topraktoprak
Well-known member
Saadet asrının güzelliklerini bir nebze olsun
evlerimize taşıyabilirsek, kendimize ayıracağımız
zamanımız bereketleneceği gibi, "ekran" tutkunluğu,
TV mahkumiyeti de o nispette azalır.
Önceden söz vardı, sohbet vardı. İnsanlar günlerinin önemli anlarını sohbete ayırırlardı. Eş-dost sohbetleri, akraba-komşu muhabbetleri yaşardı.
Sohbet vazgeçilmez bir gelenekti. Kolay kolay ihmal edilmez, göz ardı edilmezdi. Çünkü sohbet bir ihtiyaçtı, gıda gibiydi; gönüller ve ruhlar sohbetle beslenirdi.
Geniş ölçüde köy odalarında, şehirlerde de köşklerde, dar çerçevede ise evlerin geniş salonlarında doyumsuz sohbet anları canlanırdı. Bu mekânlara çoğu kere çat kapı girilir, öyle resmiyet ve soğuk hava görülmezdi.
Sohbet bir aktarımdı, bir paylaşımdı, hasbi bir iletişimdi, durup dinmeyen bir gönül esintisiydi.
Özellikle ilim meclisleri bir başka özellik taşırdı müdavimleri için. Gencecik ruhlar burada eğitilir, 'burada inkişaf eder, burada istikametini bulurdu. "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane"ydi.
TV Sohbeti Kovdu
Fakat "Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu" hesabı, evlerin başköşesine gelip TV yerleşince söz de azaldı, sohbette; dostluk da zayıfladı, akraba-komşu görüşmeleri de. TVler bir de kontrolsüz olarak kullanılınca aile mahremiyeti de sıkıntıya girdi, saygı ve fazilet ölçüsü de daraldı. O güzelim sohbet alışkanlığımız maziye karıştığı gibi, aile sıcaklığı da ciddi ölçüde zayıfladı.
Toplumun genelinde durum bu merkezde iken, bu genellemenin istisnaları belli mekanlarda yaşamaya ve yayılmaya başladı. Kur'ân gündemli meclisler, iman merkezli dersler, kardeşliğin ve samimiyetin buram buram koktuğu ve soluklandığı nurlu sohbetler yavaş yavaş muhtaç gönüllere ulaşıyor.
Bu yeni tarz sohbetler yeterli mi, bütün toplum katmanlarına ulaşabiliyor mu? Bu soruya "evet" demek henüz mümkün değil.
Bizi biz yapan değerlerimiz, kutsallarımız ve can damarlarımız çiğnendiği ve unutulduğu için sohbet geleneğimiz de neredeyse unutuluyordu. Fakat toprağa gömülen tohum misali pek çok değerimiz yeni yeni filiz vermeye başladı. Sohbet filizi de bu yeni sürgün veren tohumların çimlenmesi ve yeşermesiyle gün yüzüne çıktı.
En Güzel Sohbet O'nun Evinde Yapılırdı
Sohbet geleneğinin ilk mimarı Peygamber Efendimizdi. İlk sohbeti evinde başlatmıştı. Çünkü ona ilk inanan ve ilk defa "Resulullah" diyen gerçek bir eş ve anne olan Hatice-i Kübra idi. Efendimiz vahyin ağırlığını taşıdığı gün oldukça telaşlı ve heyecan içindeydi. Korkuyor ve titriyordu. Hatice Annemiz Ona sahip çıktı, davasının destekçisi oldu. Artık bu ev sıradan bir ev olmaktan çıkmış bir Peygamber yuvası olmuştu.
Allah'ın selamının gelip gittiği bu evde hep bir sevgi ve saadet rüzgârı esiyordu.
Medine günlerinde Efendimizin hanesinde zeka ve edep timsali Hz. Âişe vardı. Efendimiz sevili eşlerine çok iltifat ederdi.
Bir gün Hz. Aişe'ye kendisiyle evlenmesine nasıl karar verdiğini bir gün şöyle anlattı.
"Yâ Âişe, seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek seni ipek bir kumaşa sarmış ve 'Bu senin hanımındır' dedi. Ben de yüzünü açtım ve 'Eğer Allah tarafından ise Cenab-ı Hak imza eylesin'" dedim.
Hz. Âişe bu iltifatı duyunca sevincinden uçacak gibi oldu.
