 1400 kişi ile kurbanlıkları sevketmek suretiyle gösterdi. Kureyş düşmanca tavır takınınca “Yazık Kureyş'e ki, kendilerini harp yiyip bitirdi. Benimle diğer Arapların arasını serbest bıraksa, ne olur sanki!”111 diyordu. Kaldı ki, hangi şartlar altında olursa olsun, savaş ve zorlama ile kişinin din değiştirmeye sevkedilmesi alimlerin ittifakıyla günah telakki edilmiştir. İnanç ve amelle ilgili hususlarda İslâm fakihleri “zorlamanın” kesinlikle yasaklandığında müttefiktir.112 “Kıtal “ dine davet yollarından biri değildir. O sadece, “inanç özgürlüğünü korumak, insanların kendi irade ve ihtiyarları ile doğruyu bulma ortamını” hazırlamak için meşru kılınmıştır. Cihada izni ifade eden âyetteki “kütibe” kelimesi, vasiyyeti, yetimin hakkına riâyeti anlatan âyetlerde de geçer. Fakat onları kimse, dinin özünden saymamıştır” diyen Ammara, “bu sebeple cihadı da, dinin özünden değil, zaruretlerin getirdiği koruyucu bir unsur” olarak kabul eder.113 İnsanların inançlarını tercih edebilmesi için hür bir irade ile hareket etmiş olması şarttır. Aksi halde, “nifak perdesi kalınlaşır”; amelen Müslüman görünse de içi fitne kaynayan insanlar oluşur. Bu noktaya dikkat çeken Topaloğlu da, “Cihad İslâmiyeti zor kullanarak benimsetme yolu olmayıp, ‘din olarak varlığının’ kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kaldırılması için gayret sarfetmekten ibarettir” der.114 Yani cihad dine girdirmek için değil, dinin ulviyet ve hakimiyetini ispat içindir. Savaştan sonra adilâne bir vergi sistemiyle kendi dini üzere kalmasına yine izin verilir.115 Tarihi bilinen hemen bütün tahrifata uğrayan dinler ve ideolojiler akidelerini yerleştirebilmek için belirli bir dönemde baskı, şiddet ve zulmü insanlara reva görmekten geri durmamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da böyle olmuştur. Endülüs’te Müslümanların kurdukları medeniyetin eserleri teker teker yok edildiği gibi, bir asır içinde tek bir Müslüman kalmayacak şekilde de temizlik yapılmıştır. Amerika’da da adanın yerlisi olan Kızılderililerin neredeyse nesli tükenmektedir. Fakat, Rasulullah hayatta iken yaklaşık birmilyon beşyüzbin km.karelik bir alanda hakimiyet kuran İslâm'ın böyle bir ayıbı yoktur. Zikrettiğimiz gibi, bu kadar beldenin İslâmlaşması sırasında öldürülen düşman sayısı sadece 150 kişidir. Bu bile İslâm'ın savaş yerine ikna ve irşadla kabul edildiğinin en bariz örneğidir.116 “Dinde zorluk yoktur. Hak ile bâtıl açığa çıkmıştır” âyetinin nüzul sebepleri arasında zikredilen hadiseye dikkat edersek, bu iddianın haklılık payı daha da artacaktır. Rivâyete göre, bi’setten önce Araplar çocuklarından biri ölünce, tekrar dünyaya gelecek çocuğu şâyet yaşarsa onun “Hıristiyan veya Yahudilerle beraber yaşamasını nezreder”di. Bunu “mübarek ve hayırlı” sayarlardı. Çünkü onların dinini faziletli görerek nezretme âdeti yaygındı. Beni Salim bin Avf’dan Susayn namlı bir Ensarinin de Şam tacirlerinin telkini ile Hıristiyan olmuş iki oğlan çocuğu vardı. Peygamberlik geldikten sonra, Medine’ye gelen çocuklarını görünce Susayn, “Vallahi sizi Müslüman olmadan bırakmam” diye ısrar etti. Onlar da bu ısrar karşısında Rasulullah’a müracaat ettiler. Âyet o zaman nâzil oldu.117 [B][I]c - Zulme engel olmak [/I][/B] “İslâm'da aslolan sulhtur. Savaş ise istisnâî bir