NÜKTELER…
EDEB
Sehl bin Abdullah Tüsteri Hazretleri’nin Basra’da bulunduğu günlerde parmağını bir bezle sardığını gördüler. Sebebini soranlara, parmağının ağrıdığını söylüyordu.
Soranlardan birinin yolu Mısır’a düşünce, orada Zünnun-i Mirsi Hazretlerini ziyaretine gitti. Onun da parmağının aynı şekilde sarılı olduğunu gördü. Hayretle ona da sebebini sordu.
-“Uzun zamandır parmağım ağrıyor” diyordu. Bu cevabı duyunca adam, Sehl’in parmağını niçin sardığını anladı. Hocasına riayet düşüncesiyle parmağını sarmıştı.
Bir müddet sonra Tüsteri Hazretleri, duvara yaslanmış, bağdaş kurmuş bir şekilde gördüler. Yer yer ayaklarını da uzatıyor ve talebelerine: “İstediğiniz her şeyi sorabilirsiniz” diyordu.
Herkes çok şakındı. Hocalarına ne olmuştu acaba?... Zira daha önce onu hiçbir böyle görmemişlerdi. Dayanamayıp:
-Efendim, bir şey mi oldu? Daha önce böyle davranmazdınız?
-Bir insanın hocası hayatta olduğu müddetçe kendisine edeb yaraşır, buyurdu.
Talebeleri, o gün Zünnun-i Mirsi Hazretlerinin vefat ettiğini öğrendiler.
KENDİNİ ALDATMAK
İki arkadaş, “balığın dişisi, erkeğinden nasıl ayırt edilir” diye merak etmişler. Balıkçıya sormuşlar:
-Yumurtasından belli olur, demiş.
-Yumurtası yoksa?
-Kılçıklarından.
-Pişmemişse?
-İşte onu bilemem, demiş balıkçı.
-Nasıl öğreniriz? Diye ısrar etmişler.
-Köşedeki boyalı konağın aşçısı bilir.
Aşçıyı bulup sormuşlar. Aşçı:
-Bunu bizim konağın sahibi bilir, demiş.
-Aslında o da bilmez de, onun dediği dediktir.
EDEB Mİ, İLİM Mİ?
Abdurrahman bin Kasım’dan:
-“İmam Malik Hazretlerinin tam 20 sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin 18 senesini edeb, 2 senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.”
TERBİYENİ KİMDEN ALDIN?
İsa (a.s.)’a sormuşlar:
- Terbiyeni kimden aldın?
Cevaplamış:
- Allah beni cahille terbiye etti. Zira cahilin cehaletini gördüm, ondan uzak durdum…
EDEP PERDESİNİ AÇMAMAK
Yüzünden edep, namus ve kanaat perdesini açma.. Bunun aksini yaptığın an halka rüsvay olursun.
Halkın yardımını kalbinden çıkar; onlara güvenme... Kudreti, kuvveti Allah'tan gör!..
Hakkı ve hakikati gör; her halinde manevî meşgalen olursa benliğin ölür, şahsi arzuların söner. Şahsiyetçilik davasından kurtulur, herkesin iyiliğini gözetmeye başlarsın.. Dünya gözünden silinir; yalnız âhiret, cennet sevgisi ve cehennem korkusu ile işlerini yapmaz olursun. Ruhunda sonsuz bir huzur duyar; Hakk'ın iradesini görürsün.. Kalbin Hak ve hikmetle dolar. Zulmet kaybolur, nura boğulursun..
Daima Hakkı gözet, ki kalbinde yalnız Allah sevgisi yaşasın. Başkasına giriş hakkı kalmaz olur. Bu durumda ilahî vahdetin kapısı olan kalp basiretinin bekçisi olursun. Elinde tevhid, azamet, ceberut kılıcı olur; her gördüğün aşağılık duyguları ruhundan kovar ve lüzumsuz şeyleri kökünden yok edersin.
Nefsin de sana baş kaldıramaz. Hele kötü arzu timsali olan heva; şahsiyetçiliği temsil eden irade ve arzu sana hiçbir zaman dünya ve âhiret işlerinde yol gösteremez.