Eşine Her Fırsatta iltifat Ederdi
Peygamberimizin yüzlerce haline şahit olan Âişe Annemiz onun evdeki bir güzelliğini şöyle anlatıyor:
"Bir gün Resulullah (a.s.m.), mübarek pabuçlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum.
Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından terler damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:
"Ne oldu sana Âişe, dalgın duruyorsun?"
Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim" dedim.
Bunun üzerine, Resulullah (a.s.m.) kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:
"Ya Âişe! Allah sana iyilikler versin! Sen beni sevindirdiğin gibi, ben seni sevindiremedim."
"Seni Kör Düğüm Gibi Seviyorum"
Nurlu bir sohbet ortamıydı. Âişe annemiz sordu, "Yâ Resulallah, beni seviyor musunuz?"
"Kör düğüm gibi" cevabını aldı.
Aradan uzunca bir zaman geçmişti. Bir fırsatını buldu, Âişe annemiz tekrar sordu. "Yâ Resulallah, kör düğüm devam ediyor mu?"
Efendimiz, "İlk günkü gibi..." cevabını verdi
Sevgili Kızını Her Eve Dönüşünde Öperdi
Muhabbetin ilmek ilmek örüldüğü, sevginin sürekli tomurcuklandığı bu nurlu sohbette Efendimizin kendinden bir parça olarak gördüğü Hz. Fatıma da yer alırdı.
Zaten Resulullah, onu bir gül goncası gibi geleceğe hazırlıyor, âdeta üzerine titriyordu. Her evden çıkışında ve dönüşünde onu mutlaka öpüyordu.
Hz. Fâtıma'nın da Nebiler Sultanı babasına olan muhabbeti ve bağlılığı çok fazlaydı. Babacığını biraz mahzun görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı.
Bu eşsiz baba-kız muhabbetini Hz. Âişe anlatırken diyor ki:
"Fâtıma kapıdan içeri girdiğinde Resulullah kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber onun yanına girdiğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verirdi. Hal ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Resulullah'a benzeyen birini görmedim."
Hz. Fatıma'nın Düğününde Ağlamıştı
Hz. Fâtıma küçük yaşta annesiz kaldı. Ama sevgili babası ona hem anne, hem de baba oldu. Hz. Fatıma'nın (r.a.) çeyizinin serildiği gündü. Efendiler Efendisi duygulanmış, müteessir olmuş, ağlıyordu
Canından aziz gördüğü babasını bu halde gören Hz. Fâtıma (r.a.) da kendini tutamadı, ağladı, "Canım babacığım! Bu mutlu günümde sevinmen gerekirken niçin ağlıyorsun?"
Yeryüzüne ışık saçan o Yüce İnsan, yaşlı gözlerle şu cevabı verdi:
"Anneni, Hatice'yi (r.a.) hatırladım. Senin gelin olduğunu, serilen çeyizini görmeyi ne kadar arzu ederdi, bugününü görmeyi çok istiyordu."
Torunlarını Kendi Elleriyle Beslerdi
Hz. Fatıma'nın iki göz bebeği vardı. Hasan ve Hüseyin. Peygamberimizin sevgili torunlarına ayrı bir ilgi gösterirdi. Hz. Ali, mübarek dedenin torunlarıyla olan bir anısını şöyle anlatıyor:
"Hasan ile Hüseyin uyuyorlardı. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Resulullah hemen kalktı, koyunu sağmaya gitti. Bir de ne göreyim, sütü pek az olan koyun, Resulullah'ın sağmasıyla bol süt verdi. Resulullah sütü Hasan'a içirmeye başladı. Bunu gören Fâtıma, 'Ya Resulullah, herhalde Hasan'ı daha fazla seviyorsunuz' dedi.
Resulullah 'İkisini de aynı derecede seviyorum, fakat Hasan önceden süt istemişti,' buyurdu. Ve şunu ilâve etti: 'Ey Fâtıma, Kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız.'"
Saadetli yuvadan bu manzaralar gözümüzü, gönlümüzü, ufkumuzu ve yarınımızı aydınlatıyor. Bir evde, oralardan esip gelip sevgi rüzgarı erksik olmazsa, aile fertlerine de bu güzellikler yansırsa, kendimize ayıracağımız zamanımız bereketleneceği gibi, "ekran" tutkunluğu, TV mahkumiyeti de o nispette azalır.
O'nun Sohbetleri Cehaleti İmana Çevirmişti
Efendimiz sohbet etmeyi çok önemsiyordu. Her fırsatta sahabeleriyle birlikte toplanıp sohbetleriyle adeta etrafma ışık saçardı. Onun sohbet mekânı sade bir evdi. Şimdilerde Harem-i Şerifin sınırları içinde kalan Safa tepesinin yanındaki kutlu mekan.
Vahyin o lahuti ikliminde başlayan bu sohbet bir anda muhataplarını buldu, şekillendi ve sürekli bir düzene girdi. Kısa zamanda cehlin, cehaletin, kinin ve husumetin puslandırdığı gönüller imanla parlayınca gerçek sevgiyi, kalıcı dostluğu, özlenen samimiyeti ve insanlığı bu sade mekanın cazibesinde buldular.
Peygamberimizin kendine has engin şefkatine, candan öte yakınlığına, ruhları yücelten tatlı diline, gönülleri fetheden nurlu sözlerine kulak veren insanlar ortak bir isimle anılır oldular. Bundan böyle onlara "sahabe-ashab" denecekti.
Sohbet Tebliğin Anahtarıydı
Sohbet bir iksirdir ve bir insibağdır. Bir karakter oluşumu ve bur renklenmedir. Sahabiler,
Peygamberimizi dinleyince onun rengine bürünüyordu. Bu etkilenme kısa süre içinde huylan, karakterleri ve yapılan değişiyordu. Öyle ki, çöl yalnızlığının kaba ve sert havasında yetişen bir bedevi, bir saat kadar Peygamber sohbetinde bulunuyor, daha önce gözünü bile kırpmadan canlı canlı öz kızını kendi eliyle kazdığı çukura atarken, sohbetle sahabilik rütbesini elde edince, artık karıncayı bile incitemeyecek kadar bir şefkat ummanı oluyordu. Yine medeniyetten, edepten, erkândan uzak bir Ömür geçiren cahil ve vahşi görgümüz bir adam, bir gün gibi kısa zaman diliminde vahiy merkezli bu nebevi sohbete katılıyordu. Bu sohbetin aydınlattığı ruhu ve kalbi öyle bir "şarj" oluyordu ki, düğmesine basılan projektör gibi ulaştığı yerdeki bütün zulmetleri dağıtıyor, aydınlatıyordu. Bu hızlı eğitimi alan bir sahabi, daha sonraları Çin ve Hindistan gibi köklü devletlere gidiyor, o yerleşik medeni toplumlara insanlık ve medeniyet dersi veriyorlardı.
Her Sohbet Bir Kişilik Transferiydi
Peygamberimizin sohbetine devam eden ve onun dizi dibinden ayrılmayan sahabiler Resulullahın rengine bürünüyorlar, onun şahsiyetiyle bütünleşiyorlar ve bir yerde "kişilik transferi" yapıyorlardı.
Her sahabi kendi kabiliyet ve istidadına göre Resulullahın ahlaki özelliklerinden birinde parlıyor, o konuda özgünleşiyor ve örnek bir kişilik oluyordu.
Fetih suresinin son âyetinin baş kısmında "Muhammed Allah'ın Resulüdür" cümlesinin devamında Bediüzzaman'ın işârî bir yorumuna göre, Hz. Ebu Bekir iman, ihlas, cömertlik ve fedakarlıkta
Resulullahın maiyetinde yer alıp onu gölge takip ederken: kâfirlere karşı şiddet ve izzette Hz. Ömer tanımlanıyor, Hz. Osman ise merhamet ve şefkatte, hayada ve iffette yıldızlaşıyor, Hz Ali ise secde ve rükuuyla kulluğun engin ufuklarında yer alıyor ve Allah'ın fazlından ve rızasından başka bir şeye dönüp bakmıyordu.
"Bizimle Diz Dize Otururdu"
Resulullah'ı analarından babalarından ve kendi öz çocuklarından daha çok seven her biri, hiç kimseden görmedikleri şefkati, sevgiyi, yakınlığı, yardımı, dostluğu ve fedakârlığı bizzat
Resulullah'tan görüyorlar, ona hitap ederlerken de Arap geleneğinde en candan bir söz olan "Anam babam sana feda olsun yâ Resulallah!" ifadesini sıkça kullanıyorlardı.
O, seven ve sevilen bir insandı. Öyle ki, herkes kendini Ona en sevgili sanırdı. Yine herkes kendini
Onu en çok seven insan olarak kabul ederdi.