durumdur. Zaten İslâm'ın kelime manâsı sulh ve sükûn demektir.”118 Ne var ki, bir devletin tek taraflı olarak sulh istemesi yeterli olmaz. Düşmanlık eden ve silâh yığmakla bunu gösterenler bulundukça siz de savaşa hazır olmak durumundasınız: “Size ne oluyor da, 'Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder...' diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz.”119 Bu âyetler bize sırf zulmü önlemek, zalimlerin pençesindeki insanları kurtarmak için de savaşmanın meşru olduğunu gösterir. Bu insanlık için de asil bir harekettir. [B][I]d- Din hürriyetini sağlamak [/I][/B] “Fitne kalmayıp, din, yalnız Allah’ın olana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse siz de vazgeçin. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur”120 âyetinde zikri geçen “fitne” Müslümanların inanç ve ibadet hususunda hür olmamasıdır. Burada dini yaymak için değil, din hürriyetini sağlamak için savaş yapılacağı vurgulanır. Zira İslâm bizatihî güçlüdür ve yayılması için savaşa ihtiyacı yoktur. Önünde engeller bulunmaz, azgınlarca yolu kesilmezse, emniyet ve hürriyet ortamında kalblere nüfuz etmek için kolaylıkla yol bulabilir. Baskı ve savaşla başkalarını İslâm'a gir-meye zorlamak İslâm'ın bizzat kendine muhaliftir. Din ikna ve samimiyete dayanır. Baskı karşısında kabul edilen dinde samimiyet ve ihlâs bulunmaz. “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır” âyeti bunu ifade eder. İslâm'ın kılıçla yayılmış olduğu iddiası bu açıdan tarihî ve dinî gerçeklere tamamen zıttır.121 “Kur’ân örfünde savaş herşeyi mübah kılan bir intikam vasıtası değildir. Bu yüzden savaş nefsi müdafaa ve İslâmî davete zorla mani olunduğu takdirde sözkonusu olmuştur. İslâm tarihi tahkik edildiği zaman görülecektir ki, barışın sağlanması mümkün olduğu takdirde asla savaş yolu tercih edilmemiştir. Ancak savaşın kaçınılmaz olduğu yerlerde savaşmak, adalet tesis etmek için başvurulacak en meşru yol olmuştur.”122 12 yıllık Mekke hayatında tek suçu halis bir tevhid inancını sahiplenmek olan Müslümanların ancak dünyada emsali görülmemiş işkence ve hakaretler sonunda hicretine izin verilmesi bunun açık bir delilidir. Çünkü nuru görmeyen bazı insanlar başkalarının da görmesini istemez-ler. Üstelik kendini de insanların üzerinde vasi zannederler. Onlar namına düşünür, onların da bazı şeyleri anlamasının kendi vasıtasıyla olmasına izin verir. İşte Rasulullah savaş kararıyla, kendisiyle bu tür insanlar arasındaki engelleri kaldırmayı hedef almıştır. Hikmet bazen hilm ile, bazen ikna ve tebliğ ile, bazen de sertlikle ulaştırılır. Gazve ve seriyyelerin maksadı da budur. Bunlar hiçbir zaman birer intikam değil, sadece zalimlerin engellemesini ortadan kaldırmaya yöneliktir.123 Özellikle cihanşümul olan İslâm'ın, hayatı kuşatan prensipleri sadece irade ve ihtiyarla benimsenebilir. Zaten hiçbir inanç sistemi zorla kabul ettirilmekle bu kadar yıl ayakta kalamaz. Kaldı ki, böyle bir durum olsa, bilâhere kitleler halinde onu reddeden insanlar çıkar ve kendi rahatlarına bakarlardı. Halbuki tarih bu konuda bir tek örnek bile kaydetmemektedir.124 Bu sebepledir ki, Hicretten önce savaşın haram olduğunda bütün alimler müttefiktir.125 Çünkü dini yaymanın o şartlarda “sabır”dan” başka yolu yoktu. [B][I]e- Savaş hadisinin yorumu [/I][/B] “Ben insanlarla Allah’tan başka ilahın olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehadet edinceye, namaz kılıncaya, zekat verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm'ın hakkı hariç. Artık samimi olup olmadıklarına dair durumları Allah’a kalmıştır.”126 Hadisi okurken şu hususlara dikkat gerekiyor: 1) Hadiste öldürülmesi emredilen “nâs” müşrik Araplardır. Çünkü onlar Rasulullah’ın Arap topraklarında emniyetli bir vatan tutmasına karşı çıkıyordu. Bu aşırı kin ve husumete karşı, o da, “Arabistan'da iki din kalmayana kadar” savaşı emretti. 2) Hadisin bir rivâyetinde “nâs” kelimesi “Arap müşrikleri” lafzıyla gelmiştir. Hadisi bitirirken Rasulullah’ın “Sen sadece nasihat ver. Onlara zor kullanacak değilsin” (el-Ğaşiye, 21-22) âyetini okuması da bu mânâyı destekler. 3) Mekke’nin fethindeki tavrı da zikredilen hususun doğruluğuna delildir. Yıkılan putlarına ağlayan insanları bile “dine girmeye” zorlamadı; bilakis, “Bugün siz serbestsiniz” diyerek imanın tabiî olarak kalblerine girmesinin yolunu açtı.127 [B]6 - İslâm ve otorite [/B] Kur’ân bütün insanları “barışa” çağırır. Dünya ve âhiret hayatı için güzel ve iyi olanı istemeyi öğretir. İyi ve güzelin düşmanı olan şeytana ise “kesinlikle uymamayı” tavsiye ve emir buyurur. Barış ve huzuru bozan fitne unsurlarına karşı dikkatli ve teyakkuzda bulunmayı ister. Savaşı arzulamayı değil, mecbur kalınırsa sebat göstermeyi emreder. Mü’minlerin söz ve fiilleri ile bir bütünlük arzetmeleri, “sözü-özü bir” sâdık insanlar olmaları emredilir. Kısacası Kur’ân’da mevcut âyetlerden kişinin Allah’la ilişkisini düzenleyen, ruh ve beden sağlığının da temelini teşkil eden aktivitelere ibadet, kişinin çevresindeki insanlarla olan münasebetlerini düzenleyen prensiplere ahlâkî ve örfî kaideler, insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde riâyet etmesi gerekli hukukî ve amelî hükümlere ise “muamelat” denilir; ki, hepsi birer prensip ve disiplini esas alır.128 İnsanın iç ve dış çevresinde Kur’ânî bir disiplin atmosferi meydana getirir. Yüce Allah’ın en kıymetli muhatabı olan insanın, bu prensipler mecmuasına uyması onun dünya-ahiret saadetinin de teminatıdır. İbadet ve ahlâk ferdin kendisini ilgilendirdiği için, bunların terk edilmesi ile zahiren sosyal hayatta fazla bir sıkıntı hissedilmez. Ancak muâmelâtla ilgili ahkâm böyle değildir. İnsan insana ilişkileri düzenleyen hükümlerin ihmal edilmesi, cemiyette hakların zayiine, namusların pa-yimal olmasına sebep olacağından, her hâlükârda bir otorite gereklidir. Bu devlet ve devlet başkanlığıdır. Âlimlerimiz İslâmda devlet başkanlığını, “Hz. Peygamber (a.s.m.) adına din ve dünya işlerinde umumî riyasettir” diye tarif etmiştir.129 İmamın (devlet başkanının) varlığı dinen de zaruridir. “Allah’a itaat edin, Rasüle ve sizden olan emir sahibine de itaat edin...”130 Hadiste de “Kim zamanın imamını tanımadan ölürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur” denir.131 Dinî nassların mantığını izah eden Taftazanî ise, imametin gerekli-liğini ifade ederken şunları söyler: “Dünya ve âhiret hayatının salahına müeddi olan beraberlik, kâhir bir sultan olmaksızın tamamlanamaz. Böyle bir sultan bozuklukları bertaraf eder. Maslahatları korur. İnsan fıtratının sür’atle kaydığı fenalıkları