Kalbinde bir hak Ölçü vardır. İşittiğin her söz, gördüğün her hareketi hak ölçülere vurursun; daha ileri giderek Hakkın rızası önünde boyun eğer, bütün varlığınla ona teslim olursun. Bu halinde Allah'ın kulu ve emrine bağlı kalır, halka uymaz ve onların arzularına gidemezsin. Bir zaman böyle gider..
Zaman olur, benliğin tamamen ölür. Bir hayali varlık gibi gezersin. Allah-ü Teâlâ bütün kuvvetiyle seni muhafaza eder. Azamet ve sultanlığı nazarına sokar, hakikat ve tevhid askeri ile etrafım çevirir. Her adım atışında gayri ihtiyarı dikkatli olmaya başlarsın.. Çünkü ilahî bekçiler seninledir. Nefis, şeytan, heva, irade, boş ümit, yalancı çağrı ve daha tabiatın nice kötülük ve şaşkınlıkları sana yol bulamaz. Ama herhalde kader kendini gösterir.
Halk sana gelir; nur almak için. Halk sana uyar; doğruyu bulmak için... Halk seni ister, maddî ve manevî bataklıklardan kurtulmak için. Sen, halka yol gösteren dinin inceliklerini öğreten örnek bir insan olursun. Sende çeşitli kerametler görülür, ama onlara aldanmadan Allah'a ibadet edersin. Hak yolunda mücadele ederek, çeşitli güçlüklere göğüs gererek Allah'a kullukta; yani ibadetle sabredersin.. Onun yardımı ile her kötülükten mahfuz ve örnek bir insan olarak kalırsın.
Halkın meyli seni aldatmaz. Onların sevgi gösterisi seni yoldan çıkaramaz. Onların seni büyütmeleri, elini eteğini öpmeye koşmaları kendini olduğundan fazla göstermeye yaramaz. Sen, onlardan lüzumundan istifade etmeyi de bilirsin.. Hak ölçüler dahilinde ihtiyacın kadar alır, ötekini terkedersin. *
Allah-ü Teâlâ, o sultan hakkında şöyle buyurdu:
- "Biz Yusuf'u o yere sultan yaptık/' Yine buyurdu:
- "O dilediğini yapar oldu. Biz rahmetimizi istediğimize kondururuz, iyi kişilerin mükâfatını eksiltmeyiz."
İşte bu cümleler Hz. Yusuf'un melekî sıfatını anlatır. Onun nefis tarafını anlatırken de şöyle buyrulur:
- "Biz böylece ondan bütün kötülükleri çevirdik; çünkü O, bizim ihlas sahibi kullar muzdandır."
Hz. Yusuf'un marifet tarafı da şöyle dile geliyor:.
- "Bunlar, -Rüya tabiri ve hadislerin tevili- Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Allah'a inanmayan cemaati kafi olarak terkettim; onlar, âhiret gününe de inanmıyorlardı."
Bu hitaplar bir gün sana da gelir; o zaman büyük bir dost sayılırsın. Büyük nasibini almış olursun. Sonsuz ilim, sonsuz kudret seni kaplamış olur. Saltanatın her yere şamil; emrin her yerde geçerli.. Nefsin senin için faydalı olur. Allah'ın izni ile her şeye sözün geçtiği gibi nefsine de sözünü dinletirsin. *
Dünya ve ukba işlerinin sahibi Allah'tır. Cennet, onun elindedir.
Nazarlarımız onun kuvveti, kudreti yüzüne çevrili. O, bizim zengin, cömert Mevlâ'mızdır. Her şeyi bol ve ziyadesiyle verir...isteklerin son durağı orasıdır. O'ndan öteye yol yoktur. El açacak ve yalvaracak kimse bulunamaz.
Bu anlatılanlar bir sırdır... Ve sözde kalır... Hakikatine Allah eriştirir. Çünkü O, Rahim'dir..
YANLIŞI NASIL DÜZELTTİLER?
Peygamber Efendimizin mübarek torunları Hasan ile Hüseyin cami avlusunda durmuş, şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.
Hasan bir ara kardeşi Hüseyin'e:
— Bak, dedi, dirseklerini iyice yıkamadı.
— Evet görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.
— Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.
— Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklannda da aynı ihmâli yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Hadi gidip kendisine söyleyelim.
Hüseyin:
— Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın
bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:
— Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
— Efendim, dedi, sizden bir ricamız var.
— Söyleyin bakalım çocuklar.
— Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.
