EĞİtİm hakkinda

uður1

Well-known member
[h=2] EĞİTİM HAKKINDA [/h] Çarşamba, 30 Kasım 2011 00:36 Bahaeddin Sağlam RİNET - 1. Eğitim Çalıştayı



images-2.jpg
Eğitim, insan nev’inin dili öğrenip konuşmaya başladığı, avcılık dışındaki diğer meslekleri öğrendiği günden beri vardır. Kurumsal eğitim olarak Eflatun’un Akademiya’sını saymazsak, yaygın olarak Hıristiyanlar tarafından başlatılan okullar 1700 yıldır var. Kurumlaşmadan önceki eğitim, çoğunlukla uygulamalı ve teorilerden ziyade pratik olarak verilirdi. Bu uygulamalar, başta ekonomik meslekler olarak icra ediliyordu. Daha sonra din, tarikat ve mezhep olarak icra edildi. Ayrıca Hıristiyanlardan önce teorik bazda Yunanlılarda tabii ilimler ve göreceli de olsa bazı deneyler ve felsefe okulları vardı. Hıristiyanlar, Yunan kültürüyle tanışınca ve sistemlerinin içine din ve dinî uygulamalar girince ilk, orta ve yüksek şekilde okullar kuruldu. Müslümanlar da buna benzer fakat daha bilimsel bir şekilde eğitim kurumlarını düzenlediler. Her iki medeniyet de 1200 yıllarından sonra üniversiteler açmaya başladılar. İşte kısaca anlattığımız bu 5000 yıllık tarihte bilgi edinme ve ders verme şu 5 şekil üzere yürürdü: a) Öğrenci, yarın alacağı dersi biliyor ve hocadan ders almadan önce, o dersi mütalaa ediyordu. b) Hoca, bireysel ve toplu olarak dersi belli bir sorumlulukla öğrenciye takrir ediyordu. c) Öğrenci bu safhadan sonra, ya bizzat veya arkadaşları ile o dersi müzakere ediyordu. d) Dersin konusundan direkt veya dolaylı sorular çıkartılır, o sorular hoca ile ve öğrenci arkadaşlarla müzakere edilip gündeme getirilirdi. e) Öğrenci aldığı dersin özet metnini ezberlerdi.. Ve yaklaşık üç sene boyunca bu ezberleri tekrar ederdi. Burada çok önemli bir mukadder soru hatıra geliyor, cevabı da şudur: Bu kadar köklü bir eğitime rağmen Ortaçağ kültürünün iflas etmesinin sebebi, inanç ve pozitif bilimi birbirinden ayırmasıdır. Çünkü insandaki akıl ve kalbi, madde ve manayı temsil eden bu iki taraf zihinde büyük bir diyalektik meydana getirir; beyin aldığı eğitimin üzerine binlerce mesele daha bina eder, keşifler yapardı. Evet, Osmanlı’nın batmasının en önemli iki sebebi, ekonomideki diyalektiği ve eğitimdeki diyalektiği gerçekleştirememesi idi. Yani kapital ve işgücü diyalektiği oluşmadı, dolayısıyla sanayi dönemine geçemediler. Bilim ve inancı bir ve beraber olarak kendilerine bir dünya görüşü sağlayamadılar. Evet, Osmanlı son zamanlarda pozitif bilimleri aldı. Fakat medrese ile mektebi birleştiremedi. Yine canlanamadı. Tam tersine tek başına alınan bu fen bilgileri Mekteb-i Tıbbiye-i Sultaniye’den dinsizlik zehrini kusarak Osmanlının ölmesini hızlandırdı. Çünkü mektepliler dinsiz oldu; medreseliler hurafeci oldu. Avrupa ise, eğitimden önce gelen ekonomik diyalektiği tam yaşadı ve ilk nesil bilim adamlarının orijini ise Kiliseden idi. Ayrışma daha sonra başladığından bizim durumumuz kadar zararlı olmadı. Fakat bugünlerde bu ayrım yine Avrupa’yı sallıyor. Demek eğer biz bu diyalektik bütünlüğü verebilsek ve Ortaçağ ders yöntemini uygulayabilsek büyük bir ihtimal ile yeni bir çağ başlatmış oluruz. Ayrıca eski eğitimin iki temel ve soyut özelliği de vardı: - O dönemde okuyan insanın hedefi basit bir geçim temini değil de topluma önder olmak, toplumu kurtarmak, insaniyete inançta ve bilgide rehber olmak idi. - Bu günkü liselerde uygulanan günde 18 ders yerine en fazla 3-4 ders alıyorlardı. Ve bir sahada uzman olduktan sonra diğer sahalara geçiyorlardı. Bence bu çağın bütün zengin imkânlarına rağmen bütün eksiklikler, bilgi için iki temel damar olan bu iki özelliğin şimdiki çağdaş eğitimde olmayışındandır. Günde veya haftada 18 ila 40 ders almak zihni böler, öğrenmeyi keser, insanın kendine güvenini sarsar. En azından bıktırır. Bıkmak ise bilginin gözü ve kulağı olan algı ve konsantre olmayı imha eder. Zaten öğrenci manasına gelen Arapça talip kelimesi ve Farsça şakirt kelimesi, isteyerek ve neşe ile ilim alan kişi demektir. Ayrıca eğer siz 18 yaşındaki ateşli bir gence sosyal ahlak, inanç ve temel insanî değerleri vermezseniz, onun için en öncelikli vazifesinin ekonomik üretim olduğunu söylerseniz ve ateş ile barut gibi birbirini çeken 18 yaşında güzelim bir kızı onun sırasında oturtursanız ve onu değişik 18 ders ile bunaltırsanız, ne kadar zeki olursa olsun ondan randıman alamazsınız. Toplumun liderleri Edebiyat, Siyasal ve İlahiyat fakültelerinden çıkması gerekirken, aksine İTÜ’den ve ODTÜ’den mezun, nicelik uzmanı olan mühendisler lider oluyorsa bu durum, ortada yine bir yanlışlığın var olduğunu gösterir. Çünkü sosyal fakültelerde müspet bilimler verilmiyor. Ve çünkü toplum sadece nicelik değerler ile uğraşıyor. (Ekonomi gibi.. ) Bir acı nokta daha hatırlatalım ki, memleketimizde çoğunlukla, İlahiyatçılar ve Edebiyatçılar dil bilgisinde ve üslupta çok düşük seviyededirler. Tıpta doktorlar, yine düşük seviyededir. İnşallah mühendisliklerdeki kardeşlerimiz matematikte böyle değildirler. Biz 21. çağda yaşadığımız için kendi eksiklerimizi İlk ve Ortaçağ’lardaki eksikliklerle kıyaslamamalıyız. Onların eksikleri çağlarının eksiği idi. Bizde ise böyle bir bahane olamaz. Ve hemen hatırlatalım ki; Aristo, İbn Sina, Sokrat ve Râzî gibi zatlar bizim çağımızda yaşamış olsalardı, bizim bu günkü seviyemizi belki yüz kat daha ileri götürebilirlerdi. Ve yine acı bir durum ki, Türkiye’de İlahiyatlar Ortaçağ’ı aynen kabul ediyor, Râzî gibi zatları aşılmaz biliyor ve çağlarının bir arızası olan onların yanlışlarını aynen kabul edip bu çağın aydın insanına sunuyorlar.. Yani yapılan doğru olmadığı için, doğru ve sağlıklı bir netice alınamıyor. Millet de bu gibi meseleleri bilmediği için eksikliği, dinden, devletten ve bilimden biliyor; adı konulmamış bir ümitsizlik ve çöküntü yaşanıyor. Kişiler adedince dinler, mezhepler, birbirine aykırı değişik kitaplar ortaya çıkıyor. Benim çok samimi fakat sosyalist bir öğretmen komşum vardı. Merdivenlerde karşılaştık. Hemen acele ile Hocam, eğitim tarihi ve tekniği ile ilgili bir buluşum var, dedim. O da nezaketle dinledi. Ben: Öğretmenlik, öğrenciye karşı: - Son derece şefkat etmek
- Son derece ilgi göstermek
- Ve direkt olarak bilgi vermeyip de öğrencinin bilgiye ulaşmasını sağlamaktır.