Selman'ın anlattığı gibi, "O bizimle beraber oturur ve'biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı."
Ashabını seviyor ve mahremlerini koruduğu gibi koruyordu. "Sakının ashabımdan ve onlara uygunsuz söz söylemeyin", "Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidâyeti bulursunuz"
Ve daha nice sözleri, bu sevginin deliliydi.
Aynı zamanda seviliyordu. Hem de delicesine seviliyordu. Zaten Onu sevmek, imanın kemaline delil değil mi? En kâmil imana sahip olan sahabe de, Onu en mükemmel seviyede seviyordu.
O'nun Bıraktığı Sevgi Bütün insanlığa Yeter
İdam sehpasında Hubeyb'e sorarlar:
"Şu anda senin yerinde O'nun idam edilmesini ister miydin?"
"Evet" dese kurtulacaktı. Ama o, bir sahabeydi ve kendisine yakışan cevabı verdi:
"Hayır, vallahi. Değil benim yerime O'nun idamı, benim kurtuluşuma mukabil, Onun ayağına bir dikenin batmasına dahi razı değilim."
Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Resulünü müdafaa ederken dayak yiyor, komaya giriyor. Başucunda annesi, oğlunun gözlerini açacağı ânı bekliyor ama, o gözlerini açar açmaz sevdiğini arıyor ve soruyor:
"Resulullah'a ne oldu?"
Anası bir kaşıkla çorba içirmek isteyince de, o büyük dost, elinin tersiyle çorba dolu kaşığı itiyor ve, "Bana Resulullah'tan bir haber getirmedikçe ağzıma bir lokma almayacağım" diye yemin ediyordu.
İşte yaşadığı, yaşattığı ve kıyamete kadar da bütün insanlara yetecek kadar bolca bıraktığı sevgi gönüllere, evlere ve aileye girer ve yaşarsa, sohbet ve muhabbet bütün orijinalliğiyle devam eder, asırlar öncesinin tadı, tuzu ve lezzeti tekrar ılık ılık içimize akar, ruhumuzu kaplar.
Önemli olan, öne çıkarılması gereken ve sürekli önde olması gereken bir şey varsa, o da "ekranlar"dan daha çekici ve sürekli bir cazibe alanı oluşturup, yaşatmak...
Mehmet Paksu
evlerimize taşıyabilirsek, kendimize ayıracağımız
zamanımız bereketleneceği gibi, "ekran" tutkunluğu,
TV mahkumiyeti de o nispette azalır.
Önceden söz vardı, sohbet vardı. İnsanlar günlerinin önemli anlarını sohbete ayırırlardı. Eş-dost sohbetleri, akraba-komşu muhabbetleri yaşardı.
Sohbet vazgeçilmez bir gelenekti. Kolay kolay ihmal edilmez, göz ardı edilmezdi. Çünkü sohbet bir ihtiyaçtı, gıda gibiydi; gönüller ve ruhlar sohbetle beslenirdi.
Geniş ölçüde köy odalarında, şehirlerde de köşklerde, dar çerçevede ise evlerin geniş salonlarında doyumsuz sohbet anları canlanırdı. Bu mekânlara çoğu kere çat kapı girilir, öyle resmiyet ve soğuk hava görülmezdi.
Sohbet bir aktarımdı, bir paylaşımdı, hasbi bir iletişimdi, durup dinmeyen bir gönül esintisiydi.
Özellikle ilim meclisleri bir başka özellik taşırdı müdavimleri için. Gencecik ruhlar burada eğitilir, 'burada inkişaf eder, burada istikametini bulurdu. "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane"ydi.
TV Sohbeti Kovdu
Fakat "Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu" hesabı, evlerin başköşesine gelip TV yerleşince söz de azaldı, sohbette; dostluk da zayıfladı, akraba-komşu görüşmeleri de. TVler bir de kontrolsüz olarak kullanılınca aile mahremiyeti de sıkıntıya girdi, saygı ve fazilet ölçüsü de daraldı. O güzelim sohbet alışkanlığımız maziye karıştığı gibi, aile sıcaklığı da ciddi ölçüde zayıfladı.
Toplumun genelinde durum bu merkezde iken, bu genellemenin istisnaları belli mekanlarda yaşamaya ve yayılmaya başladı. Kur'ân gündemli meclisler, iman merkezli dersler, kardeşliğin ve samimiyetin buram buram koktuğu ve soluklandığı nurlu sohbetler yavaş yavaş muhtaç gönüllere ulaşıyor.
