En merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını Allâh’a kulluğa hazırlayanlardır.
–Mutluluk ve sevinçleri paylaşma,
–Hayatın yük ve sıkıntılarını paylaşma
Müştereklik dediğimiz ortak paylaşma, hayatın her hâlinde, yani rûhâniyet ve muhabbet ikliminde devam etmelidir. Sevinç ve mutluluklar paylaşıldığı gibi sıkıntı, keder, hüzün ve iptilâlar da paylaşılmalı; taraflar, her zaman birbirlerine destek vermeli, birbirlerini yıkayan iki el gibi olmalı ve yine birbirlerine en yakın tesellî kaynağını kendileri teşkil etmelidirler.
Çünkü hayat, her zaman pembe bulutların üzerinde devam etmez. İnişi-çıkışı, fırtınaları, virajı ve engebeleri olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. İnsanlar için gelecek günler, meçhul ve sürprizlerle doludur. Kader, bir sırr-ı ilâhîdir. Bu bakımdan en büyük güç ve destek kaynağı, öncelikle Allah’a bağlılık ve îmandır. İkinci büyük destek de birbirlerine kaynaşmış olan eşlerdir. Dikkat etmelidir ki, eğer çaresiz ve bitkin insanlar, başlarına gelen büyük musîbet ve felâketlerde âile içinden beklediği desteği bulamazlarsa, daha büyük yıkımlara ve çöküşlere mâruz kalabilirler. Ancak rûhen olgunlaşmış, anlayışlı fertlerden oluşan yuvalarda ise, başlarına gelen bâdireler, âilenin sağlamlığı ölçüsünde kolaylıkla bertaraf edilir.
Âile sağlamlığı, rûhî olgunluğa paralel olarak bilhassa karşılıklı geçim ehli olmaya da bağlıdır. Bu, birçok güzellik ve hayırlı neticelerin en mühim şartıdır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor: «Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki, gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…»”
Bu gül, bize de diyor ki:
“Sen de benim gibi ol!”
1. Birbiriyle iyi geçinmek,
2. Anlayışlı ve olgun davranmak,
3. Fedâkâr olmak, oluşturur.
Bunlar da bilhassa ahlâkî fazîlet, dirâyet, zekâ, samîmiyet, ve karşılıklı hassâsiyet ile mümkündür.
Yine eskilerin “hüsn-i muâşeret” dedikleri, iyi geçinmek için iki tarafta da şu beş özellik bulunmalıdır:
1. Dindârlık,
2. Fazîlet,
3. Muhabbet,
4. Merhamet
5. Sadâkat.
Bu vasıfların karşılıklı olarak kadında da erkekte de bulunmasının zarûreti, her gün yaşanan âile faciaları vesîlesiyle de daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Toplumda olduğu gibi âilede de dindârlık ve fazîlet, bütün güzel vasıfların temelidir. Dînin doğru ve güzel bir şekilde yaşandığı, ahlâkî fazîlet ve meziyetlerin sergilendiği yuvalar, insanlara iki dünya saâdeti bahşeder. Aksine dinden uzaklaşılan ve ahlâkî zaaflara düşülen hâllerde, bundan âile fertleri zarar göreceği gibi toplum da çok büyük yaralar alır. Burada dindârlık hususunu doğru anlamak lâzımdır. İnsan hem dindâr hem de kaba, geçimsiz ve nezâketsiz olamaz. Çünkü dîn-i İslâm, baştan sona nezâket, zarâfet ve nezâfetten ibarettir. Yani güzel edeptir, güzel edeptir, güzel edeptir… Şairin dediği gibi:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan…
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Aklım kalbimin kulağına eğildi ve sordu:
«–Din nedir?»
Kalbim de şu cevabı verdi:
«–Din, edepten ibarettir.»”
Muhabbete gelince, o da, âilenin mayası ve gıdasıdır. Muhabbetin azaldığı ve hoyratça yıpratıldığı hâllerde, âile de sallanmaya başlar. Muhabbet de, iki taraflı olmalıdır. Zira muhabbet, kalpleri fizikteki birleşik kaplar misâli, tesir alış verişine müsait hâle getirir. Kişi sevdiği kadar sevilir. Diğer taraftan muhabbet arttıkça, davranış ve sözler de incelmeli, nezâket, zarâfet ve hürmetle süslenmelidir. Muhabbet, kesinlikle laubâliliğe dönüşmemeli, belli bir edep çerçevesi dâima gözetilmelidir. Muhabbet, merhamet ve benzeri bütün duygular, hep itidal üzere olmalıdır. Muhabbetin aşırısı zarar verdiği gibi, sevdiklerimizi muhabbetten tamamen mahrum etmek de, onları, başka yerlerde bu duygularını tatmin etmeye yöneltebilir.
Muhabbetin nefsânî plâna münhasır hâlde bulunup haddi aşması, şiddetli kıskançlık ve baskıya yol açtığı gibi, azalması da ihmale sebep olur. Bu iki hâl, âile yuvası için birer âfettir.
Aynı şekilde merhamet de aşırılık ve ihmalden uzak olmalıdır. Merhametin aşırısı, insanı zaafa düşürür, zararlı ve yıkıcı hatâlara karşı bile hoşgörülü olmaya yönlendirir. Bu merhamet değil, ancak kalbinbir zaafıdır. Diğer taraftan merhametin azlığı da kalbe katılık verir, kişiyi zulüm ve zorbalığa sürükler. Orta yollu tatlı-sert bir kıvamda olan merhamet ise, verimli olur ve yuvaya saâdet getirir. En merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını sabah namazına kaldıranlar ve her bakımdan ciğerpârelerini âhiret saâdetine hazırlayanlardır.
Sadâkate gelince, o da iki tarafın birlikte ihtimam göstermesi gereken hususlardan birisidir. Sadâkat, kelime mânâsı itibariyle doğruluk demek olup insanın sözünde ve işinde doğru olması, yalan söylememesi demektir. Şüphesiz evliliğin sıhhati açısından eşlerin birbirlerine her hâlükârda doğruluk üzere devam etmesi, aradaki güveni zedeleyecek söz ve davranışlardan uzak durması, evliliğin sıhhat ve devamı açısından çok ehemmiyetlidir. Yine erkek ve kadının birbirlerine sâdık olmaları, başka insanlara gözlerinin ve gönüllerinin kaymaması da evliliğin selâmeti bakımından olmazsa olmaz şartlardan biridir. Bu tür tehlikelere düşmemek için İslâm’ın birbirine yabancı kadın ve erkek münâsebetleri hakkında koyduğu esâs ve kâidelere hassâsiyet gösterilmesi şarttır. İnsanları şüphe, zan, dedikodu ve vesveseye düşürecek davranışlarda bulunmak, hem kişinin şeref ve itibarını zedeler, hem de âile yuvasını tehlikeye düşürür.
Sadâkat ve bağlılığın bir diğer tezahürü ise iki tarafın da birbirlerinin ana ve babalarına karşı gâyet hürmetkâr ve hizmet ehli olmalarıdır. Bu itibarla gelin olan hanım kızlarımız ve damat olan delikanlılarımız, kayınvâlide ve kayınpederlerine kendi anne-babaları gibi alâka göstermelidirler. Yarın kendileri de aynı noktada olacaklardır. Eğer hatâlı davranırlarsa, eskilerin tabiriyle: “Men dakka dukka!” yani: “Kim hile yaparsa hileye uğrar.” daha doğrusu “Eden bulur.” sözünün bir muhatâbı da kendileri olur. Yani yapıp ettiklerini kendileri de günün birinde aynen karşılarında bulurlar.
Her istenileni hemen yapmayıp insanı olgunlaştırma yolunda bir eğitim metodu tâkip etmek, aynı zamanda ilâhî bir hikmettir. Cenâb-ı Hak, kullarının talep ve duâlarını bazen kabul etmemekte, bazen ertelemekte, bazen de kabul buyurmaktadır. Bundan maksat, kulların şu fânî dünyaya tamamen bağlanmamaları ve nîmetler içerisinde şımarıklığa düşmeden Hakk’a muhtaçlığını kavramasıdır. Çünkü insan, binbir sıkıntı içinde iken ve emellerine kavuşamamışken bile dünyadan kopmak istemiyor. Bir de her arzusu yerine gelse, bütün hayallerine ulaşsa, bu dünyadan ayrılmayı hiç istemez ve daha büyük hatâlara, hattâ isyana sürüklenebilir. Nitekim Âdem -aleyhisselâm-, cennetten ayrılmak istemediği için “zelle” işlemiş ve dünyaya indirilmiştir. O bakımdan çocukları eğitmede ve onların isteklerini yerine getirmede, hem onların ileride karşılaşabilecekleri zor anları, hem de hesap gününü göz önünde bulundurarak hareket etmelidir.
Tabiî ki, harcamaları haddinden fazla kısarak işi cimriliğe vardırmak ve hayatî-zarûrî birtakım ihtiyaçları karşılamaktan yüz çevirmek de doğru ve kabul edilebilir bir davranış değildir. Bu iki hâl arasında orta yollu bir çizgi tâkip etmelidir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“(O kullar) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.” (Furkân, 67)
Bu orta yol, hayatın dengesidir. Cimrilik ne kadar kötü ise israf, yani saçıp savurmak da o kadar kötüdür. Erkek veya kadın, imkânları geniş olsa bile aslâ saçıp savurmaya, hoyrat bir israf savurganlığı hakkına sahip değildir. Kimse: «Mal benim, istediğim gibi harcarım…» diyemez. O malı kendilerine emânet olarak veren Allah kıyâmet günü: «Malını nerelerde ve nelere harcadın?» buyurup her çeşit harcamanın hesabını tek tek soracaktır. Nitekim âyet-i kerimede buyurulur:
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!.. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)
İslâm, israfın her çeşidini, herkes için yasaklamıştır. Âile içindeki savurganlık da, erkek veya kadından olması fark etmez, engel olunması gereken kötü bir hastalıktır. Bu hastalık, bir insanın rûhuna işlemişse, o şahsın huzur ve rahat içinde yaşaması zorlaşır.
Günümüzde “tüketim çılgınlığı” denilen bu iptilâ, var olanla yetinmeyerek yeni ve değişik her şeye tamah ve ihtirası normalleştirmektedir. Ev eşyası, telefon, kıyâfet, araba ve benzeri daha bir çok sahada, herhangi bir ihtiyaç olmadığı hâlde elindekini yenileriyle değiştirmek, “moda” diye yeni yeni kıyâfet ve eşyalar almak, sadece birtakım markalardan giyinmeye çalışmak hep bu hastalığın pençesindeki insanların zaaflarıdır. Neticeler ise hüsran! Kendi imkânları yetersiz kalınca borç alarak, kredi kartları kullanarak ve bilhassa fâize bulaşarak, arzu ve heveslerini tatmin etmeye çalışanların âkıbetleri çok kötü olmaktadır. Böyleleri üstelik bir de borç batağına gömülmelerinden dolayı etrafını: “Bana yardım etmiyorlar!” yaklaşımlarıyla itham etmeye kalkar.
Bu hâl, aklı ve duyguları dengeli kullanamamanın hazin bir neticesidir. Dolayısıyla harcama çılgınlığı yerine sabrın bereketine yönelmek lâzımdır. Çünkü Allah, azlığı da çokluğu da insanlara dâima bir hikmete, imtihana, dolayısıyla sabra ve şükre vesîle olması için bahşeder. Düşünmeli ki, dünyevî olarak güçlü bile olsa imkânların azlığı, kulu Rabbine daha çok yaklaştırır. Dâima imkânlarının tükendiği yerde insan: «Aman yâ Rabbi!» der ve Allah’ı hatırlar. İnsanı, insan yapan acziyetini hissetmesidir. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz: «Yâ Rabbi, Seni lâyıkıyla tanıyamadım, sana lâyıkıyla kulluk yapamadım.» diyerek acziyet içinde Rabbine ilticâ etmiştir.
Hak dostları, mü’minlerin kalbî seviyelerine göre kılık kıyâfet ölçülerini şöyle belirlemişlerdir:
–Şeriatte kıyâfet, helâl ve haram açısından haddi aşmamak,
–Tasavvufta kıyâfet, ihtiyaç sınırlarından öteye geçmemek,
–Hakîkatte ise, elbise ve giysilere aşırı bir muhabbet ve alâka göstermemektir. Yani temiz ve sade giyinmek, bununla da kalbi meşgul etmemektir…
Eğer insan, gerçekten parasını harcayacak yer bulmakta zorlanıyor ve bu sebeple israfa yöneliyorsa, kendisinden daha muhtaç insanlara yardım eli uzatmayı hatırlamalıdır. Zaten yardım ediyorsa, bunu daha da fazlalaştırmalıdır. Zira bu, hem insanlık, hem de dînin îcâbıdır. Kazanmış olduğu parada fakir, muhtaç ve yetimlerin de hakkı olduğunu düşünen bir insan, servetini hovardaca tüketemez. İslâm, paranın kazanılacağı yerleri belirleyen prensipler koyduğu gibi, harcanabileceği ve harcanmasının yasak olduğu sahaları da tayin etmiştir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“Allah yolunda harcayın! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın! Allah, (yaptıklarını) güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)
İnsanların açlık ve sefâlet içinde çırpındığı bir zaman ve mekânda israfa harcanacak bir tek kuruşun bile ağır bir âhiret hesabı olduğunu unutmamalıdır.
Bu itibarla insan, nâil olduğu nîmetleri her gün uykuya dalmadan önce şöyle bir tefekkür etmeli ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Düşünmeli ki:
Dünyada nice insanlar aç ve susuz vaziyette iken tok olarak uyumak, tehlike veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçsız ve emniyet içinde bulunmak, felâketler sebebiyle bu kış mevsiminde sıcak bir barınaktan mahrum binlerce insan Himalaya Dağları’nın eteklerinde gecelerken rahat yatağına uzanmış olmak, hem ne büyük bir nîmet, hem de ne büyük bir mes’uliyettir.
İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür hayatımızda ihmal edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim: “Hesaba çekilmeden evvel nefsinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:
“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.”
“Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle nefsini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.
Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla meşgul olan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik?
İşte bu nefsini muhâsebe duygusunu içinde canlı tutan insanlarda rûhî huzur ve emniyeti temin eden bir özellik ortaya çıkar ki, o da “kanaat”tir!..