bastırır. Tama’kârların üzerinde boğuştukları şeyleri tahdid eder... İmamın ortadan kalkmasıyla memleketi saran fesadın her tarafı istila etmesi onun ehemmiyetini anlamaya yeterli şahiddir.”132 “Bu sefer herkes kendi silâhıyla kendi hak ve malını koruma derdine düşer. Bu ise hem dinin, hem de Müslümanların yok olmasına sebep olur. Şu halde, imam tayini öyle bir zararı defeder ki, ondan daha büyüğü düşünülemez. Hatta denebilir ki, imam tayini, Müslümanların en büyük menfaatlerinden, dinin en ileri maksatlarından biridir.”133 Bir milletin başında otoriteyi temsilen devlet başkanı ya da imam bulunma zaruretinden, bu işin farziyyeti ortaya çıkmaktadır. Alimler imam tayin edilmesinin farz-ı kifaye olduğunu belirtir. Ehl-i Sünnet alimleri fitne ve fesadın önlenmesi için mutlaka bir imam tayin edilmesinde müttefiktir. Taşıması gerekli vasıflardan da, akıllı, adalet sahibi, bülüğa ermiş, erkek, hür bir kişi olmayı zikrederler.134 Fakat bu kişi hiçbir zaman keyfî hareket eden bir despot değildir. İmam, Hz. Peygamberin getirdiği hukuk sistemi içinde selâhiyetleri belirli bir temsilcidir. Hatta İslâm'daki “iyiliği emr, kötülükten men” prensipleri en üstteki idarecinin bile Allah’ın emirlerini bilen birisi karşısında boyun bükmesine sebeptir. İslâm bununla en alttaki insana devlet başkanına karşı “hakkı söyleme ve ikaz etme” otoritesi tanımıştır. Gerçek otorite de budur. Bu sebeple devlet başkanı “ilâhî hüviyete sahip manevî bir otorite” değil; devletin, cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamak, Allah’ın kanunlarını uygulamak için yetkili bir merci olarak görülür.135 İslâm'da otoritenin sadece Allah’a ait olduğunu söyleyenler, ümmetin emr-i bi'lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, irşad ve ikaz yetkilerini, meşveret hakkını elinden alıp, bunları “dokunulmazlık zırhına bürünmüş” bir şahsa indirgemekle insana bağlı bir otoriteyi kurma hatasına düşüyor. Halbuki Hz. Peygamber’den sonra hiç kimse “dokunulmaz ve masum” değildir. Bu sebeple meşveret ve demokrasi idaresi İslâm'ın özüne uygundur. Otorite ümmette olursa, herkes Allah’ın emirlerini, düşünmek söylemek hakkına sahip olur. İmam olarak seçilen kişi, halkı “ilahî hakla yöneten, Allah’ın vekili, halifesi ve gölgesi” gibi özellikler kazanmaz. Ümmetin naibi ve vekili olur; Allah’ın değil. Allah’ın ve-kili sayılırsa hesaba çekemezsiniz. Ümmetin vekili olursa, hesaba çeker, biat vermeyebilirsiniz, kanunları ihlal ettiği zaman görevden alma hakkı ümmetin elinde olur.136 Devlet ve imam otoritesi İslâm'ın aleyhine olan durumları takip, suçlulara ceza vermek için zaruridir. Nitekim Hz. Peygamber’ (a.s.m.) münafıkları “dinî meselelerde” zorlamamasına karşılık, Ka’b bin Eşref, Ebu Rafi, Ebu Afek gibi İslâm'a aleni zarar veren, faaliyetleri de başka türlü engellenemeyen kimselerin öldürülmesine karşı çıkmamıştır. Fakat zahiren bir suç işledikleri belli olmayan münafıklara ise, “Muhammed kendi muhaliflerini ortadan kaldırıyor” dedikodusuna engel olmak için dokunmamıştı. Fakat kendi yürüyüşünü taklid ederek, Peygamber’i (a.s.m.) küçük düşürmeye çalışan el-Hakem Ebi’l-Âs’ı da Taif’e sürdürmüştür.137 [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
İslama Göre Hayat
Din ve "Zorlama"
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst