Konuya cevap cer

RİSALE…

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

Name=66; HotwordStyle=BookDefault; Yani, "Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der.

 

 

 

 

EMANET-İ KÜBRA

Sual: "Kur'ân'da sarîhan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sayfada, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"

Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları tasdik ettirmek ve o inkılâpların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur'ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur'ân'da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ, Name=618; HotwordStyle=BookDefault; (İmân eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu ise pek büyük bir kurtuluştur." Bürûc Sûresi, 11.) âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, "Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır" dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez.

İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, elbette sarîhan ve zımnen ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir.

NÜKTELER…

Büyük velilerden Zünün-u Basriye biri:

“Bana ismi azamı emanet edip de öğretsen,” der dururmuş. Zünnun bunun ısrarına dayanamayarak bu adama, mendil içinde sarılı bir şey verir ve : 

“Üç güne kadar sende kalsın emanet olarak, sonra senden alırım der.

Adam mendili alıp eve götürür ve evde merak edip dayanamayarak mendili açınca mendilden bir fare çıkar ve fare kaçar. Hemen hazrete gider ve sitemde bulunur. Zünnun da adama , ben seni imtahan etmiştim ki kaybettin. Sen bir fare emanetini elinde tutamıyorsun, nasıl olur da ismi azamı sana emanet ederim, demiş.

 

 

 


 

EMANET

Tüccarın biri ticaret için sefere çıkarken ambardaki buğdayları bir arkadaşına emanet etmiş. Emanet ettiği arkadaşı ise buğdayları satıp parasını da bir güzel yemiş. Tüccar uzun seferinden dönünce buğdayları arkadaşından istemiş. Arkadaşı:

Vallahi dostumbuğdayı fareler yeyip bitirdi. İkiyüz batman buğdaydan hiçbir şey bırakmadılar demiş.

Zeki tüccar arkadaşının çocuğu evinin önündengeçerken içeri almış ve eve saklamış. Ertesi gün arkadaşını pek kederli görünce sebebini sormuş. Arkadaşı:

Hiç sorma dostum oğlumu kaybettim... demiş. Tüccar:

Ben oğlunu gördüm. Dün bir kartal havalandırıp götürdü, demiş. Arkadaşı inanmamış:

“Nasıl olur demiş, koskoca çocuğu bir kartal götürür.” Hemen tücacar bu sözü fırsat bilip:.

“İkiyüz batman buğdayı yumruk kadar fare nasıl yeyip bitirdi ise senin çocuğunu da kartal öylece götürdü, demiş.

Arkadaşı çaresiz kalınca tüccara buğdayını vermek mecburiyetinde kalmış.

ALLAH’IN EMANETİ 

Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek:


- Babasına haber vermeyin. 

Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Aksam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı: 

- Gördüğünden şimdi çok iyidir, der. 

Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle söyle der:


- Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi? 

- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli. 

- O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.


Ebu Talha bu sözü duyunca :


- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder. 

 

 

 

 

BIR BOSTAN BEKÇISI 

Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri (ö. 162/779) anlatıyor: 

Babam Horasan – Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavsan- bir hayvani kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum: 

- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın! 

Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Ayni sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah’tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam. 

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları asarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce isçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu. 

Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Sam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus’ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki: 

- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir. 

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki: 

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı eksiden ayıramıyor musun? 

- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da eksisinden ayıramam! 

Adam şaşkın bir edayla bana sunu söyledi: 

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın. 

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim... 

EMANET

Zehr-ur Riyaz adlı kitapta anlatıldığına göre bir kul kıyamet günü getiririlerek ulu Allah’ın huzuruna dikilir. Ulu Allah ona “falanın emanetini geri verdin mi?” diye sorar. Kul “hayır ya Rabbi “ diye cevap verir.

Bunun üzerine Allah bir meleğine emir verir, elinden tutar, onu cehenneme götürür ve cehennemin dibine düşmüş olan o emaneti adama gösterir ve onu ateşe atar. Adam cehennemin dibine ininceye kadar yetmiş yıl ateşte batmaya devam eder. Dibe inince oradaki emaneti alıp yükselmeye başlar. Cehennemin ağzına çıkınca ayağı kayar, yine batmaya başlar. Sonra yine yükselir, yine batar. Peygamberimizin (s.a.s.) şefaati sayesinde Allah’ın lütfu imdadına yetişerek emanet sahibi ona hakkını helal edinceye kadar bu iniş çıkışlar aynı şekilde devam eder. 

EMANET MERMİLER

Bir asker, kendisine sayı ile teslim edile mermileri kumandanın izin vermediği yerlere boşuna harcadığında ceza gördüğü gibi, onları düşman askerleri yerine kendi silah arkadaşlarına karşı kullandığı taktirde ise cezası kat kat ziyade olur.

İşte, bizim ömrümüzden her bir saati veya dakikası da Allah tarafından sarf edilecek saha belirtilerek verilmiş birer mermi hükmündedir. Binaenaleyh, bu emanet mermileri malayani şeylere ve İslam’ın nehyettiği sahalarda kullanmaktan kat’iyyetle içtinab etmemiz icabetmektedir. 

Yukarıda verilen mermi misalini genişleterek, göz dürbününe, ceset elbisesine ve insandaki sair cihazlara tatbik edebilirsiniz.

İNSAN MİSAFİR VE EMANETÇİDİR

Abdullah Bin Mesud’dan:

-Sizler, ancak misafirsiniz. Malınızda emanettir.

Misafir durmaz gider, emanetlerde sahibine geri verilir.

EMANET

…Emanet irade sahiplerine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, “paramı kasaya emanet ettim” diyemezsiniz. Demek ki, cansız eşya emanete muhatap olamıyor. Melekler de onlardan pek farklı değil. Onların vazifelendirilmeleri teklif ile değil emir iledir. 

Emanetle ilgili ayet-i kerimede emanetin göklere, yere ve dağlara “teklif” değil, “arz” edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülmezdi. Arz etmekte bir başka mana vardır. Hani bir padişah, huzuruna çağırdığı bir askerine bir vazife arz eder. Mesela, ona “sen katiplik yapabilir misin” diyebilir. O nefer, padişahtan özür dileyerek “maalesef benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi bin can ile yerine getirirdim” der.

Bu emir, “bana bir su getir” demeye benzemez. Suyu her nefer getirir ama katipliği herkes yapamaz.

Emanetle ilgili ayette de Cenab-ı Hak, göklerden, yerden ve dağdan vazife istemiş. Onlara bir emanet arz etmiştir. Bu arz edişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu vazifeden içtinab etmelerini de bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara arz edilen vazife , onların kabiliyetleriyle sermayeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecek cinsten değildir. Ama insanın yaradılış keyfiyeti, ona takılan cihazlar, verilen kabiliyetler bu vazifeyi yapmasına müsaittir. Nitekim, göklerin çekindiği bu emaneti o yüklenmiştir…

MEYYİDZADE

Türk tarihinin Osmanlı asırları üzerine mühürlü olduğu vakitlerin birinde Kasımpaşa'daki Zindan arkası Kabristanında kavuklu bir mezar şahidesi var imiş. Halk buna, Meyyitzâde kabri diye isim vermiş. Fakat kimse niçin böyle denildiğini bilmezmiş. Yalnız ağızdan ağıza bir tek rivayet dolaşırmış: "Burada falanca ile oğlu beraber yatmaktadır.

Bu "Meyyidzâde" kabrinin macerasını araştıran meşhur seyyahımız Evliya Çelebi, bu yer hakkında şu bilgileri vermektedir.

Osmanlı cihangirleri i'la-yı kelimetullah adına Eğri önlerinde savaşırken aralarında kırkma yaklaşmış, şakaklarında kırçıllar oluşmaya başlamış bir yeniçeri de vardı. Bu yeniçerinin, savaşırken aklı sık sık istanbul'a kayıyor ve altı aylık taze bir gelin olan hanımı ile karnındaki çocuğunu düşünmeden edemiyordu. Çünkü cihad çağrısı yapılıp sefere çıkarken yeniçerinin onları emanet edecek hiç kimsesi yoktu. Bu güngörmüş asker, ferman padişahın deyip yola koyulmadan önce iki rekat sefer namazı kılmış ve dua dua Allah'a (cc) şöyle yalvarmıştı:

-ilâhi! Hâlim sana malûmdur Kalbime öyle gelir ki ben seferden dönmeden şu hatuncuk doğuracaktır. Artık çocuğum sana emanet!

Kocası sefere çıkar çıkmaz genç kadın ağır bir şekilde hastalanmış ve bir müddet sonra da yavrusunu dünyaya getiremeden vefat etmişti.

Mahalle sakinleri bu kimsesiz kadına karşı son vazifelerini yerine getirip onu Zindan Arkası Mezarhğı'nın bir köşesine defnettiler Fakat kadın öldüğünde karnındaki çocuk henüz sağ idi. Olmazları olduran Allah (cc), o minik yavrunun yaşamasını murad etmişti. Bebek mezara konulduktan birkaç gün sonra dünyaya geldi ve hikmet-i Hûda, annesinin vücuduna tırmanıp göğsüne yetişerek emmeye başladı.

Minik yavrunun, annesinin bu ölü memesinde süt bulması, oradan karnını doyurması ve nerede olduğunu bilmeden karanlık bir dünyada kâh uyuyarak, kâh ağlayarak hayatını devam ettirmesi akıl ölçüleriyle elbette izah edilemez. Ama Çelebi'nin araştırmalarına göre gerçek tam böyleydi. Yeniçerinin karısının ölümünden bir hafta kadar sonra Orduyu hümayun Eğri Seferi'nden döndü. Bizim Yeniçeri neferi de hasret ateşiyle soluğu hemen evinde aldıysa da nafile, kapı duvardı. Acı hakikati öğrendiği zaman inanamadı. Durmadan;

-Olamaz! diyordu. Olamaz! Ben karımı ve çocuğumu gitmeden evvel Allah'a emanet etmiştim. O benim emanetimi korurdu. Bunun olması mümkün değil!

Yeniçeri neferi karısının başına gelenlere inanmamakta ısrar edince mahallenin erkekleri ona karısının mezarını gösterdiler. O kaytan bıyıklı dağ gibi yiğit, karısının mezarını görünce henüz bir haftalık taze toprağa sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı, Fakat o da ne! Toprağın altından kulağına bir ses geliyordu. Bu ses, bir bebeğin masum çığlıklarından başka bir şey değildi. Adam, hemen yerinden doğrulup yanındakilere bağırdı:

-Bre adamlar, tez kazma kürek getirin; evladım aşağıda sağdır.

Şüphe ile birbirlerine bakan mahalle sakinlerinden birkaçı üzerlerinden şaşkınlığı atıp bir koşu mezarcılardan birinin kazma ve küreğini getirdiler ve hemen mezar kazıldı.

Görülen manzara akıllara ziyan idi. Erkek bir bebek, annesinin çürümeye başlayan vücuduna yapışmış, sağ memesinden süt emiyordu. Hayrete şayan olan şey, annenin vücudunun rengi ve şekli değişip çürümeye başladığı halde sağ memesinin olduğu gibi korunmuş olması idi.

Evet! Cenab-ı Hak masum yavrunun yaşamasını murad etmiş, tevekkül ehli yeniçerinin ihlaslı dualarını geri çevirmeyerek bir mucizesini daha göstermişti.

Evliya Çelebi'nın zikrettiğine göre annesinin koynundan alınan bu çocuk, büyüyüp delikanlı olduğunda ulema sınıfına dahil olmuş ve Sultan Ahmed zamanına kadar itibar gören, sözü dinlenen âlim bir zât olarak yaşamıştır.

Halk onu daima Meyyitzâde (ölü kadının oğlu) diye çağırmış ve vefat ettiği zaman da yine doğduğu yere, anne-sinin mezarına defnedilmiştir.

ALLAH’A EMANET EDİLEN İMAN

Tarih, hayattan alınmış ibret levhalarıyla dolu bir mekteptir. Bu mektepten istifade etmesini bilenler geleceğe de başarıyla hükmetmenin metodunu elde etmişler demektir.

Ali Ulvi Kurucu Bey'in, yakın geçmişin canlı şahitlerinden Endonezya eski Başbakanı Dr. Muhammed Nâsır'dan dinlediği şu hâtıra da, yakın tarihimize ışık tutan binlerce ibret levhasından sadece biri. Bu levhalardan belli bir şuur ve terkip çıkarabildiğimiz takdirde, bugünü ve yarını daha sağlıklı analiz edebilmenin yolu açılmış demektir.

J.970'li yıllardan birinde, Endonezya'nın eski Başbakanlarından Dr. Muhammed Nasır Medine-i Münevvere'ye gelmişti. Kaldıkları Medine Oteli'nde kendilerini ziyaret etmiştim. Selamlaşmamızdan sonra ilk sordukları suâl şu olmuştu: "Bu sene de Türkiye'den hacı var mı?" "Var, elhamdülillah", demem üzerine: "Acaba adedi ne kadar?" diye sordular, "yüz elli bin", dedim. "Yüz elli bin mi?" diyerek ağlamaya başladılar ve derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandılar. Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı Üstâd, secdede ağlıyordu...

Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. r Secdeden kalkıp da yerlerine oturduklarında kendilerine şöyle j demiştim:

"Efendim, verdiğim haber zât-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim? "

Büyük insan, derin mânâlarla dolu bir "âh!" çekerek, şu şekilde cevap verdi:

"Aziz dostum! Ben Lozan Muâhedesi'ni çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedef-i aslîsine göre Müslüman-Türk bugünleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye'nin başını yemek için İngiliz Murahhas Hey'eti Reisi Lord Curzon'un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye'nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk hey'etini, bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. Şayet bu teklif Müslüman-Türk milletinde şiddetli tepkilere maruz kalırsa, Türkiye'nin "lâik" bir devlet olmasını ve bunun da Rusya'dakinden daha sert bir şekilde tatbik edilmesini ısrarla teklif ediyorlardı, işte o tarihden itibaren Türkiye'deki bazı kanun, nizâmnâme ve ta'mîmlerde, hep bu menhus teklifdeki îmân sûikasdınm icra ve ifâsını hedef alan te'sîrler müşâhade ediliyordu.

Bütün bunlardan maksad, Müslüman-Türk'ü temsil eden Türk devletini İslâm âleminden herşeyiyle koparmak idi. Zâten hilâfetin ilgasıyla, Türkiye bu manevî güçden kendini, kendi eliyle mahrum bırakmıştı. Batılı sözde dostlarının gözüne girmek için aldığı bu kararla maddî-manevî öyle zararlara girmişti ki, bunların cezasını sâdece Türkiye Müslümanları çekmiyor, bütün Müslümanlar da iştirak ettiriliyordu. Evet, hilâfetin ilgasıyla Türkiye, gerçek dostlarına baş olmayı reddederken, dost görünen düşmanlarına kuyruk olmaya zorlanıyordu. Lâkin düşman bu; gün olur belki kendilerine kuyruk olmasını da kabul etmezler... Lâiklik ise Batı dünyasında olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti mânâsına değil de adetâ din aleyhtarlığı şeklinde kabul edildi.

Evet! Hilâfetin ilgasından sonra; Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Harf inkılâbı ile açılan çığır, Batı dünyasına fikren, ruhen esîr olmanın kapısını araladı. Aslında Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ile Harf İnkılâbı, doğurduğu sonuçlar itibarıyla tarihde benzerine nadiren rastlanan kültür kıyımı olmuştur.

Bilhassa Harf İnkılâbı ile milleti mazisinden, kültüründen, medeniyetinden, dilinden, dininden ve târihinden kopuk olarak yetişecek nesiller, bunca manevî değer ve servetten mahrum kalmışlardır. Elinde, tarihine âid hiçbir değer bulunmayan nesiller, mutlaka uydurma masallarla avunup duracaklardır. Bilhassa mazisi bu şekilde inkâr ve ihmâl edilen şanlı Müslüman-Türk milleti ve onun şerefli mazisi olursa...

Demek ki bununla yetişen nesiller Alpaslan'ları, Kılıçaslan'ları, Alâeddin Keykûbad'ları, Osman Gazi'leri, Orhan'ları, Murad'ları, Yıldırım'lan, Fatih'leri, Yavuz'ları, Kanunîleri, IV. Murad'lan, Abdülhamid'leri ve son yıllardaki Trablusgarb, Balkan, Çanakkale ve İstiklâl savaşlarında "Allah!" diyerek şehid olan kahraman Mehmetçikleri unutarak, tarihinden uzaklaşacak, öyle mi? Çünkü bütün bu zaferler Kur'ân harfleriyle tezyin olan Osmanlıca'yla yazılmış eserlerle nesillerden nesillere mübarek birer mîrâs olarak intikal edilegelmiştir. Bu eserlerden mahrum kalan nesiller, mutlaka ilmî ve tarihî hakikatlerden uzak (husûsen dikte ettirilerek yazdırılan) resmî tarihlerin esîri olarak yetişeceklerdir. Evet, Müslüman-Türk; Harf İnkılâbıyla iki darbeyi birden yemiş oldu. Birisi bin yıllık tarihinin yazısı değişti. Hem de değişmekle kalmayıp, öğrenilmesi ve öğretilmesi yasaklandı.