Kanaat, en büyük zenginliktir. Bir kişinin gönül zenginliğinin seviyesi, ancak onun kanaatiyle ölçülür. Kanaatkâr olan insanlar, sahip oldukları imkânlarla yetinmesini bilirler. Daha fazlası konusunda aşırı ihtiraslı olmazlar. Bu da onların rûhen rahatlamasına ve kadere râzı olmasına sebep olur. Fakat bu kesinlikle tembellik ve çalışma hayatından yüz çevirmek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine söylemek istediğimiz şey, meşrû ve dengeli ölçüler içerisinde çalıştıktan sonra Allah’ın lütfettiğine râzı olmaktır. Elde olana râzı olan, gücü ölçüsünde başkasına da yardım etmeye çalışır. Ama elindekini yeterli görmeyen kimse, her zaman daha fazlasını ister ve bırakın başkasına yardım etmeyi, her an kendisine yardım edilmesini bekler.
Bütün bu saydıklarımızın ve daha nice fazîletlerin yaşandığı asr-ı saâdet toplumu, “vuslat” ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından ve gönülden tanımanın feyizli devriydi. O toplumda kalpten dünyevî menfaatler, ihtiraslar çıkarıldı. Mal ve can, sadece Allah ve Rasûlü’ne bir yakınlaşma vasıtası olarak kullanıldı. Îman, bir lezzet hâline geldi ve merhamet enginleşti. Allah’ın mahlûkâtına hizmet, bir hayat tarzı oldu. Allah Rasûlü’nün hâlleriyle hâllenme, ashâb-ı kiram’ın en büyük ideali oldu. Allah Rasûlü’nün buyurmuş olduğu herhangi bir tavsiye ve îkaz, mukaddes bir emir olarak hürmet ve îtinayla ebediyyen baş tâcı edildi.
Bütün bir toplum, kanaat ölçüleriyle yaşadı. Aşırı tüketim, lüks, israf, oburluk ve gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Gönüller, “yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” hakîkatini idrâk etti. Dostluğun merkezine Mevlâ ve Rasûlü yerleştirildi. Daha evvel okuma-yazma bilmeyen bir toplum, İslâm ve îman okuluna kaydolunca medeniyette zirveleşti. Bütün kalpler: “Allah bizden ne ister? Rasûlullah bizde ne görmek ister?” duyguları içinde yaşadı. Hayat, Allah rızâsına bağlandı. Merhamet ve şefkat derinleşti; hak ve adâlete hassâsiyet ise zirveleşti. Sahâbe için hayatın en zevkli ve mânâlı anları insan nesline vahyin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Bugün biz de, onların bu fazîlet kervanını tâkip ederek mânevî yükselişe, cemiyet olarak aynı huzur ve güzelliklere ulaşmalıyız.
Anne ve babalar, işte bu mükemmellikler ile yoğrulmalı ve evlâtlarını da aynı şekilde eğitmelidirler. Bilhassa evlâtları arasında aslâ ayırım yapmamalıdırlar. Gerek erkek ve kız arasında, gerekse aynı cinsten çocuklar arasında adâlet ve eşitliği gözetmelidir. İnsanın içindeki sevgiyi sınırlaması belki mümkün olmayabilir, ama en azından bunun yansımasında farklılık ortaya konulmamalıdır. Meselâ birine aldığını diğerine de almalı, birini öptüğünde diğerini de ihmal etmemelidir. Hâsılı hiçbir şekilde çocukların arasında kıskançlık tohumlarının yeşermesine sebep olmamalıdır.
Komşularını da iyi insanlardan seçmeli, kötü ahlâklı ve dînî zaafları olan komşu ve akrabalarıyla münâsebetlere dikkat etmelidir. Yani onları irşâd ve îkaz etmeyi düşünürken, kendi çoluk çocuğunu tehlikeye atmamalıdır.
Erkek ve kadın, birlikte bir yuva kuruyorlar ve hayatlarını birleştirip başlarına gelebilecek her şeyi ortaklaşa paylaşmaya karar veriyorlar. Hayatı paylaşırken iki tarafın birden dikkat etmesi gereken ne gibi hususlar vardır?
Burada iki noktaya dikkat etmek lâzım:
–Mutluluk ve sevinçleri paylaşma,
–Hayatın yük ve sıkıntılarını paylaşma
Müştereklik dediğimiz ortak paylaşma, hayatın her hâlinde, yani rûhâniyet ve muhabbet ikliminde devam etmelidir. Sevinç ve mutluluklar paylaşıldığı gibi sıkıntı, keder, hüzün ve iptilâlar da paylaşılmalı; taraflar, her zaman birbirlerine destek vermeli, birbirlerini yıkayan iki el gibi olmalı ve yine birbirlerine en yakın tesellî kaynağını kendileri teşkil etmelidirler.
Çünkü hayat, her zaman pembe bulutların üzerinde devam etmez. İnişi-çıkışı, fırtınaları, virajı ve engebeleri olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. İnsanlar için gelecek günler, meçhul ve sürprizlerle doludur. Kader, bir sırr-ı ilâhîdir. Bu bakımdan en büyük güç ve destek kaynağı, öncelikle Allah’a bağlılık ve îmandır. İkinci büyük destek de birbirlerine kaynaşmış olan eşlerdir. Dikkat etmelidir ki, eğer çaresiz ve bitkin insanlar, başlarına gelen büyük musîbet ve felâketlerde âile içinden beklediği desteği bulamazlarsa, daha büyük yıkımlara ve çöküşlere mâruz kalabilirler. Ancak rûhen olgunlaşmış, anlayışlı fertlerden oluşan yuvalarda ise, başlarına gelen bâdireler, âilenin sağlamlığı ölçüsünde kolaylıkla bertaraf edilir.
Âile sağlamlığı, rûhî olgunluğa paralel olarak bilhassa karşılıklı geçim ehli olmaya da bağlıdır. Bu, birçok güzellik ve hayırlı neticelerin en mühim şartıdır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkati gülden de işit. Bak, o ne diyor: «Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki, gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…»”
Bu gül, bize de diyor ki:
“Sen de benim gibi ol!”
Böyle sağlıklı ve güçlü bir âile yapısının kurulabilmesi için nelere dikkat etmelidir?
Öncelikle âilede saâdet, iki taraflı gerçekleştirilebilecek bir husustur. Bunun temelini:
1. Birbiriyle iyi geçinmek,
2. Anlayışlı ve olgun davranmak,
3. Fedâkâr olmak, oluşturur.
Bunlar da bilhassa ahlâkî fazîlet, dirâyet, zekâ, samîmiyet, ve karşılıklı hassâsiyet ile mümkündür.
Yine eskilerin “hüsn-i muâşeret” dedikleri, iyi geçinmek için iki tarafta da şu beş özellik bulunmalıdır:
1. Dindârlık,
2. Fazîlet,
3. Muhabbet,
4. Merhamet
5. Sadâkat.
Bu vasıfların karşılıklı olarak kadında da erkekte de bulunmasının zarûreti, her gün yaşanan âile faciaları vesîlesiyle de daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Toplumda olduğu gibi âilede de dindârlık ve fazîlet, bütün güzel vasıfların temelidir. Dînin doğru ve güzel bir şekilde yaşandığı, ahlâkî fazîlet ve meziyetlerin sergilendiği yuvalar, insanlara iki dünya saâdeti bahşeder. Aksine dinden uzaklaşılan ve ahlâkî zaaflara düşülen hâllerde, bundan âile fertleri zarar göreceği gibi toplum da çok büyük yaralar alır. Burada dindârlık hususunu doğru anlamak lâzımdır. İnsan hem dindâr hem de kaba, geçimsiz ve nezâketsiz olamaz. Çünkü dîn-i İslâm, baştan sona nezâket, zarâfet ve nezâfetten ibarettir. Yani güzel edeptir, güzel edeptir, güzel edeptir… Şairin dediği gibi:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan…
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Aklım kalbimin kulağına eğildi ve sordu:
«–Din nedir?»
Kalbim de şu cevabı verdi:
«–Din, edepten ibarettir.»”
Muhabbete gelince, o da, âilenin mayası ve gıdasıdır. Muhabbetin azaldığı ve hoyratça yıpratıldığı hâllerde, âile de sallanmaya başlar. Muhabbet de, iki taraflı olmalıdır. Zira muhabbet, kalpleri fizikteki birleşik kaplar misâli, tesir alış verişine müsait hâle getirir. Kişi sevdiği kadar sevilir. Diğer taraftan muhabbet arttıkça, davranış ve sözler de incelmeli, nezâket, zarâfet ve hürmetle süslenmelidir. Muhabbet, kesinlikle laubâliliğe dönüşmemeli, belli bir edep çerçevesi dâima gözetilmelidir. Muhabbet, merhamet ve benzeri bütün duygular, hep itidal üzere olmalıdır. Muhabbetin aşırısı zarar verdiği gibi, sevdiklerimizi muhabbetten tamamen mahrum etmek de, onları, başka yerlerde bu duygularını tatmin etmeye yöneltebilir.
Muhabbetin nefsânî plâna münhasır hâlde bulunup haddi aşması, şiddetli kıskançlık ve baskıya yol açtığı gibi, azalması da ihmale sebep olur. Bu iki hâl, âile yuvası için birer âfettir.
Aynı şekilde merhamet de aşırılık ve ihmalden uzak olmalıdır. Merhametin aşırısı, insanı zaafa düşürür, zararlı ve yıkıcı hatâlara karşı bile hoşgörülü olmaya yönlendirir. Bu merhamet değil, ancak kalbinbir zaafıdır. Diğer taraftan merhametin azlığı da kalbe katılık verir, kişiyi zulüm ve zorbalığa sürükler. Orta yollu tatlı-sert bir kıvamda olan merhamet ise, verimli olur ve yuvaya saâdet getirir. En merhametli anne-babalar, birbirlerini ve evlâtlarını sabah namazına kaldıranlar ve her bakımdan ciğerpârelerini âhiret saâdetine hazırlayanlardır.