Bu yeni tarz sohbetler yeterli mi, bütün toplum katmanlarına ulaşabiliyor mu? Bu soruya "evet" demek henüz mümkün değil.
Bizi biz yapan değerlerimiz, kutsallarımız ve can damarlarımız çiğnendiği ve unutulduğu için sohbet geleneğimiz de neredeyse unutuluyordu. Fakat toprağa gömülen tohum misali pek çok değerimiz yeni yeni filiz vermeye başladı. Sohbet filizi de bu yeni sürgün veren tohumların çimlenmesi ve yeşermesiyle gün yüzüne çıktı.
En Güzel Sohbet O'nun Evinde Yapılırdı
Sohbet geleneğinin ilk mimarı Peygamber Efendimizdi. İlk sohbeti evinde başlatmıştı. Çünkü ona ilk inanan ve ilk defa "Resulullah" diyen gerçek bir eş ve anne olan Hatice-i Kübra idi. Efendimiz vahyin ağırlığını taşıdığı gün oldukça telaşlı ve heyecan içindeydi. Korkuyor ve titriyordu. Hatice Annemiz Ona sahip çıktı, davasının destekçisi oldu. Artık bu ev sıradan bir ev olmaktan çıkmış bir Peygamber yuvası olmuştu.
Allah'ın selamının gelip gittiği bu evde hep bir sevgi ve saadet rüzgârı esiyordu.
Medine günlerinde Efendimizin hanesinde zeka ve edep timsali Hz. Âişe vardı. Efendimiz sevili eşlerine çok iltifat ederdi.
Bir gün Hz. Aişe'ye kendisiyle evlenmesine nasıl karar verdiğini bir gün şöyle anlattı.
"Yâ Âişe, seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek seni ipek bir kumaşa sarmış ve 'Bu senin hanımındır' dedi. Ben de yüzünü açtım ve 'Eğer Allah tarafından ise Cenab-ı Hak imza eylesin'" dedim.
Hz. Âişe bu iltifatı duyunca sevincinden uçacak gibi oldu.
Eşine Her Fırsatta iltifat Ederdi
Peygamberimizin yüzlerce haline şahit olan Âişe Annemiz onun evdeki bir güzelliğini şöyle anlatıyor:
"Bir gün Resulullah (a.s.m.), mübarek pabuçlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum.
Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından terler damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:
"Ne oldu sana Âişe, dalgın duruyorsun?"
Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim" dedim.
Bunun üzerine, Resulullah (a.s.m.) kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:
"Ya Âişe! Allah sana iyilikler versin! Sen beni sevindirdiğin gibi, ben seni sevindiremedim."
"Seni Kör Düğüm Gibi Seviyorum"
Nurlu bir sohbet ortamıydı. Âişe annemiz sordu, "Yâ Resulallah, beni seviyor musunuz?"
"Kör düğüm gibi" cevabını aldı.
Aradan uzunca bir zaman geçmişti. Bir fırsatını buldu, Âişe annemiz tekrar sordu. "Yâ Resulallah, kör düğüm devam ediyor mu?"
Efendimiz, "İlk günkü gibi..." cevabını verdi
Sevgili Kızını Her Eve Dönüşünde Öperdi
Muhabbetin ilmek ilmek örüldüğü, sevginin sürekli tomurcuklandığı bu nurlu sohbette Efendimizin kendinden bir parça olarak gördüğü Hz. Fatıma da yer alırdı.
Zaten Resulullah, onu bir gül goncası gibi geleceğe hazırlıyor, âdeta üzerine titriyordu. Her evden çıkışında ve dönüşünde onu mutlaka öpüyordu.
Hz. Fâtıma'nın da Nebiler Sultanı babasına olan muhabbeti ve bağlılığı çok fazlaydı. Babacığını biraz mahzun görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı.
Bu eşsiz baba-kız muhabbetini Hz. Âişe anlatırken diyor ki:
"Fâtıma kapıdan içeri girdiğinde Resulullah kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber onun yanına girdiğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verirdi. Hal ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Resulullah'a benzeyen birini görmedim."
Hz. Fatıma'nın Düğününde Ağlamıştı
Hz. Fâtıma küçük yaşta annesiz kaldı. Ama sevgili babası ona hem anne, hem de baba oldu. Hz. Fatıma'nın (r.a.) çeyizinin serildiği gündü. Efendiler Efendisi duygulanmış, müteessir olmuş, ağlıyordu
Canından aziz gördüğü babasını bu halde gören Hz. Fâtıma (r.a.) da kendini tutamadı, ağladı, "Canım babacığım! Bu mutlu günümde sevinmen gerekirken niçin ağlıyorsun?"
Yeryüzüne ışık saçan o Yüce İnsan, yaşlı gözlerle şu cevabı verdi:
"Anneni, Hatice'yi (r.a.) hatırladım. Senin gelin olduğunu, serilen çeyizini görmeyi ne kadar arzu ederdi, bugününü görmeyi çok istiyordu."
Torunlarını Kendi Elleriyle Beslerdi
Hz. Fatıma'nın iki göz bebeği vardı. Hasan ve Hüseyin. Peygamberimizin sevgili torunlarına ayrı bir ilgi gösterirdi. Hz. Ali, mübarek dedenin torunlarıyla olan bir anısını şöyle anlatıyor:
"Hasan ile Hüseyin uyuyorlardı. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Resulullah hemen kalktı, koyunu sağmaya gitti. Bir de ne göreyim, sütü pek az olan koyun, Resulullah'ın sağmasıyla bol süt verdi. Resulullah sütü Hasan'a içirmeye başladı. Bunu gören Fâtıma, 'Ya Resulullah, herhalde Hasan'ı daha fazla seviyorsunuz' dedi.
Resulullah 'İkisini de aynı derecede seviyorum, fakat Hasan önceden süt istemişti,' buyurdu. Ve şunu ilâve etti: 'Ey Fâtıma, Kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız.'"
Saadetli yuvadan bu manzaralar gözümüzü, gönlümüzü, ufkumuzu ve yarınımızı aydınlatıyor. Bir evde, oralardan esip gelip sevgi rüzgarı erksik olmazsa, aile fertlerine de bu güzellikler yansırsa, kendimize ayıracağımız zamanımız bereketleneceği gibi, "ekran" tutkunluğu, TV mahkumiyeti de o nispette azalır.
O'nun Sohbetleri Cehaleti İmana Çevirmişti
Efendimiz sohbet etmeyi çok önemsiyordu. Her fırsatta sahabeleriyle birlikte toplanıp sohbetleriyle adeta etrafma ışık saçardı. Onun sohbet mekânı sade bir evdi. Şimdilerde Harem-i Şerifin sınırları içinde kalan Safa tepesinin yanındaki kutlu mekan.
Vahyin o lahuti ikliminde başlayan bu sohbet bir anda muhataplarını buldu, şekillendi ve sürekli bir düzene girdi. Kısa zamanda cehlin, cehaletin, kinin ve husumetin puslandırdığı gönüller imanla parlayınca gerçek sevgiyi, kalıcı dostluğu, özlenen samimiyeti ve insanlığı bu sade mekanın cazibesinde buldular.
Peygamberimizin kendine has engin şefkatine, candan öte yakınlığına, ruhları yücelten tatlı diline, gönülleri fetheden nurlu sözlerine kulak veren insanlar ortak bir isimle anılır oldular. Bundan böyle onlara "sahabe-ashab" denecekti.
Sohbet Tebliğin Anahtarıydı
Sohbet bir iksirdir ve bir insibağdır. Bir karakter oluşumu ve bur renklenmedir. Sahabiler,
Peygamberimizi dinleyince onun rengine bürünüyordu. Bu etkilenme kısa süre içinde huylan, karakterleri ve yapılan değişiyordu. Öyle ki, çöl yalnızlığının kaba ve sert havasında yetişen bir bedevi, bir saat kadar Peygamber sohbetinde bulunuyor, daha önce gözünü bile kırpmadan canlı canlı öz kızını kendi eliyle kazdığı çukura atarken, sohbetle sahabilik rütbesini elde edince, artık karıncayı bile incitemeyecek kadar bir şefkat ummanı oluyordu. Yine medeniyetten, edepten, erkândan uzak bir Ömür geçiren cahil ve vahşi görgümüz bir adam, bir gün gibi kısa zaman diliminde vahiy merkezli bu nebevi sohbete katılıyordu. Bu sohbetin aydınlattığı ruhu ve kalbi öyle bir "şarj" oluyordu ki, düğmesine basılan projektör gibi ulaştığı yerdeki bütün zulmetleri dağıtıyor, aydınlatıyordu. Bu hızlı eğitimi alan bir sahabi, daha sonraları Çin ve Hindistan gibi köklü devletlere gidiyor, o yerleşik medeni toplumlara insanlık ve medeniyet dersi veriyorlardı.