Diğeri de din ve can düşmanlarının yazısı olan Latin harfleri, yeni Türk harfleri olarak kabul edilirken, yüce Kur'ân-ı Kerim'in yazısı, cebren tedavülden kaldırıldı. Bu arada Kur'ân-ı Kerîm'i okutanlar işkence görürken, öğrenenler de çeşitli cezalara çarptırıldı. Tarihe baktığımızda bir milletin topyekün kültür hayatına böylesine indirilmiş ağır darbeye, nadiren rastlanılabilir. Belki de benzeri görülemez... Bu darbe maalesef kendini bin yıl İslâm'a feda etmiş olan mücâhid Türk milletine reva görülmüştür.

Aziz dostum! Bu yara derindir. Dokundukça kanar. Müslüman-Türk'ün manen katline ferman olan Lozan Muahedesi'nin tahlîl ve tenkidini burada keserek, asıl mevzûmuza gelelim.

Siz bu sene Türkiye'den yüz elli bin hacı gelmiş deyince, Allahu Zü'lCelâl'in bu insanlar üzerindeki kahır sultasının ihtişamlı tecellîsi karşısında sevinç gözyaşlarımı tutamadım. Demek; yıllar yılı bir tek Müslümanı dahi hac farizasını îfâya gön-dermeyen Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yüz elli bin hacıya pasaport verecek, dövizlerini temin edecek ve onları kendisinin temin ettiği vasıtalarla hacca gönderecek ha!?.. Bu ne azametli tecellî sahnesidir yâ Rabbü. Ben, Senin zâlimleri saraylarının enkazı altında boğan kahır kudretinin karşısında nasıl yerlere serilmem ve secdelere kapanmam?... Sen ne büyüksün!.. Ne ulusun!?.. Ne halimsin!.. Ne latifsin, Allahım!.. Cemâlin güzel olduğu gibi Celâlin de güzeldir. Celâlin olmasa, Cemalini müşahede imkânı bulamayız. Zâlimlerin ceberûtu bize nefes aldırmaz. Herşeyin kemâli Sende olduğu gibi, Cemâli de, Celâli de Senindir.

Türkiye'deki İslâmî gelişmeleri, kendi memleketim kadar, hatta daha fazla diyebileceğim bir dikkatle takip ediyorum. Aklımı hayrette bırakan tecellîlerden birisi de şudur: Lozan Muâhedesi'nin üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen devlet eliyle -Allah'a şükür- bir tek kilise yapılmamıştır. Fakat binlerle, onbinlerle cami yapılmış ve hâlâ da yapılmaya devam etmektedir. Lâkin gelin görün ki, benim memleketim olan Endonezya'da Sukarno sosyalizm sevdasıyla, memleketin iktisadiyatını mahvedip kaçtıktan sonra iktidara Suharto geldi.

Endonezya'nın sıkıntısını gören Amerika ve Batılı bazı devletler iktisadî ve içtimaî mânâda büyük yardım teklifinde bulundular, iktidardakiler bu teklifi kayıtsız-şartsız kabul ettiler. Yardımlar önceleri içtimâî-insânî şekillerde yapılmaya başladı. Meselâ köylere hastane yapıldı. Lâkin yapılan her hastanenin yanma mutlaka bir de kilise yapılması şart kılındı. Sakinleri arasında bir Hıristiyan bulunmayan köye, bu kilise şartı nedendi?.. Bu uzun mukaddimemden sonra şöyle bir netice çıkarmak isterim:

İslâm'ın düşmanlarının inkılâblardan bekledikleri şu idi: Bunca yıldır batılılaşma adına icra edilen inkılâp silindiri altında ezilen Türkiye'den hacca gelecek bir kimsenin çıkması şöyle dursun, 'Allah' diyen bile kalmayacaktı. Fakat, Allah'a hesab-sız şükürler olsun ki bu plân muvaffak olmadı. Inşâallah da olmayacaktır. Çünkü, büyük ve kahraman ecdadınız İslâm uğrunda o kadar ihlâs ve samîmiyetle kan dökmüş ve can ver-mişdir ki şehîd olurken yaralı kalbini Allah'ına açarak şu yanık ifâdelerle niyaz etmiştir:

Allah’ım! Evlâd-ü ahfadımın îmânı Sana emânettir. Onların manevî varlığını Senin Cemâline tevdî ediyorum. Zîra bütün ruhumla inanmış bulunuyorum ki, Senin hıfz-u emânetine tevdî edilen bir emânet, asla zâyî olmaz... "

EMANETE SAYGI

Ömür bir sermayedir... Bize emanet edilmiştir... Dünya bir misafirhane bizler de misafirleriz.