Sadâkate gelince, o da iki tarafın birlikte ihtimam göstermesi gereken hususlardan birisidir. Sadâkat, kelime mânâsı itibariyle doğruluk demek olup insanın sözünde ve işinde doğru olması, yalan söylememesi demektir. Şüphesiz evliliğin sıhhati açısından eşlerin birbirlerine her hâlükârda doğruluk üzere devam etmesi, aradaki güveni zedeleyecek söz ve davranışlardan uzak durması, evliliğin sıhhat ve devamı açısından çok ehemmiyetlidir. Yine erkek ve kadının birbirlerine sâdık olmaları, başka insanlara gözlerinin ve gönüllerinin kaymaması da evliliğin selâmeti bakımından olmazsa olmaz şartlardan biridir. Bu tür tehlikelere düşmemek için İslâm’ın birbirine yabancı kadın ve erkek münâsebetleri hakkında koyduğu esâs ve kâidelere hassâsiyet gösterilmesi şarttır. İnsanları şüphe, zan, dedikodu ve vesveseye düşürecek davranışlarda bulunmak, hem kişinin şeref ve itibarını zedeler, hem de âile yuvasını tehlikeye düşürür.
Sadâkat ve bağlılığın bir diğer tezahürü ise iki tarafın da birbirlerinin ana ve babalarına karşı gâyet hürmetkâr ve hizmet ehli olmalarıdır. Bu itibarla gelin olan hanım kızlarımız ve damat olan delikanlılarımız, kayınvâlide ve kayınpederlerine kendi anne-babaları gibi alâka göstermelidirler. Yarın kendileri de aynı noktada olacaklardır. Eğer hatâlı davranırlarsa, eskilerin tabiriyle: “Men dakka dukka!” yani: “Kim hile yaparsa hileye uğrar.” daha doğrusu “Eden bulur.” sözünün bir muhatâbı da kendileri olur. Yani yapıp ettiklerini kendileri de günün birinde aynen karşılarında bulurlar.
Evliliklerde geçimi temin etme vazifesi erkeklerindir. Peki, âilenin iktisada ve tasarrufa riâyeti hususunda da sorumluluk sadece erkeğe ait midir?
İslâm dini, âilenin geçimine dâir masrafları karşılama vazifesini erkeğe yüklemiştir. Ama bu, onun âile fertlerinin her türlü isteklerini hemen yerine getirmesi mânâsına gelmez. Meşrû ve zarûrî ihtiyaçlar, imkânlar ölçüsünde temin edilmelidir. Hattâ zengin bile olunsa, insanın olur-olmaz her isteğinin karşılanmaması lâzımdır. Zira her istenileni yapmak, zamanla istek ve iştihâları kabartır ve nefsin tatminsizliğine, azgınlık ve hattâ isyanına sebep olabilir. Böyle bir nefis gitgide bencilleşerek sahibini yalnız kendini düşünme girdabında helâk eder. Bütün bir âileyi kendisine esir zanneder. Her şeyi istismar etmeye başlar. Kısacası imkânı çok olup da bu imkânlarını nefsinin arzuları istikametinde kullanan insanın nefsi âdeta gem kabul etmeyen bir “aygır”a dönmüş demektir. Bu sebeple ekseriyâ imkânı olduğu hâlde bazı aşırı istekleri ertelemek, insanın mânevî olgunluğu, ayaklarının yere basması, hayatın gerçeklerini görmesi ve Allah’ın rızâsını kazanması için şarttır. Unutmamalı ki, asıl sabır, varlıkta sabırdır. Çünkü varlık devamlı olarak tahrik unsurudur.
Her istenileni hemen yapmayıp insanı olgunlaştırma yolunda bir eğitim metodu tâkip etmek, aynı zamanda ilâhî bir hikmettir. Cenâb-ı Hak, kullarının talep ve duâlarını bazen kabul etmemekte, bazen ertelemekte, bazen de kabul buyurmaktadır. Bundan maksat, kulların şu fânî dünyaya tamamen bağlanmamaları ve nîmetler içerisinde şımarıklığa düşmeden Hakk’a muhtaçlığını kavramasıdır. Çünkü insan, binbir sıkıntı içinde iken ve emellerine kavuşamamışken bile dünyadan kopmak istemiyor. Bir de her arzusu yerine gelse, bütün hayallerine ulaşsa, bu dünyadan ayrılmayı hiç istemez ve daha büyük hatâlara, hattâ isyana sürüklenebilir. Nitekim Âdem -aleyhisselâm-, cennetten ayrılmak istemediği için “zelle” işlemiş ve dünyaya indirilmiştir. O bakımdan çocukları eğitmede ve onların isteklerini yerine getirmede, hem onların ileride karşılaşabilecekleri zor anları, hem de hesap gününü göz önünde bulundurarak hareket etmelidir.
Tabiî ki, harcamaları haddinden fazla kısarak işi cimriliğe vardırmak ve hayatî-zarûrî birtakım ihtiyaçları karşılamaktan yüz çevirmek de doğru ve kabul edilebilir bir davranış değildir. Bu iki hâl arasında orta yollu bir çizgi tâkip etmelidir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“(O kullar) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.” (Furkân, 67)
Bu orta yol, hayatın dengesidir. Cimrilik ne kadar kötü ise israf, yani saçıp savurmak da o kadar kötüdür. Erkek veya kadın, imkânları geniş olsa bile aslâ saçıp savurmaya, hoyrat bir israf savurganlığı hakkına sahip değildir. Kimse: «Mal benim, istediğim gibi harcarım…» diyemez. O malı kendilerine emânet olarak veren Allah kıyâmet günü: «Malını nerelerde ve nelere harcadın?» buyurup her çeşit harcamanın hesabını tek tek soracaktır. Nitekim âyet-i kerimede buyurulur:
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!.. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)
İslâm, israfın her çeşidini, herkes için yasaklamıştır. Âile içindeki savurganlık da, erkek veya kadından olması fark etmez, engel olunması gereken kötü bir hastalıktır. Bu hastalık, bir insanın rûhuna işlemişse, o şahsın huzur ve rahat içinde yaşaması zorlaşır.
Günümüzde “tüketim çılgınlığı” denilen bu iptilâ, var olanla yetinmeyerek yeni ve değişik her şeye tamah ve ihtirası normalleştirmektedir. Ev eşyası, telefon, kıyâfet, araba ve benzeri daha bir çok sahada, herhangi bir ihtiyaç olmadığı hâlde elindekini yenileriyle değiştirmek, “moda” diye yeni yeni kıyâfet ve eşyalar almak, sadece birtakım markalardan giyinmeye çalışmak hep bu hastalığın pençesindeki insanların zaaflarıdır. Neticeler ise hüsran! Kendi imkânları yetersiz kalınca borç alarak, kredi kartları kullanarak ve bilhassa fâize bulaşarak, arzu ve heveslerini tatmin etmeye çalışanların âkıbetleri çok kötü olmaktadır. Böyleleri üstelik bir de borç batağına gömülmelerinden dolayı etrafını: “Bana yardım etmiyorlar!” yaklaşımlarıyla itham etmeye kalkar.
Bu hâl, aklı ve duyguları dengeli kullanamamanın hazin bir neticesidir. Dolayısıyla harcama çılgınlığı yerine sabrın bereketine yönelmek lâzımdır. Çünkü Allah, azlığı da çokluğu da insanlara dâima bir hikmete, imtihana, dolayısıyla sabra ve şükre vesîle olması için bahşeder. Düşünmeli ki, dünyevî olarak güçlü bile olsa imkânların azlığı, kulu Rabbine daha çok yaklaştırır. Dâima imkânlarının tükendiği yerde insan: «Aman yâ Rabbi!» der ve Allah’ı hatırlar. İnsanı, insan yapan acziyetini hissetmesidir. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz: «Yâ Rabbi, Seni lâyıkıyla tanıyamadım, sana lâyıkıyla kulluk yapamadım.» diyerek acziyet içinde Rabbine ilticâ etmiştir.
Hak dostları, mü’minlerin kalbî seviyelerine göre kılık kıyâfet ölçülerini şöyle belirlemişlerdir:
–Şeriatte kıyâfet, helâl ve haram açısından haddi aşmamak,
–Tasavvufta kıyâfet, ihtiyaç sınırlarından öteye geçmemek,
–Hakîkatte ise, elbise ve giysilere aşırı bir muhabbet ve alâka göstermemektir. Yani temiz ve sade giyinmek, bununla da kalbi meşgul etmemektir…
Eğer insan, gerçekten parasını harcayacak yer bulmakta zorlanıyor ve bu sebeple israfa yöneliyorsa, kendisinden daha muhtaç insanlara yardım eli uzatmayı hatırlamalıdır. Zaten yardım ediyorsa, bunu daha da fazlalaştırmalıdır. Zira bu, hem insanlık, hem de dînin îcâbıdır. Kazanmış olduğu parada fakir, muhtaç ve yetimlerin de hakkı olduğunu düşünen bir insan, servetini hovardaca tüketemez. İslâm, paranın kazanılacağı yerleri belirleyen prensipler koyduğu gibi, harcanabileceği ve harcanmasının yasak olduğu sahaları da tayin etmiştir. Âyet-i kerimede buyurulur:
“Allah yolunda harcayın! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın! Allah, (yaptıklarını) güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)
İnsanların açlık ve sefâlet içinde çırpındığı bir zaman ve mekânda israfa harcanacak bir tek kuruşun bile ağır bir âhiret hesabı olduğunu unutmamalıdır.