Her Sohbet Bir Kişilik Transferiydi
Peygamberimizin sohbetine devam eden ve onun dizi dibinden ayrılmayan sahabiler Resulullahın rengine bürünüyorlar, onun şahsiyetiyle bütünleşiyorlar ve bir yerde "kişilik transferi" yapıyorlardı.
Her sahabi kendi kabiliyet ve istidadına göre Resulullahın ahlaki özelliklerinden birinde parlıyor, o konuda özgünleşiyor ve örnek bir kişilik oluyordu.
Fetih suresinin son âyetinin baş kısmında "Muhammed Allah'ın Resulüdür" cümlesinin devamında Bediüzzaman'ın işârî bir yorumuna göre, Hz. Ebu Bekir iman, ihlas, cömertlik ve fedakarlıkta
Resulullahın maiyetinde yer alıp onu gölge takip ederken: kâfirlere karşı şiddet ve izzette Hz. Ömer tanımlanıyor, Hz. Osman ise merhamet ve şefkatte, hayada ve iffette yıldızlaşıyor, Hz Ali ise secde ve rükuuyla kulluğun engin ufuklarında yer alıyor ve Allah'ın fazlından ve rızasından başka bir şeye dönüp bakmıyordu.
"Bizimle Diz Dize Otururdu"
Resulullah'ı analarından babalarından ve kendi öz çocuklarından daha çok seven her biri, hiç kimseden görmedikleri şefkati, sevgiyi, yakınlığı, yardımı, dostluğu ve fedakârlığı bizzat
Resulullah'tan görüyorlar, ona hitap ederlerken de Arap geleneğinde en candan bir söz olan "Anam babam sana feda olsun yâ Resulallah!" ifadesini sıkça kullanıyorlardı.
O, seven ve sevilen bir insandı. Öyle ki, herkes kendini Ona en sevgili sanırdı. Yine herkes kendini
Onu en çok seven insan olarak kabul ederdi.
Selman'ın anlattığı gibi, "O bizimle beraber oturur ve'biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı."
Ashabını seviyor ve mahremlerini koruduğu gibi koruyordu. "Sakının ashabımdan ve onlara uygunsuz söz söylemeyin", "Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidâyeti bulursunuz"
Ve daha nice sözleri, bu sevginin deliliydi.
Aynı zamanda seviliyordu. Hem de delicesine seviliyordu. Zaten Onu sevmek, imanın kemaline delil değil mi? En kâmil imana sahip olan sahabe de, Onu en mükemmel seviyede seviyordu.
O'nun Bıraktığı Sevgi Bütün insanlığa Yeter
İdam sehpasında Hubeyb'e sorarlar:
"Şu anda senin yerinde O'nun idam edilmesini ister miydin?"
"Evet" dese kurtulacaktı. Ama o, bir sahabeydi ve kendisine yakışan cevabı verdi:
"Hayır, vallahi. Değil benim yerime O'nun idamı, benim kurtuluşuma mukabil, Onun ayağına bir dikenin batmasına dahi razı değilim."
Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Resulünü müdafaa ederken dayak yiyor, komaya giriyor. Başucunda annesi, oğlunun gözlerini açacağı ânı bekliyor ama, o gözlerini açar açmaz sevdiğini arıyor ve soruyor:
"Resulullah'a ne oldu?"
Anası bir kaşıkla çorba içirmek isteyince de, o büyük dost, elinin tersiyle çorba dolu kaşığı itiyor ve, "Bana Resulullah'tan bir haber getirmedikçe ağzıma bir lokma almayacağım" diye yemin ediyordu.
İşte yaşadığı, yaşattığı ve kıyamete kadar da bütün insanlara yetecek kadar bolca bıraktığı sevgi gönüllere, evlere ve aileye girer ve yaşarsa, sohbet ve muhabbet bütün orijinalliğiyle devam eder, asırlar öncesinin tadı, tuzu ve lezzeti tekrar ılık ılık içimize akar, ruhumuzu kaplar.
Önemli olan, öne çıkarılması gereken ve sürekli önde olması gereken bir şey varsa, o da "ekranlar"dan daha çekici ve sürekli bir cazibe alanı oluşturup, yaşatmak...
Mehmet Paksu