- Yani öğretmen bir ana gibi olmalı, bir hatip olmamalı, dedim. O, Sen ne diyorsun! dedi. “Benim Lise 3’te 43 öğrencim var. Televole ile sınıfa giriyorlar, televole ile çıkıyorlar. Kimse öğretmenin sınıfa girdiğine bile bakmıyor ” dedi. Ve ikimiz de ağlar gibi olduk. Sonra araştırdım. Senesi on beş milyarlık özel liselerde bu çöküntü olmamakla beraber, öğretmenlerin, öğretmenden ziyade birer hatip gibi ders verdiklerini işittim. Türkiye’nin neden geri kaldığını öğrendim. Sayın Süleyman Demirel sıklıkla “Türkiye 15 milyon evladını okutuyor; bu tek başına bir başarıdır” diyor. Galiba onun bu sosyal çöküntüden haberi yok. Yoksa kendisi, İTÜ’den, Amerika’dan ve Devlet Başkanlığı’ndan öğrendiği gibi kalitenin ne demek olduğunu çok iyi bilir. Hatta kendisi eğitim ve bilgi performansı olarak Türkiye’nin çok üstünde olduğundan halkımız onu anlamıyor, çoğunlukla ona hakaret ediyorlar. Fakat eğer insanlarımız onu anlamış olsaydı, bu gün biz Avrupa’ya değil de Avrupa bize muhtaç olurdu. Bence Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan’ın siyaset ve yönetim çizgileri aynıdır. Son bir not: Bir öğrenci ne kadar zeki olursa olsun, eğer alt sınıflarda dersi boş ve zayıf geçmişse üst sınıflarda asla başarılı olamaz. Bunun da iki çaresi var: - Başa dönüp kendi kendine çalışmak.. - Veya Polonyalılar gibi, evleri birer okul yapıp, herkesi öğrenim seferberliğine katmaktır. Bir Ara Not: İslam tarihinde eğitim konusunda en başarılı ekol Mu’teziledir. Onların başarısının sırrı da şu üç noktadan kaynaklanıyor. a) İyi derecede dil biliyorlar.. b) Asırlarının seviyesine göre iyi derece fen ve tabiat ilimlerini biliyorlar.. c) Ve özgürce düşünebiliyorlar. Onun için dil, belagat ve tefsir kitaplarının en iyilerini onlar yazmıştır. O kadar kaliteli eserler vermişler ki, ehl-i sünnet bugün dahi o kitapları kaynak olarak kullanıyor. Eğer Mu’tezile felsefeye ve o asırların pozitivizmine yenilmemiş olsaydı, bugün dünyanın hali bambaşka olurdu. Mu’tezilenin karşı ekolu ehl-i sünnet değildir; onların baş düşmanı, tevil ve tefsir etmeyi haram gören ehl-i hadistir. Ehl-i hadis çok dindardır, fakat İslam âleminin bugünkü sefaletinin baş sebebi de onlardır. Bunlar Ebu Hanife’yi dahi tekfir ve tadlil ederler. Hulasa: Ehl-i hak denilen ehl-i sünnet bu iki zıt akımın ortasıdır, sırat-ı müstakimdir. Maalesef biz şimdiki Nurcular ilim konusunda ehl-i hadise benziyoruz. Üstad Bediüzzaman Medresetü’z-Zehra projesiyle bu birliği sağlamak istiyordu. Nitekim Muhakemat’ta ilim konusunda bir Mu’tezili gibi yazıyor. İman ve İslami hamiyet konusunda bir ehl-i hadis kadar titizlik gösteriyor. Mesela Muhakematın başında geçen “Akıl ve nakil tearuz ederse, akıl esas alınır, nakil tevil edilir” kaide-i mukarraresi, Mu’tezilenin birinci ilkesidir.
Türkiye Eğitiminden Yaklaşık Veriler: 200.000’den fazla doktora ve profesörlük tezi var. (Hiç denilecek kadar) bir keşif yok. Bir icat yok… Keşif yapanlar, çıraklar ve normal lisans sahipleridir. Diyeceksiniz: Senin kaç keşfin var? Ben derim ki: Yüzden fazla keşfim var. Fakat ben tenekeciler çarşısına düşmüş bir mücevherci gibiyim. Türkiye’nin eğitim seviyesi bunları anlamaya müsait değil. Müsait olanlar da siyasetten dolayı ilim ile uğraşmıyorlar. Türkiye’de yapılan kitap tercümelerinde % 30’ a yakın hatalar var. Üç milyon üniversite mezunu mektup yazamıyor. Bu milletin 700 yıllık dili olan Osmanlıcayı 1000 kişiden fazla kimse bilmiyor. Günlük popüler kitap ve dergilerde 1500 ila 2000 kelime kullanılıyor. Hâlbuki 1000 yıllık gerçek Türkçe, 200.000 kelimelik bir dildir. Fazla ağlamayalım. Yoksa gözyaşlarımızdan bir bahar olur, bu da bazılarını kıskandırır. Selam eder, başarılar dilerim..
Son Güncelleme ( Çarşamba, 30 Kasım 2011 09:40 ) [h=4]Yorumlar [/h]


# derkan 2011-11-30 06:35 Şimdiki akademik ahval içler acısı iken; acaba Üstad zamanında ne durumda imiş? Netice itibariyle mevcut eğitim standart ve şartları bol köpüklü eleştirilebilir ama; Risale-i Nurlar, çobanı da ikna eder yarı bilmiş akademisyeni de:). Diğer yandan bize düşen vazife hiç değişmiyor, cahile de sabırla anlatacağız, kendi uslanmaz nefsimize de… Usanç ve şikayetler çözüm getirmez, şevki kırar. Şimdi bu baharda yaşayan bizler, biliyoruz ki; kıyamet gibi kış mevsiminde kimseleri hor görmeden hizmeti omuzlamış mütevazı hademelerin sayesinde, inşaallah yaz mevsimine de kavuşacağız vesselam… Cevap | Alıntı | Alıntı







Yorum listesini yenile
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için.

[h=4]Yorum ekle[/h] Bediüzzaman Hazretleri gibi, yazarın hakkını teslim ederek kibarca eleştiri yapılmasını rica ederiz.
İsim (gerekli)
E-Posta (gerekli)
Site

1000 karakter kaldı
Sonraki yorumları bana bildir
index.php

Yenile


Gönder (Ctrl+Enter)



[h=3]Mail Listemize Abone Olun[/h]
Adınız
e-posta








[h=3]Duyurular[/h]







[h=3]Son Eklenenler[/h]










Şuanda 102 konuk çevrimiçi
 

uður1

Well-known member
Allah vardır de​

Napolyon para dese,
Sen Rabbimiz Allah de!
Beyaza kara dese,
Sen Rabbimiz Allah de!

Atamız maymun dense,
Domuz salamı yense,
Herkes putu beğense,
Sen Rabbimiz Allah de!

Herkes mala güvense,
Parasıyla övünse,
Papaz ile sevinse,
Sen Rabbimiz Allah de!

Gâvura dense kardeş,
Müminle görülse eş,
İnkâr edilse Güneş,
Sen Rabbimiz Allah de!

Gökler durur direksiz,
Hain olur yüreksiz,
Dense mezhep gereksiz,
Sen Rabbimiz Allah de!

Her yer küfür dolsa da,
Ümitlerin solsa da,
İnkâr eden olsa da,
Sen Rabbimiz Allah de!

Dense, (Dine karnım tok,
Tanrı diye bir şey yok),
Varlığına delil çok,
Sen Rabbimiz Allah de!

Şirki al, çöplüğe at!
Hâlıksız olmaz hayat,
Hoca, dinsize inat,
Sen Rabbimiz Allah de!

 

uður1

Well-known member
MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ
Kur'an bilbedahe mahz-ı hidayettir. Çünki onun muhalifi, bilmüşahede küfrün dalaletidir. Hem bizzarure Kur'an envar-ı imaniyenin madenidir. Elbette envar-ı imaniyenin aksi, zulümattır. Çok Sözlerde bunu kat'i olarak isbat etmişiz.
Hem Kur'an bilyakin hakaikın mecma'ıdır. Hayalat ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatlı alem-i İslamiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği ali kemalatın şehadetiyle, alem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, alem-i şehadetteki bahisleri gibi, ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilaf bulunmadığını isbat eder.

(Bediüzzaman Said Nursi - 19. Mektub'dan)

Lügatler
Aks :zıt, ters, muhalif, yankı
Âlem-i gayb :görünmeyen âlem, gizli âlem
Âlem-i İslamiyet :İslam âlemi
Âlem-i şehadet :görünen, hissedilen, yaşanan âlem
Âlî :üstün, yüce , çok büyük
Ayn-ı hakaik :gerçeklerin aynısı, ta kendisi
Bahis :konu, konuşulan şey
Bilbedahe :açık olarak, aşikar
Bilmüşahede :görerek, görmek suretiyle
Bilyakin :şüphesiz olarak açıklıkla bilerek
Bizzarure :zarureten, mecburen
Dalâlet :sapıklık, iman ve islamiyetten ayrılmak, Allah’a isyankâr olmak
Envar-ı imaniye :imandan gelen nurlar
Esas :asıl,temel, kök, şart
Hakaik :hakikatler, gerçekler
Hakikat: gerçek, doğru

Hayalat :zihnen tasarlanan şeyler
Hilaf :ters, karşı, zıt, muhalefet
Hurafat :hurafeler, aslı astarı olmayan iş ve rivayetler, batıl boş şeyler
İzhar :açığa vurmak, meydana çıkarmak, göstermek
Kat’î :kesin, mutlak, tereddütsüz, şüphesiz
Kemalat :faziletler, iyilikler, mükemmellikler
Küfr : Allah’ı veya Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etme, inançsızlık, dinsizlik
Maden :her şeyin asli kaynağı
Mahz-ı hidayet :tam bir hidayet kaynağı
Mecma’ :toplanılacak yer, kavuşulacak yer
Muhalif :zıt, birbirine uymayan, karşı duran, karşı
Şehadet : şahitlik, tanıklık
Şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, dosdoğru yol, kanun, İslam dini
Teşkil :şekil vermek, meydana getirmek
Zulümat :karanlıklar, dinsizlik ve zulüm devri

4.11.REŞHALAR(DEVAMI)
ONBİRİNCİ REŞHA(DEVAMI)
Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmâda umum zevilhayata şâmil pek şedit bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve semâ ve bütün mevcudat “Âmin” söyler. Yani, “Yâ Rabbenâ! onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun talep ettiğini talep ediyoruz.”

Bilhassa, o cemaat-i uzmâ önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, o zâtın duasına iştirâk eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlûkat değil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne düşer. Çünkü, o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemâlâta erişir.

Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet, öyle bir Zâttan talep eder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir. Ve keza, en ednâ bir emeli, en ednâ bir gaye için, en ednâ bir zîhayatta görür ve onu ona yetiştirmekle ikram ve merhamet eder. Bu duaların neticesinde yapılan terbiye ve tedbirler öyle bir intizamla cereyan eder ki, o terbiyelerin ancak bir Semî’ ve Basîr, bir Alîm ve Hakîmden olduğuna şüphe bırakmaz.

Acaba o zât, o minberde Arşa müteveccihen ellerini kaldırarak yaptığı dua ile ne istiyor ki bütün mahlûkat “Âmin” söylüyor?

Evet, o zât, Cenâb-ı Hakkın rızasını ve Cennette mülâkat ve rüyetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbap olmadığı takdirde, o zât-ı nurânînin tek duası ve tazarru ile niyaz etmesi, Cennetin icadına ve îtâsına kâfidir. Binaenaleyh, o zâtın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücâzat için dâr-ı âhiretin îcadına sebep olur.

Evet, bu yüksek intizam ve geniş rahmet ve güzel san’at ve kusursuz cemâl ile zulüm ve çirkinlik arasında tezat vardır. İçtimaları mümkün değildir.

Evet, ednâ bir sesi, ednâ bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle, en yüksek bir savtı, en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, hüsn-i zâtî, kubh u zâtîye inkılâp eder. İnkılâb-ı hakâik ise muhaldir.
Lügatler :
adalet : hak sahibine hakkını verme, haksızı terbiye etme ve cezalandırma
âdi : basit, sıradan
âlem : dünya
Alîm : her şeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan Allah
âmin : “Allah’ım kabul eyle”
Arş : Allah’ın hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer
Basîr : her şeyi gören Allah
bilhassa : özellikle
binaenaleyh : bundan dolayı
cemaat-i uzmâ : büyük cemaat, topluluk
cemâl : güzellik
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
cereyan etmek : meydana gelmek
cüz'î : ferdî, küçük
dâr-ı âhiret : âhiret âlemi
ednâ : basit, küçük
emel : arzu, istek

emsalsiz : benzersiz
esbap : sebepler
esfel-i sâfilîn : aşağıların en aşağısı
Hakîm : her işini hikmetle yapan Allah
hikmet : gaye fayda
husule gelmek : meydana gelmek

hüsn-i zâtî : bir şeyin bizzat kendisinin güzel olması, güzelilği başkasından gelmemesi
îcad : var etme, yaratma
içtima : toplanma, bir araya gelme
ikram : bağış, ihsan

inkılâb-ı hakâik : gerçeklerin zıddına dönüşmesi
inkılâp etmek : değişmek, dönüşmek
intizam
: disiplin, düzen
iştirâk etmek : katılmak
iştiyak : şiddetli arzu ve istek
îtâ : aynen tekrar edilme, verilme
kâfi : yeterli
kemâlât : mükemmel özellik ve dereceler
keza : aynı, aynı biçimde

kubh : çirkinlik, kötülük
kubh-u zâtî : bir şeyin bizzat kendisinin çirkin olması

lisan-ı hal : hal dili
mahlûkat : yaratılmış varlıklar
matlub : istek, arzu
merhamet : şefkat, acıma
mevcudat : varlıklar
minber : câmide hutbe okunan yer

muhal : imkânsız
mücâzat : cezalandırma
mükâfat : ödül
mülâkat : kavuşma
müteveccihen : yönelmiş olarak
niyaz : dua etme, yalvarıp yakarma
rahmet : merhamet ve şefkat
rıza : memnuniyet, hoşnut olma
risalet : elçilik, peygamberlik
rüyet : Allah’ın cemâlini görme
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk

savt : ses
semâ : gökyüzü
Semî' : herşeyi duyan ve işiten Allah
talep etmek : istemek
tazarru : dua, yakarış
tedbir : çekip çevirme, ihtiyacını karşılama
terbiye : belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tezat : zıtlık
tezellül : Allah'ın huzûrunda boyun büküp yalvarma
ubudiyet : kulluk
Yâ Rabbenâ : ey Rabbimiz
zât-ı nurânî : nûrânî zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)
zîhayat : hayat sahibi, canlı
zulüm : haksızlık



 

uður1

Well-known member
OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ OTUZ ÜÇ PENCEREDİR
ON ÜÇÜNCÜ PENCERE
[SUP]1[/SUP]وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
sırrınca: Her şey lisan-ı mahsusu ile Halıkını yadeder, takdis eder. Evet bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile ettiği tesbihat, bir tek Zat-ı Mukaddes'in vücudunu gösteriyor. Evet fıtratın şehadeti reddedilmez. Delalet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şübhe getirmez. Bak hadsiz fıtri şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delalet eden ve mütedahil daireler gibi bir tek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, her biri birer dildir. Ve mevzun heyetleri, her biri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, her biri birer lisan-ı tesbihtir ki, Yirmidördüncü Söz'de kat'i isbat edildiği gibi, o bütün diller ile pek zahir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve bir tek mukaddes zata şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi bir Zat-ı Vacib-ül Vücud'u gösterir. Ve kemal-i ulûhiyetine delalet eder.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Lügatler
cihet : yön, taraf
Daire :sınır içi, bir manevi tesirin hükmünün geçtiği alan, çember

delâlet : delil olma, işaret etme
delâlet-i hal : halin işareti, delil olması
Dil :lisan, konuşma

fıtrat : yaratılış
fıtrî : yaratılıştan gelen
hadsiz : sayısız, sınırsız
Hâlık :yaratıcı, yaratan(Allah)

Hamd :medih, öğmek, şükür, minnet, övgü
heyet : genel yapı, şekil
hususan : özellikle
İsbat :doğruyu delil göstererek ortaya koymak, delil ve şahitle doğrulamak

kat’î : kesin
kemâl-i ulûhiyet : ibadete ve itaat edilmeye layık olmanın, ilâhlığın mükemmelliği
lisan-ı hâl ve kal : hal ve konuşma dili
lisan-ı hâl : hal dili
Lisan-ı mahsus :kendine has dil

lisan-ı şehadet : şahitlik eden dil
lisan-ı tesbih : Allah’ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil
mevcudat : varlıklar
mevzun : ölçülü
Mukaddes :kutsal, temiz ve pâk, her türlü kusurdan uzak olan

muntazam : düzenli
Mükemmel :olgun, noksansız, tamam, eksiksiz, çok iyi

mütedahil : iç içe, birbiri içinde
nihayetsiz : sonsuz
reddedilmek :kabul edilmemek, geri döndürülmek

Sır :herkesin bilmediği gizli hakikat
suret : şekil, biçim
şehadet : şahitlik, tanıklık
Şey :madde, eşya, varlık

Şüphe :kuşku doğuran şey, kafada tam cevaplanmamış şey
tahiyyat : selamlar ve dualar
Takdis :kutsamak, büyük hürmet göstermek, mukaddes bilmek, Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek

Tarz :usul, şekil, metod, yol
tazammun : içine alma, kapsama
Tesbih :Allah’ı her şeyden yüce tutmak, Allah’ı şanına layık ifadelerle anmak

tesbihat : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
vücud : varlık
Yâd etmek:anmak, zikretmek, hatır yapmak, hatırda tutmak, hatır, gönül

zâhir : açık
Zat : hürmete layık kimse, kişi

Zât-ı Mukaddes/Mukaddes Zât : her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah
Zât-ı Vâcibü’l-Vücud : varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allah
ziya : ışık


 

uður1

Well-known member
Golf pantalon modası çıkarılsın
28 Kasım 2011 Pazartesi 06:55
Gazetemizin gizli kahramanlarından, sevgili düzeltmenim Sermet Özdoğan iyi bilecektir çünkü bu konuda benden illallah dedi: Bendeniz Türk Dil Kurumu'nun "pantolon" yazımını tanımıyorum efendim, reddediyorum, o kelime dünyanın her yerinde "pantalon" şeklinde yazılır ve söylenir, ömrüm oldukça da öyle yapacağım.
İşte "golf pantalon" da, bilenler bilirler, rahatça golf oynayabilmek için paçaların kalın yün çorabın içine sokulduğu ya da sokulur gibi yapıldığı, uzun potura benzer bir giyim biçimidir. Böylece iki bacak da "torbaya girmişe" döner, pantalon sarkar, iki yanda da pot yapar. Otuzlu yıllarda modaydı.
Türkiye'de golf oynayan yoktu ama "muasır medeniyet seviyesinin" öyle emrettiği sanıldığı için, Türkiye'de de modaydı.
Atatürk de giyerdi.
Öyleyse şimdi biz de giyelim!
Giyelim de herkes bize bir tarafıyla gülsün.
Bizim, "baklavalı kazak" giyenlere güldüğümüz gibi.
Bir ara bu moda ittire kaktıra çıkarılmak istendi, biliyorsunuz, pek tutmadı ama Kemalistler sevdiler (çünkü Atatürk de giyerdi!), hemen koşup doksan beşer lira mı doksan dokuzar lira mı ne toka ettiler, alıp giydiler.
Böylece onları gören dostun düşmanın kafasına "Atatürkçülüğü çivi gibi çakacaklardı", bir emekli paşanın deyimiyle...
Yahu bunlara boşuna "gardrop Atatürkçüsü" dememişler!...
Fakat küçük bir pürüz vardı: Kazakların hepsi siyah-beyazdı.
Çünkü Atatürk'ü bu kazakla gösteren belgesel filmlerin hepsi de siyah-beyazdı ve Atatürk'ün kazağının gerçek renkleri bilinemiyordu!
Gerçeği siyah-beyaz olamazdı, ne yani, Atatürk "çarşı" esnafından mıydı, herşeye karşı mıydı, anarşist falan mıydı?
"Fenerli" olduğunu ısrarla söylediklerine göre, kazak sarı-lacivert olmalıydı ama bu kanıtlanamıyordu... (Nitekim "ben kulüp başkanının şeker hastası olmayanını ve şike yaptığı söylenmeyenini severim" dememiş miydi?)
Sonra bu moda geçiverdi.
İyi olmadı. Cumhuriyet mitingi miydi bu, hürp diye geçiversin?
Yeniden "lanse" edilmelidir ama kazak muhabbeti bayatladığı için Atatürk'ün giydiği başka bir şey, örneğin golf pantalon modası çıkarılmalıdır.
Kılıçdaroğlu'nu devirip yerine geçirmek istedikleri Sayın Ümit Boyner, eşinin tekstilci olması hasebiyle, bu modaya öncülük edebilir. Golf pantalonlar Boyner Çarşı mağazalarında satışa sunulabilir.
"İnşallah yarın başbakan da olacağım" diyen Sayın Kılıçdaroğlu da Kemalistlik'te geri kalmamak için bu pantalondan giyerse, bize "1938 yılından" esintiler ve çizgiler sunmuş olur... Belki CHP'nin kırarak en görgülü, en eğitimli insanlar yaptığı Tunceli seçmeni de onu taklit eder, bölgeye medeniyet götürüldüğünü kanıtlar...
Lakin... Ya birileri çıkar da, "aha biz de Gazi Mustafa Kemal Paşa'cıyız" diyerekten Atatürk'ün 1925 yılından önce giydiği fesle ortalıkta dolaşmaya başlarlarsa... Öyle ya, Atatürk hayatının ilk kırk dört yılında fes ve kalpak giymiş, ancak son on üç yılında şapka giymiş.
I ıh... Sevmediniz bu pantalon işini...
O zaman size, "yeni anayasaya karşı çıkan İstanbul Barosu modasını" öneririm... Avukat yaka!
Atatürk acaba avukatın hangi türlüsünü severdi, zeki, çevik ve tutucu olanını mı?
Normali yapmazsak ne olur?
28 Kasım 2011 Pazartesi 06:30
Normale ilişkin değerlendirmemi yazının sonuna bırakıp bir haberi özetleyeceğim.

25 Kasım Cuma günkü Zaman gazetesinde çok ilginç bir haber yer aldı.

Haberin içeriğinin öyle ahım şahım bir ilginçliği olmayabilir, hatta yok da diyebilirsiniz.

Haberin ilginçliği başlığa taşıdığım meseleden, yani normalin yapılmamasından kaynaklanan anormalliklerden kaynaklanıyor.

Haberin başlığı şöyle: “I. Ordu Başsavcısından itiraf: Bilirkişi yazdığı rapor yüzünden tayin edildi.”

İnternetten aktardığım haber aynen şöyle devam ediyor:

“Balyoz darbe planı soruşturması kapsamında kabul edilen üçüncü iddianamede, askerler tarafından hazırlanan bilirkişi raporları arasındaki çelişkiye dikkat çekiliyor. ‘Balyoz’un bir darbe planı olduğu aktarılan ilk raporu yazan Binbaşı Ahmet Erdoğan’ın sürgün edildiği aktarılıyor. 1. Ordu Başsavcısı Albay Bülent Münger de Erdoğan’ın raporun ardından ‘tayin’ edildiğini itiraf ediyor.”

Haberi daha fazla deşmenin anlamı olmayabilir, içeriği zaten malum, bilmeyenler de anlamıştır.

Çok önemli iddialara konu olan Balyoz darbe planı hakkında askerler bilirkişi raporları hazırlıyorlar, farklı askeri kişiler tarafından hazırlanmış bu raporlar büyük ölçüde çelişiyorlar.

Sıradan biri de değil, I. Ordu Başsavcısı Albay Sayın Bülent Münger konuya ilişkin ilk raporu hazırlayan Binbaşı Ahmet Erdoğan’ın hazırlamış olduğu raporun içeriği nedeniyle tayin edildiğini söylüyor.

Zaman gazetesinin bu internet haberinden, Sayın Başsavcı’nın açıklamalarından bendeniz iki sonuç çıkarıyorum.

Birincisi, getirdiğimiz tüm şahsi ya da kurumsal eleştirilere rağmen askeri yargının içinde hukuk kavramına saygılı, devletin, TSK’nın çıkarlarını hukukun önünde görmeyen, TSK’nın kurumsal çıkarları mı, hukuk mu gibi bir soruya tereddütsüz hukukun genel, evrensel ilkeleri diyebilecek gerçek hukukçuların varlığı.

Tüm olumsuz anayasal, yasal yapılanmaya rağmen böyle hukukçuların varlığı bu çorak ortamda insanı umutlandırıyor.

Ancak, ikinci gündeme getireceğim konu muhtemelen çok daha önemli.

Bir hukuk sistemi içinde bireyler, hukukçular, hakimler, savcılar hiç kuşkusuz çok önemli, gereğinde kişisel çabalarıyla olumsuzlukları tersine çevirebiliyorlar, insanı umutlandırıyorlar ama muhtemelen daha önemli olan sistemin bizzat kendisinin yapısal anlamda, bireysel çıkışlara, kahramanlıklara ihtiyaç duymaksızın hukuk anlamında etkin işleyebilmesi.

Ülkemizde çift başlı yargının varlığı, 1982 Kenan Evren Anayasası’nın 145, 156, 157. maddelerinin hala mevcudiyeti Balyoz soruşturması sırasında karşımıza çıkan, yukarıdaki haberde en genel hatlarıyla özetlenen hukuk komedilerinin temel nedeni.

Bu traji-komik durumdan kurtulmak için bir-iki düzgün hukukçunun çıkışlarına bel bağlamak çok saçma ve saçma olduğu kadar da Türkiye için hüzünlü.

Yapılması gereken, bir rapor hazırladığı için bir binbaşının tayini ile sonuçlanan durumu engellemek için anayasal, yasal mevzuatı kökten değiştirmek, çift başlı yargıya son vermek olmalı.

Bu aşamada da çok önemli bir noktayı hatırlatmak istiyorum; 12 Eylül referandumunda, bizlerin tüm olanaklarımızla “yetmez ama evet” diye destek verdiğimiz referandumda 1982 Evren Anayasası’nın askeri yargıya ilişkin bazı maddelerinde, işin özüne dokunmaksızın değişiklikler yapıldı ama bu değişikliklerin hayata geçmesi için gerekli yasalar hala çıkmadı.

HSYK ile ilgili değişikliğin gerektirdiği kanunlar hemen çıkarıldı ama askeri yargıya ilişkin kanunlardan hiç ses yok.

Bu nasıl bir iştir, birileri, başta Adalet Bakanımız, bizleri bir aydınlatsa çok iyi olur diye düşünüyorum.

Yoksa, hiç ihtimal vermiyorum, vermek istemiyorum, 12 Eylül’de askeri yargıyla ilgili yapılan bu değişiklikler bir göz bağcılığı mı idiler?

Normali ertelemenin, yapmamanın maliyeti her zaman çok ağır oluyor.
Star
 
Üst