Sevdiğimiz fakat kaybettiğimiz dostlarımızla beraber, ebedî ve ölümsüz hayatta beraber olabilmek için, üzerimize düşen vazifelerimizi yapmamız gerekmektedir.

Sahip olduğumuz bu sermayeyi gelişigüzel harcayamayız. Çünkü bize ait değil. Gençlik elveda diyor. Hazan yaprakları gibi sararıp soluyor. İhtiyarlığa dur diyemiyor, ölümün önüne geçemiyoruz, merhameti sonsuz Rabbim, emir ve yasaklan doğrultusunda, nefis ve malınızı Allah yolunda harcama karşılığında cennetimi satın alın buyuruyor. Kâinat sofrasını bizim için sayısız nimetlerle süsleyen, buna mukabil üç beş tanesini yasaklayıp haram kılmasına karşılık, rengi, tadı, güzelliği farklı sayısız konserve edilmiş nimetleriyle dünya soframızı süsleyen Allah'ın sonsuz ikramlarına karşı yirmi dört saatten bir saatinde Namaz kılarak; bir yılın 29 veya 30 gününde, üstelik de yarısında Oruç tutarak; servetin, sıhhatin, hürriyetin varsa, ömründe bir defa Hacca giderek; borcun, harcın, derdin olmama şartıyla kırkta bir Zekat vererek cenneti satın almak zor mudur?

Allah tarafından rehin alınan nefsi kurtarmak, (ebedî cenneti kazanmak, helâl dairede bütün ihtiyaçlarımızın karşılandığı şu dünyada) Allah'a itaat, emir ve yasaklarına saygı duymakla mümkün olacaktır.

Aynı geminin mensupları, yolcuları olan bizler, bilmeyerek, yanlışlıkla, cahillikle veya küfür ve inatla, üzerinde yaşadığımız şu dünya gemisini batırmak isteyenlere mukabil, onları da kurtarabilmek için; şefkatle, tatlı dil, güler yüzle, akıl, mantık ve iradelerine hitap ederek ikna yolunu seçmeliyiz; himmetimizi bu yolda harcamak mü'mine en yakışanıdır.

Engellere takılıp kalmadan, dayanıp darılmadan, geleceğin maneviyat güllerini, bülbüllerini yetiştirmek de bize düşmektedir. İnsanlık bir şeyler bekliyor... aradığını bulmak için çırpınıyor.,, za'f-ı imandan meydana gelen yaralarına reçete arıyor. İnsanlığın iftihar tablosu Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdesini verdiği ahir zamanda gelecek, insanlığı düştüğü helâket ve felâketten, zillet ve sefaletten kurtaracak ümit nesli olan kutsileri 1 bekliyor. Beklenen o şerefli neslin arasında olma şerefini, canın, cananın pahasına da olsa zannederim kaçırmak istemezsin.

Senin âlem-i İslâm'ın son karakolunun mensubu olarak- üzerine düşeni yaptığın ölçüde sancılar dinecek, yaralar sarılacak, o zaman Allah'ın inayeti sana yetişecek, ilâhî rahmet başını okşayacaktır.

O zaman yangınlar sönecek, gözyaşları dinecek, mazlumiyet ve mağduriyet sona erecektir.

O zaman harabeler ümranlara, zulümler adalete, düşmanlıklar kardeşliğe, kin ve nefretler sevgiye, merhamete dönüşecektir.

Bir defa daha insanlık; mal, can, namus, haysiyet ve şerefiyle, huzur, güven ve emniyet ortamı içinde yaşama fırsat ve imkânı bulacaktır.

AŞ ERİ VE SAVAŞ ERİ (İŞİN EHLİNE VERİLMESİ)

Bir sofi savaşçılarla birlikte harbe gitti. Çadırlar kuruldu savaş nizamı alındı erler savaş meydanına gittiler. Savaş başlayınca, sofi ağırlıklarla, savaş malzemeleriyle birlikte çadırlarda kalan savaşa katılmayan zayıflarla beraber kaldı.

Erler savaş meydanına daldılar. At sürdüler, kılıç çaldılar, üstün gelerek 'birçok ganimetler ve esirler alarak geri döndüler.

Ganimetlerden bir kısmını sofiye hediye ettiler. Sofi verilen armağanların hepsini fırlatıp attı, hiçbirini almadı. Cengaverler hayret ederek sordular: "Biz ne yaptık ey sofi neden böyle kızdın?" dediklerinde sofi:

"Savaşa giremedim, savaştan o er meydanından ayrı kaldım." dedi.

Anlaşılan sofi er meydanına girmediği, kılıç sallayıp hançer çalmadığı için alınmıştı. Cengaverler sofinin gönlünü almak için:

"Birçok esir getirdik onlardan birini al öldür, başını gövdesinden ayır da gazi ol." dediler.

Sofi bunu duyunca sevindi. Bağlı bulunan esirlerden birini alarak savaşmak üzere çadırların arkasına götürdü. Gaziler sabırsızlıkla bekliyorlardı, sofi gecikince "Acaba neden gecikti?" diye merak ettiler. Nihayeti itibariyle eli kolu bağlı bir esiri öldürecekti.

Gazilerden biri "Acaba ne oldu?" diye sofinin peşinden gitti. Bir de ne görsün esir sofiyi altına almamış mı?

Esir sofiyi altına almış, elleri bağlı olduğu halde dişleriyle sofinin boynunu ısırıyordu, sofinin aklı başından gitmişti, yarı ölü hâldeydi. Gaziler esiri çekip aldılar. Sular serpip sofiyi ayılttılar.

"Ne oldu sofi bu ne hal? Elleri bağlı bir esir seni nasıl bu hâle soktu?" dediler. Sofi:

"Tam başını keseceğim sırada o mel'un bana öyle bir baktı ki, aklım başımdan gitti. Nasıl korktum anlatamam, sanki karşımda bir ordu vardı, bu bakıştan korkup kendimden geçtim, gerisini hatırlamıyorum." dedi.

Bunun üzerine gaziler:

"Sende bu yürek varken sakın savaşa girmeye kalkışma. Erkek aslanlar cenge başladı mı kılıçlarıyla başları top gibi yere yuvarlarlar. Nice başsız bedenler yerde çırpınıp, nice bedensiz başlar kan denizinde yüzer, cenk meydanı her kişinin gireceği yer değildir.

Bu iş bulgur pilavını kaşıklamaya benzemez. Harp bu bulgur pilavı değil ki kollan sıvayıp girişesin." dediler.

"ONLARA BU ET HARAMDIR...

" Kocasının işi son günlerde iyice bozulmuştu. O kadar ki diğer ihtiyaçların te'mini şöyle dursun iki çocuğun karnını doyuracak bir sofra hazırlama imkânından bile mahrum kalmıştı. Şayet beyi o gün akşama da sofra kuracak bir şey getiremezse hareketsiz bekleyen çocukların durumu tehlikeye girecekti. Binbir endişe ve elem içinde akşamı iple çekmeye başladı. Nihayet geç saatlerde kapıyı çalan kocası elinde bir paketle gelmiş, buruşuk etten ibaret paketi heyecanla kapan kadın sevinçle mutfağa koşarak pişirdiği eti derhal sofraya getirip açlıktan tâkatsız düşmüş çocuklarıyla birlikte yemeye başlamışlardı. İşte o sırada komşusunun küçük çocuğu içeri girdi ve sofranın başına dikilerek yenen etten istemeye başlardı. Kadıncağız aceleyle bir kendine, bir de çocuklarına yetiştirdiği lokmalardan birini de küçüğe uzatınca kocası: 

- Hayır hayır, ona verme, onlara bu et haramdır! diye ikazda bulundu. Komşu çocuğu buna üzülmüş, ağlayarak evlerinin yolunu tutmuştu. O güne kadar kimseden böyle bir karşılık görmeyen zengin çocuğu, babasına durumu anlattı ve bir lokma et vermediklerini şikâyet ederek "O etten ille de isterim" diye tutturdu. Bu defa çocuğun sesini bir türlü kesemeyen baba, elinden tutarak bitişik komşunun evine gelmeye mecbur kaldı. Onlar halen sofradaydılar. 

- Çocuktur, halden anlamıyor, şunun sesini kesmemiz için bir lokma et rica edeceğim, dedi. Fakat adamın cevabı kesindi: 

- Kusura bakmayın, ben bu etten size veremem. Çünkü bu bize helâl, fakat size haramdır! - Neler söylüyorsun komşu, size helâl olan şey bize nasıl haram olur? - Olur komşucuğum, olur. Fakat gel, benim bu sırrımı fâş etme, şimdiye kadar kimseye açmadığım derdimi şimdiden sonra da açmak zorunda bırakma! 

- Hayır, bu sözlerinden bir şey anlamıyorum; çocuğa bir lokma et vermeyişinin mazeretinden başka bir lâf değildir bu. Mecbur kalmıştı işin içyüzünü anlatmaya. Elindeki mendiliyle gözyaşlarını silen adam titrek sesle mes'elenin içyüzünü anlatmaya başladı. 

- Günlerdir şu sofraya ne bir katık, ne de bir parça ekmek getirmek saâdetinden mahrum kalmıştım. İşlerim büsbütün tersine gidiyor, yakamıza sarılan fakirlik bize aman vermiyordu. Bugün artık tahammülümüzün bittiği gündü. Çocuklar bugün de bir lokma olsun bir şey yemezlerse hayatları tehlikeye girecek, bu durumun arkasından ölüm gelecekti. İyice muztar kalmıştık. Bu yüzden yol kenarına atılmış bir koyun leşinden kestiğim bir parça eti kâğıda sararak getirdim. İşte soframızda gördüğün et o koyun leşinden koparıp getirdiğim ettir. Biz muztar kaldığımız için bu haram etten yiyebiliriz, ama sizler (Allah daha çok versin) servetinin hesabını bilmeyecek kadar zengin kimsesiniz, siz muztar kalmadığınız için böyle haram etten yemeniz de câiz olmaz. Çocuğunuza bir lokma et vermeyişimin asıl sebebi budur!.. Komşusunun bu izahından sonra başını yere eğerek utanan zengin adam, birşey söylemeden oradan çıkar ve doğruca şahsına âit sürünün çobanını bulur, ona şu emri verir: - Ben derin vicdan azâbı çekmeye başladım, büyük mes'uliyet altında olduğum inancındayım. Bizim, ölü koyunun etini sofralarında katık yapacak kadar zarurete düşen bitişik komşumuzdan haberdar olmayışımız büyük bir günahtır. Koyunların yarısını derhal işâretle... Onları şu andan itibaren komşuma hibe ediyorum, haber ver! Sonra dükkânına gelen adam oradan da bir miktar yiyecek ve giyecek alır, komşuya gönderir. Onu yokluğun acı pençesinden kurtarır. 

Sadece şahsını düşünen bir zengin olmaktan Allah'a sığınarak tevbe ve istiğfarda bulunan bu zengin, bir akşam rü'yasında Resûlüllah'ı görür, ondan evvelâ bir îkaz, sonra da bir müjde alır: - Servet Allah'ındır. Bâzı kulları ise tevziat memurudurlar. Allah'ın sana muhtaçlara vermek üzere emânet ettiği servete ihanet eder duruma düşmüş, komşunun koyun leşi yiyecek hale düşmesine alâkasız kalmıştın. Bereket ki en sonunda durumlarını öğrenip tam zamanında yardım yaparak onları kurtardın! Müjdeler olsun sana, Allah yardımını kabûl etti. Cehennem'e ilk girecek zenginlerden iken, bu defa Cennet'e evvel girecek servet sâhiplerinden oldun!.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİR....

Haya sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!

Vefa yok ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;

Yalan raiç hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Ne tüyler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş!

Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman turâb olmuş

Helak oldu, korkup hiyanete göz yuman,

EMANETİ korumaktan çekinen, uzak duran,

Dini de insaniyeti de terk etti,

Uğradığı musibetler birbirini takib etti.

Korkarak hıyanete razı olanın boynu devrilsin!

O yüzden emaneti korumaya yan çizenin

Dini ve insanlığı bir yana bırakarak başını alıp gitmiştir.

Yaşadıkça başına gelecek belalar birbirini takip edecektir.

Hıyanete boyun eğmeği huy edinen kimse

Pek kısa zamanda sıranın kendisine gelmesine layıktır.

Zilletler durmadan elemlerini yağdırırlar


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst