Eski Dost'a

Sevgili dostum,



Yeni şeyler öğrendim, mataramda acılar... Meğer bitti dediğim şeyler, eksikmiş, meğer hayat dediğim kendi kurgularımla doluymuş.



Ne gördüğüm papatya bembeyazmış, ne de çamur dediğim kötü kokarmış... Basit sınıflamalar arasında karmaşıklaşan kurgularım, meğer pek de yavanmış.



İçim çok acıyor dostum, sanki bir sen kaldın bildiğim gibi olan. Hayatımda kalamayan...

Affetmekten vazgeçtim dostum. Dolayısıyla kızmaktan... Her mahkemede masumiyetimi bileylemekten vazgeçtim. Haklılık dostum, bir kibir yumağından başka nedir ki... Ve suçluluk daha çok kulluk değil mi?


Hâlâ kırık yanlarım var, hâlâ kırgın bi yanım. Demek ki hâlâ yolum var dostum, hâlâ okuyacaklarım...



Gönlümün değdiği her gönülde biraz hüzün, biraz haklılık ve biraz kızgınlık var. Hatalarla, sevaplar arasında koca koca sütunlar... Tövbeyi diline, affetmeyi kendine bırakan insanlar... Ah dostum, sevdiklerime bakan gözlerimde incinen dostluklar...



İçimde gam... İçimde hicran var. Gölgeler, gölgeler ve duraklar... Bu alem, bu aciz saraylar ve tahtlar arasında kayıp insanlar... Dostum, bu hayat gözlerimi ne çok yorar...

Benim için dua et dostum... Sözün, başka hayrı kalmadı dünyama.





Selam ve dua ile...

 
Sana İsyan,PürisyaN

Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil. Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.

Aklım ermiyor ki, sustuğumu bileyim. Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim. Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler; sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi. Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye. Değirmende konuşan taş değil midir peki? Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi? Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr? Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların? Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?

Sahiden taş mı kesildin? Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın. Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın. (Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.) Sana değdiği yerde dirilir sessizlik. Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk; şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir. Sen, dağı delen Ferhat’sın; söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar. Sen Aslı’ya Kerem’sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir. Sen Kerem’in Aslı’sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar; “Ol!”sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.

Taşın sözü yok mudur ey yâr? Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar; kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar. Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur; anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur. Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.

Taş zamanla eskimez mi? Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin. Sen çoğaldıkça ben azaldım; seni tükettim derken ben tükendim. Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.

Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni. Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın. Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında? Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah? Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin. Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin.  Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi? Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?

Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan? Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi. Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan. Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara. Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan. Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır. Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır. Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası. Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz. İki nefes ortasında dikilir taşımız. Taştan taşa koşar bakışımız. Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.

Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok. Kendime söyleyecek sözüm yok. Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr. Suskunluğum taş olmaklığımdan. Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.

Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk... / Taşıdığım sensin ey yâr. / Söze sığdıramadığım. / Ve hiç susturamadığım. / Ne oldu kalbime? / Katılaştı, katılaştı. / Taştan da katılaştı. / Ağlarsa, taşlar ağlar. / Ben ağlayamadım; sen ağla... / Taş değil misin ey yâr? 
_________________________________________________
Vapur gürültüsünde saçlarını yüzüme yaslayana...



Unuttuğun kadarsın bende.

Şimdi ellerime aykırı bir acının gün batımı sokulmakta. Cinnet nişangâhı gözlerimin ta rengini yoklamakta. Sürüklenen gölgem benden sonra. Sonram aydınlığın ayrılığa vuran kıyısı. Ne çok terk ederek seni, ne çok kutsadım beni.



Şimdi gülüyorum biliyor musun? En ağlayan yanlarım isyanda. Bu sükûta duran çehre benim. Ben benim. İki gül arası kül. İki ikül arası cehennem. Sende vakit ziyanmış meğer. Adını Marmara'ya fırlattım; kurtar kendini bu acılı denizinin genzinden.



Göğsümde kan, duvarda hüzün ve önümde şehr-i şehir İstanbul. Alaca bir rengin tam öfkesindeyim. Bir çığlık gibiyim ki yani eskiyim. Gidişlerime aldırmıyorum ve arkamda sana benzeyen nice cesetler bırakarak kendimi tene bürüyorum. Bir yumruk gibisin boğazıma takılmış. Bırak haykırayım: SENİ SEVMEKTEN GİDİYORUM..
 
Üst