Adam memnun memnun güldü:
— Tabiî, dedi. Başlayın bakalım:
İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu.
Kendi abdestmi düşündü. Hasan ile Hüseyin gibi dikkat göstermediğini anladı.
Abdestleri bitince saçlarını okşadı:
— Yanlış sizde değil çocuklar bende, dedi. Kusurlu benim, Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum.
Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı.
Sevgili çocuklar. Demek ki, birşeyin doğrusunu bilmek yeterli değildir. O doğruyu başkalarını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır.
Peygamber Efendimizin torunları Hasan ile Hüseyin gibi...
HEDİYE KULLANMADA İSLÂM EDEBİ
Büyüklerden biri, bal alıp satarmış. Böylece manevî durumunu halkın nazarında gizler, kendini bal alıp satmakla meşgul biri şeklinde gösterirmiş.
Bir gün, müşterilerinden tüccar bir şahıs huzuruna gelmiş. Sohbet sırasında şöyle bir iltifatta bulunmuş:
— Bazen rahatsızlanıyorum. Karnımda bir sancı oluyor. Bir-iki kaşık bal yersem rahatsızlığım gidiyor, huzur buluyorum. Geçenlerde yine bir rahatsızlık oldu. Sizden aldığım baldan iki kaşık yedim, hamd ü senalar olsun hemen iyi oldum.
Bal satan muhterem zat, bu iltifata şöyle bir nükteyle cevap vermiş:
— Bir şeyhin müridlerinden biri, şeyhine güzel bir teşbih hediye etmiş, kullanmasını arzu ettiğini ifâde etmekten de geri kalmamış. Şeyh Efendi ise, teşbihi çekmecesine atmış, kaybolmasını önlemeyi düşünmüş. Fakat her ne zaman müridi ziyaretine gelmek isterse, çekmeceden teşbihi çıkarır, kullanmaya başlarmış.
Bunu gören bir başka müridi:
— Efendi Hazretleri, demiş, siz de mi gösteriş yapıyorsunuz? Teşbih sahibi gelirken hemen çekmeceden teşbihi çıkarıp yanında kullanmaya başlıyorsunuz?
Şeyh Efendi şöyle cevap vermiş:
— Benim yaptığım gösteriş değildir. İslâm edebidir. Zira hediye sahibinin yanında hediyesini kullanmak onu sevindirir, memnun eder. İslâm edebinde bu böyledir.
Bal satan zat, böylece, kendi yanında sattığı balın sıhhate vesile olduğunu söyleyen alıcı zatın da, bir İslâm edebini yerine getirmiş olduğunu, zarif bir nükteyle nazara vermiş.
EDEB
Osmanlı'da sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın ; şehadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Aynı şey . yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. Binitine ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş.
Eskiden "Kapıyı kapat!" denilmezmiş. Allah (c.c.) kim-! senin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. "Kapıyı ( ört, ya da sırla" denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.
"Lambayı söndür demezlermiş. Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin. "Lambayı dinlerdir" derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış. Uyuyan birisi uyandırılmak İçin sarsılmaz veya adı ile çağırılrnazmış. "Agah ol erenler" derlermiş. Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan... Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.
Hanımlar "Efendi" derlermiş beylerine, "siz" derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş. Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği '. için, adı "Karınca basmaz Efendiye çıkan insanlar varmış.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebmiş. Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. "Git bir daha gelme!" der gibi değil de. "Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun" eler gibi dizilirmiş.
Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Bediüzzaman, kendisine arkadaşlık eden, vefa gösteren eski elbisesinden bir parçayı koparıp alırmış. Yumurtayı ucundan, çok az kırar, fazla kırmayı tahrip olarak düşünür, tahribin hiçbir türünü sevmezmiş.
Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.
"Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler." diye tarif eder Üstad N. Fazıl bu hali...
Eskiler "Edeb Ya Hu!" derler, Onu görüyor gibi yaşamaya çalışırlarmış. O varken başkasına bakmaz, Onu unutmuş gibi hallere girmezlermiş. Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzurunda nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlermiş. "Bizi takip eden, her halimizi perdesiz, engelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!" der gibi, o mânâyı hatırlatmak İçin her yere "Edeb Ya Hu!" yazarlarmış. "Allah'ın huzurunda edeb" demekmiş bu... insan nerede olursa olsun Allah'ın huzurunda değil midir?
İHTİLÂM OLAN NÖBETÇİ
Muzaffer Ozak Hoca anlatıyor: Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta: - Kimdir o? - Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama, onlnar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah: - Kimdir o? - Kim var orda?.. Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır: - Kimdir o? - Kimdir var orda?.. Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor? * * * Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile, yüzü yerde beklemektedir. Padişah sorar: -ÊSen kaç saattir nöbettesin? - Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım. - Niçin saat başında vazifeni devretmedin? - Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum. - Niçin? Neden usulü çiğniyorsun? O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur: - Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim. * * * Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder: - Dile benden ne dilersen, der... Mehmetçik teşekkür eder ve gayet vakûr bir edâ ile:
- Saltanatında berkarar ol Hünkârım, der... Padişah tekrar sorar ve aynı cevabı alır. Üçüncü defa tekrarlandığında, arkasında bulunan Saray görevlileri fısıldarlar: - Paşalık iste, paşalık iste... O, hiç umursamaz ve fısıldayanlara dönerek:- Paşalık, maşalık istemem, der... Bakar ki Padişah hâlâ soran gözlerle bakıyor. Çaresiz bir şey istemesi gerektiğini anlar ve şu istekte bulunarak herkesi şaşırtır: - Padişah'ım, bize bir tayın veriyorlar, doymuyoruz. Emredin de iki tayın versinler gayrı... * * * Gerçekten de o günden sonra askerlere iki tayın verilmeye başlanır. Ayrıca Padişah pek sevdiği bu Mehmetçiğe, Darıca'da bir çiftlik bağışlar ve ayrıca bir de rütbe ihsan eder.
"HEPİMİZ BİRDEN ABDEST ALALIM...
" Hz. Ömer, hilâfeti zamanında sahâbeden seçkin bir toplulukla birlikte bir mecliste oturmuş sohbet ediyordu. Cemaatin içinde Cerir bin Abdullah da vardı. Birden bir yellenme kokusu duyuldu. Toplulukta biri, herhalde irâdesine hâkim olamıyarak yellenivermişti. Kokuyu duyanların canları sıkılmış, "kim bu işi yapan münasebetsiz" dercesine yüzlerini buruşturmuşlardı. Hz. Ömer'in de canı sıkılmıştı. Kızgın bir sesle: Fakat Hz. Ömer'in bu dediğini yapmak çok zordu. Yellenen kimsenin o kadar insan arasından kalkıp abdest almaya gitmesi, bütün şimşekli bakışları üzerine toplaması, itibarını zedelemesi ve insanlar önünde kendini mahcub düşürmesi demektir.
Cerir bin Abdullah, bu hususları düşünerek derhal duruma müdahale etti ve Hz. Ömer'e şu teklifi yaptı: Mü'minlerin emîri! Acaba hep birden abdest alamaz mıyız?" Hz. Ömer, Cerir'in bu ince düşünüşünü, hatâyı, hatâ sâhibini mahcub etmeden tâmir edici fikrini çok beğendi. Kendisine hitaben: çok yaşa... Müslüman olmadan önce de ârif idin. Şimdi de ârifsin" diye iltifatlarda bulundu.
Böylece toplum içinde ortaya çıkan bir hatâ, en güzel şekilde izâle edilmiş, hiç kimse mahcub olmadan iş tatlıya bağlanmış oldu...
ŞİİR…
ÜSLÛBUMUZ
Üslubumuz sevgi, aşka adanmış canımız,
Karşılıksız çarpar sinelerimiz,çarpınca.
Herkese şefkatle ulaşmak heyecanımız;
Hele içimizi Muhammedi Ruh sarınca.
Son neferi olarak kalsak da bu cephenin,
Beklemeye kararlıyız ta subh-i haşre dek,
Ümidiyle herkesi sevip Hakk’a ermenin,
Çöllerde Mecnun’un Leyla’ya tutkusuna denk.
Yönelip gönüllerimizin derinliğine,
Hep ötelerden varlığa bir maya katarak;
Koşacağız rahmet arşının serinliğine,
Ruhlarımızdaki kini, nefreti atarak.
Yürüyeceğimiz mihverde bir başka ışık,
Aşacağız gayzla oyulan uçurumları;
Öbür tarafta herkes birbiriyle barışık,
Duyuyoruz az ilerde yeşeren baharı…