Bu itibarla insan, nâil olduğu nîmetleri her gün uykuya dalmadan önce şöyle bir tefekkür etmeli ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Düşünmeli ki:
Dünyada nice insanlar aç ve susuz vaziyette iken tok olarak uyumak, tehlike veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçsız ve emniyet içinde bulunmak, felâketler sebebiyle bu kış mevsiminde sıcak bir barınaktan mahrum binlerce insan Himalaya Dağları’nın eteklerinde gecelerken rahat yatağına uzanmış olmak, hem ne büyük bir nîmet, hem de ne büyük bir mes’uliyettir.
İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür hayatımızda ihmal edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim: “Hesaba çekilmeden evvel nefsinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:
“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.”
“Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle nefsini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.
Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla meşgul olan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik?
İşte bu nefsini muhâsebe duygusunu içinde canlı tutan insanlarda rûhî huzur ve emniyeti temin eden bir özellik ortaya çıkar ki, o da “kanaat”tir!..
Kanaat, en büyük zenginliktir. Bir kişinin gönül zenginliğinin seviyesi, ancak onun kanaatiyle ölçülür. Kanaatkâr olan insanlar, sahip oldukları imkânlarla yetinmesini bilirler. Daha fazlası konusunda aşırı ihtiraslı olmazlar. Bu da onların rûhen rahatlamasına ve kadere râzı olmasına sebep olur. Fakat bu kesinlikle tembellik ve çalışma hayatından yüz çevirmek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine söylemek istediğimiz şey, meşrû ve dengeli ölçüler içerisinde çalıştıktan sonra Allah’ın lütfettiğine râzı olmaktır. Elde olana râzı olan, gücü ölçüsünde başkasına da yardım etmeye çalışır. Ama elindekini yeterli görmeyen kimse, her zaman daha fazlasını ister ve bırakın başkasına yardım etmeyi, her an kendisine yardım edilmesini bekler.
Bütün bu saydıklarımızın ve daha nice fazîletlerin yaşandığı asr-ı saâdet toplumu, “vuslat” ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından ve gönülden tanımanın feyizli devriydi. O toplumda kalpten dünyevî menfaatler, ihtiraslar çıkarıldı. Mal ve can, sadece Allah ve Rasûlü’ne bir yakınlaşma vasıtası olarak kullanıldı. Îman, bir lezzet hâline geldi ve merhamet enginleşti. Allah’ın mahlûkâtına hizmet, bir hayat tarzı oldu. Allah Rasûlü’nün hâlleriyle hâllenme, ashâb-ı kiram’ın en büyük ideali oldu. Allah Rasûlü’nün buyurmuş olduğu herhangi bir tavsiye ve îkaz, mukaddes bir emir olarak hürmet ve îtinayla ebediyyen baş tâcı edildi.
Bütün bir toplum, kanaat ölçüleriyle yaşadı. Aşırı tüketim, lüks, israf, oburluk ve gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Gönüller, “yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” hakîkatini idrâk etti. Dostluğun merkezine Mevlâ ve Rasûlü yerleştirildi. Daha evvel okuma-yazma bilmeyen bir toplum, İslâm ve îman okuluna kaydolunca medeniyette zirveleşti. Bütün kalpler: “Allah bizden ne ister? Rasûlullah bizde ne görmek ister?” duyguları içinde yaşadı. Hayat, Allah rızâsına bağlandı. Merhamet ve şefkat derinleşti; hak ve adâlete hassâsiyet ise zirveleşti. Sahâbe için hayatın en zevkli ve mânâlı anları insan nesline vahyin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Bugün biz de, onların bu fazîlet kervanını tâkip ederek mânevî yükselişe, cemiyet olarak aynı huzur ve güzelliklere ulaşmalıyız.
Anne ve babalar, işte bu mükemmellikler ile yoğrulmalı ve evlâtlarını da aynı şekilde eğitmelidirler. Bilhassa evlâtları arasında aslâ ayırım yapmamalıdırlar. Gerek erkek ve kız arasında, gerekse aynı cinsten çocuklar arasında adâlet ve eşitliği gözetmelidir. İnsanın içindeki sevgiyi sınırlaması belki mümkün olmayabilir, ama en azından bunun yansımasında farklılık ortaya konulmamalıdır. Meselâ birine aldığını diğerine de almalı, birini öptüğünde diğerini de ihmal etmemelidir. Hâsılı hiçbir şekilde çocukların arasında kıskançlık tohumlarının yeşermesine sebep olmamalıdır.
Komşularını da iyi insanlardan seçmeli, kötü ahlâklı ve dînî zaafları olan komşu ve akrabalarıyla münâsebetlere dikkat etmelidir. Yani onları irşâd ve îkaz etmeyi düşünürken, kendi çoluk çocuğunu tehlikeye atmamalıdır.
Son düzenleme: