topraktoprak
Well-known member
Evlilik aşkla yaşanır
Her evlilik illa aşkla başlamaz; ama her evlilik zamanla sevgiyi öre öre aşka ve benzersiz bir tutkuya dönüştürülebilir.
İyi niyetle başlamış bir evliliği, samimi bir birlikteliği aşka dönüştürmek, nikâhın kerametlerindendir.
Nikâhtan önce çift olanlar, nikâhtan sonra tek olurlar. Çift gövde; ama tek gönül, tek ruh...
Evlendikten sonra da ruhlar tekleşmemişse sevgi iletişimi kurulamamış demektir. Sevgi iletişiminin anahtarı sevgidir.
Bu düşünceyle, ben evlenenlere sorarım: "Tek misiniz, çift mi?"
Çoğu genç, cevabı beklediğim gibi veremez, sonra da özür beyan ederler.
Evlenen, artık tektir, tek...
Vuslat, gönle varmaktır
Halil Rıfat Paşa, demiş ki: "Gidemediğin yer senin değildir.'
Bu sözü, sadece Karayolları Teşkilatı benimsemiş ve kullanmıştır. Oysaki bu manadan daha önemlisi, manevî yolları açan şu gerçektir: Giremediğin gönül senin değildir!
Gideceğimiz yerler sadece maddî, şekli olanlar değildir; aslen manevî olanlardır. Manen gideceği yere varamayanlar, maddeten hiç varamazlar. Gideceği yeri, iç dünyasına kodla-yamamış olan, hedefine asla ulaşamaz; hatta manen-gideceği yeri olmayanların, maddeten de gidecekleri yeri olmaz. En hızlı vasıtalar, en sağlam araçlar onları hiçbir yere götüremez. Çünkü manevî hedeflerini kaybedenler, maddî hedeflerini de yitirirler. Gidecekleri yer kalmaz. Onlar gitmezler, götürülürler; yani sadece sürüklenirler. Bu sebeple, en acınacak insanlar, araçsızlık yüzünden yolda kalanlar değil, araçları olup da gidecekleri yeri olmayanlardır.
Gitmek, gövdeye değil, gönledir. Gittiğiniz yerde gönülsüz bir gövde bulacaksanız varışınız da boşunadır. O zaman, gittiğiniz yere ulaşamazsınız sadece varmış olursunuz. Varmış olmak, vuslata ermiş olmak değildir. Vuslat, gönle varmaktır. Hem de sevgi dolu bir gönle ulaşmaktır.
Vuslat gönül işi olduğu için varmak da gövdeyle olmaz, gönülle basardır. Bu yüzden gönül varışlarının vasıtaya ve maddeye ihtiyacı olmaz. Biri kuzeyde, diğeri güneyde iken de bir ve beraber olabilirler. Mesafeler, birliğe, buluşmaya, kavuşmaya asla engel olamaz. Bir olan gönüllerin arasına kilometreler giremez; en uzak gurbet bile ayıramaz onları, unutturamaz.
Asıl mesafe, asıl uzaklık, yanı başındakini unutturanıdır.
Dizimin dibindeki, Yemen'de; Yemen'deki de dizimin dizindedir" der Mevlana.
Göremediğiniz gönülden ırak olursunuz.
Gönül görmek diye bir çaba var mı hayatınızda?
Giremediğiniz gönle eremezsiniz.
Hiç olmazsa yanı başınızdakilerin gönüllerinde misiniz? Yanı başmızdakiler gönlünüzde mi?
Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşırlar.
Büyük bir üzüntüyle ifade edeyim ki aynı evde yaşadığı hâlde, ayrı olanlar vardır. Çünkü yakınlık manevî varlığımızla sağlanır. Gövdelerin yakınlığı ile gerçek yakınlık yakalanamaz. Kafa ve kalp uyuşması, insanı yakından daha yakın eder, hatta tekleştirir. Böylesine bir ve beraber olmuşları, hiçbir şey ayıramaz. Hiçbir mesafe aralarına giremez. O yüzden şu beyit söylene gelmiştir:
Gönül ne kahve ister ne kahvehane Gönül sohbet ister, kahve bahane.
Bizi birbirimizden ayıran mesafeyi şair Can Yücel şu dizelerle ne güzel ifade ediyor:
En uzak mesafe ne Afrika'dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler,
Ne de yıldızlar geceleri Işıldayan...
En uzak mesafe
İki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan...
Gönülde misiniz?
Eşiniz gönlünüzde mi?
Siz, eşinizin gönlünde misiniz?
Sevgi iletişimi kurabilmeye götüren hayatî iki soru budur.
Eğer bu iki soruya, "Evet" diyebiliyorsanız siz, tebrik ve takdiri çoktan hak etmişsiniz demektir.
Eşler, birbirlerini, ellerinde değil; gönüllerinde tutmalıdırlar. Gözden uzak olduklarında da gönülden uzak olmamalıdırlar. Bu zor; ancak eşlerin çabasıyla sağlanabilir.
"Bu konuda ne yapalım?" diyen hanımlara, tavsiyem şudur:
Erkeğinizi elinizde değil, gönlünüzde tutmaya çalışın. Gövdesi nerede olursa olsun, eğer gönlü gonlünüzdeyse onu asla kaybetmezsiniz. Hanımlar, kocanız, avucunuzda tuttuğunuz kuş gibidir.
Avucunuzu fazla sıkarsanız eşiniz nefes alamaz olur, bunalır, boğulur.
Avucunuzu fazla geniş açar, dümdüz ederseniz onu tutmanız mümkün olmaz; uçurur, kaybedebilirsiniz.
Beylere gelince, beyler karınız, avucunuzda tutuğunuz kuşa benzer. Avucunuzdan uçurmayacak kadar kapatın parmaklarınızı; boğacak kadar da sıkmayın.
Eşler birbirlerine biraz serbestlik tanımalıdır. Dostları, arkadaşları, akrabaları için... Sürekli, "Neredeydin, kiminley-din ne yaptın?" diye sıkboğaz edilen eşler, ancak bir yere kadar dayanabilirler.
Fakat kendine özel bir serbest zaman isteyen eş de nerede, kiminle ne yaptığı konusunda, eşine doğru bilgi vermeli, kendisine gösterilen güveni asla kötüye kullanmamalıdır; zira eşler arasındaki güven duygusu bir kere sarsılırsa bir daha yeniden kazanılması çok güçtür.
Eşler, birbirlerinin gönlüne değil; ama gövdesine bir Özgürlük alanı tanımalıdırlar. Kısa süreli fizikî ayrılıklar mu habbeti artırır. Özlem ise sevgiyi körükler. Güçlü ateşlerin üfürüldükçe harlanması gibi güçlü sevgiler de hasretle alevlenir.
Sevgi birleştirir, eşleştirir
Gerçek ve derin sevgi, zaman içinde eşleri fiziken de birbirlerine benzetir. Huylarını, karakterlerini aynılaştırır. Nikâhın kerametlerinden biri de budur. Eş sevgisi, zaman içinde arkadaşlığa; netice olarak da dostluğa dönüşür.
Aşk Çağlayanı Mevlana, böyle dostluklara çok güzel örnekler verir:
"Bir dost canlısı, Dostuna gelmiş ve kapısını çalmış. "Kim o, diyen dostuna, ben, diye cevap vermiş. Dostluğu derinliğine yaşayan Dost, ona şöyle seslenmiş:
"Git! Soframda ham kişiye yer yok!
"Adamcağız, büyük bir mahcubiyetle çekilip gitmiş. Bir süre sonra yani gönlünü dostluğa iyice hazırlayınca tekrar gelip Dost kapısını çalmış.
"Kim o, sorusunu da 'Sensin, sen!' diye cevaplamış.
"Bu cevabı beğenen Dost, onu şu sözlerle kabul etmiş.
"Mademki sen, bensin, gel öyleyse. Bu evde iki berCe. yer yoktur."
Evlilik hayatında da hedef, böyle bir dostluktur. Böylesine bir ve beraber olan eşler, değil bu dünyada, öteki âlemde de ayrılmayı istemezler.
Böylesine tek beden, tek ruh, tek varlık olmak, sevginin marifetidir. Sevginin veyahut katlanmış, katmerleşmiş sevgi olan aşkın işidir.
Aşkın en ünlü temsilcisi olan Mecnun'a demişler ki:
"Leyla için canım feda, diyorsun. Öyleyse, bir kolunu Leyla aşkı için ver de sözünün hakikat olduğuna delil olsun...
Mecnun, bir an düşünmüş ve demiş ki:
"Hayır, kolumu Leyla aşkı için kestiremem.,. Artık ben, ben değilim. Ben Leyla'dan ibaretim; Leyla kesildim ben. Bu yüzden, bu kol da benim değil onundur. Onuri olan kolumu kestirip de sevdiğimin acı çekmesine dayanamam.
Sevgi gerçekten varsa sevenleri böylesine bir ve beraber eder.
Sevgi gerçekten varsa sevenlerde "sen, ben" derdi kalmaz...
Evlilik, ben düşüncesinden çıkıp biz seviyesine yükselmek demektir. Bizleşemeyen ve nikâhtan sonra da hâlâ ben iddiasında bulunan, yuva kurmaya hazır sayılmaz. Evden ve eşyadan önce, içini, gönlünü birlikteliğe hazır etmeli insan. Sağlam bir yuva böyle kurulur. Yani çift bedende tek ruh olanlar mutlu bir yuva kurarlar. Bu dizeler bunu ne güzel anlatıyor:
Bir eş, yer olursa diğeri, ona gök olmalı-Hizmetçiyse biri, öteki köleliği şeref bilmeli-Beraber gülmeli, beraber ağlamalı. Çift bedende, tek ruh olarak yaşamalı...
İkisine bir Fatiha
Öteki âlemde de ayrılmak istemeyen gerçekten tek olmuş bir çift; birlikte ölmüşler. Mezarları da yan yana olmuş. Ahirette bile birlikte olmayı istemişler...
İnşallah olmuşlardır.
Mezar taşlarına yazılacak olan cümleyi vasiyet etmişler. Öyle de yazılmış:
"Ey ziyaretçi! Burada birbirini seven bir karı-koca yatıyor ikisine bir Fatiha yetiyor."
Bu mezar taşı, gerçek bir aşkın habercisi değil midir?
Sevgi iletişiminin zarurî istikameti: Sevgi üslubu
Sevgi bütün evlilikler için ilk adımdır. Peki, nasıl inşa edilir? Bu bir hayata bakıştır. Ben bunu çocukluk yıllarımda öğrendim.
Adı Osman Sandaloğlu idi; ama o mübarek adama, biz öğrencileri; kısaca Sandal Hoca derdik.
Ortaokul birinci sınıfta bizim hocamız olmuştu. Dedemizin yaşında, nur yüzlü bir ihtiyardı. İlk dersimize, bembeyaz sakalı ve bükülmüş beli, elindeki bastonu ile giriverince çok yadırgamıştık hocamızı; fakat kısa sürede kalbimizi kazandı ve en çok sevdiğimiz öğretmen oldu.
Ben ve diğer sınıf arkadaşlarım, sevgi üslubunu ilk defa Sandal Hocadan öğrendik. Adam yerine konmayı, önemsen-meyi, ciddiye alınmayı ilk ondan gördük.
Bize, "Aslanlarım, kaplanlarım, tosunlarım!" diyor; içimizden çok büyük adamlar çıkacağını söylüyordu. Sınıfımızdan hocaların, idarecilerin, yazarların, şairlerin, avukatların, doktorların, mühendislerin, mebusların, başbakanların çıkacağını kesin olarak ifade ediyordu.
Söylediklerine tam olarak inanamasak da çok hoşumuza gidiyordu. Hele bir gün, "Ne mutlu bana ki bu yaşımda sizin gibi geleceği çok parlak olan gençlerin hocası oldum. Allah'ıma ne kadar şükretsem azdır" demişti. Hepimiz o an çok etkilenmiştik.
Sınıfa girdiğinde, o ihtiyar haliyle bir süre ayakta durur, sının gözden geçirirdi. Daha doğrusu hepimizin tek tek gözümüze bakıp gönlümüzü görürdü. Üzüntülü gördüklerini tesel-
li eder, hatta teneffüste yanına çağırarak yardım etmeye çalışırdı.
Dersinin bitmesini hiç istemezdik. Çıkış zili çaldığında, üzülürdük ve "Hocam çıkmayalım, devam
edin!" derdik.
Hocamız gönlümüze girmeyi başarmıştı. Sevgi iletişimini, torunu yaşındakilerle bile kurabilme başarısını • gösterebilmek, çok az kişiye nasip olmuştur.
İşte ben, "sevgi üslubunu", bu hocamdan öğrendim.
Bir sabah, ilk dersimiz Sandal Hoca'nındı. Büyük bir sevinç ve heyecan içinde beklediğimiz hocamız, her zaman olduğu gibi derse tam vaktinde geldi.
Yalnız bu defa, her zamanki gibi değildi. Yüzü asılmış, kaşı çatılmıştı. Her zamanki o tatlı tebessümünden eser kalmamıştı. Çanta yerine çıkın kullanırdı. Elindeki çıkını büyük bir gürültüyle masaya âdeta çarptı. /
Biz hayretler içinde ona bakıyorduk; ama o bize bakmıyordu. Üstelik hiç ummadığımız tarzda hakaret ediyor, bizlere hayvan adlarıyla hitap ediyordu. Ne eşekliğimiz ne de öküzlüğümüz kaldı. Kimimiz inek kimimiz de keçi olduk. Kulaklarımıza inanamıyorduk. Hocamıza ne olmuştu böyle!
Ders başlamıştı; ama eminim kimsenin bir şey anladığı yoktu. Sının büyük bir üzüntü ve moral bozukluğu sarmıştı. Çıkış zili çalar çalmaz, hemen bir kısmımız müdür beye bir kısmımız da müdür yardımcısına koşup durumu bildirdik:
"Sandal Hoca'ya bir şey olmuştu."
Onlar da bize öğüt verip gönderdiler:
"Sakın üzmeyin hocanızı, kıymetini bilin!"
Biz, hocamıza ne olduğunu anlayamadan ikinci dersimiz başlamıştı. Bu dersimize de Sandal Hoca gelecekti. Bu duamdan dolayı hem heyecanlı hem de üzgündük.
Hocamız, yine tam zamanında sınıfa girdi; fakat gözlerimize inanamadık. O mübarek yüz, nurlu bir tebessümle apaydınlıktı. Yine şefkat dolu bakışları, içimizi ısıttı; yine üzüntüleri paylaştı, hâl hatır sordu, fıkralar anlattı.
Yeniden onun aslanları, kaplanları, tosunları olduk.
Hocamız derse başlayacağı sırada, ben büyük bir cesaretle elimi kaldırdım ve bir hamlede soruverdim:
"Ama hocam, birinci derste, niçin bize kötü şeyler söylediniz?"
"Ben kimseye kötü şey söylemem" dedi.
"Hocam ne kadar hayvan adı varsa hepsini saydınız bize!"
Bu sözüme, hocamız güldü ve şu cevabı verdi:
"İyi; ama şimdi de hayvan adları ile hitap ediyorum size."
"Hocam bu hayvanlar iyi. Bunların adını söyleyin bize; ama birinci derste öküz, keçi, inek, eşek, köpek, kedi" dediniz.
Sandal Hoca, sandalyesine yaslandı, nefeslendi ve hafiften öksürüp dikkatimizi ve merakımızı iyice toparladı. Sonra da şu ilginç açıklamayı yaptı:
"Evladım, bakın, bu hayvanların adıyla size hitap etmemi uygun bulmuyorsunuz; ama bunlar, insanların işine yarayan faydalı hayvanlardır. Hâlbuki şimdi size söylediğim aslan, kaplan vahşi hayvanlardır. İnek, keçi, öküz gibi de işimize yaramazlar."
Tabii biz, çocuksu bir yaklaşımla hocamıza, "Olsun hocam, siz yine de bize bu hayvanların adıyla hitap edin" dedik.
Bunun üzerine hocamız dedi ki:
"Evladım, işte buna sevgi üslubu denir. Bir insana bir hayvanın adıyla seslenirsin, bundan sevgi çıkar.
Aynı insana bir başka hayvanın adıyla seslenirsin, kavga çıkar.
"Mesela tosun deyince sevinen insan; öküz dediğinizde kızar, küser.
"Öyleyse neden sevgi çıkacak bir söz varken kavga çıkacak sözü söyleyelim?
"Sizin de üslubunuz, daima sevgi üslubu olsun. Dilinizi kavga çıkaran sözlere, hitaplara alıştırmayın!"
Meğer hocamız bu davranışıyla bize sevgi üslubunu uygulamalı olarak öğretiyormuş. Allah rahmet eylesin, makamı Cennet olsun.
Eşler arasında sevgi üslubu şarttır
Sevgi üslubunu benimseyen eşler, evlerini bir sevgi yuvasına dönüştürürler. Eşler de birbirlerine içlerinden geldiği gibi yerine göre ve eşinin hoşlanmasını da dikkate alarak güzel hitaplarda bulunmalılar.
Ben, eşine "Mırnavım" diyene bile rastladım. Hanımefendi kedileri çok sevdiği için bundan çok hoşlanırmış. "Tavşanım" diyeni duydum. "Hadi anlat" demek yerine, "Bülbülüm, hadi bakalım şakı"
diyeni işittim. "Muhabbet kuşum" diyenin çok olduğunu biliyorum.
Bana anlatılan ve bizzat müşahede ettiğim birkaç hadiseyi paylaşmak istiyorum.
Bir gün, Vakıf Gureba Hastanesi'nin muayene kuyruğunda beklerken yaşlı bir hanımefendinin, kendisi gibi beli bükülmüş bir hastaya, "Aslanım!" demesi garibime gitmişti de merak edip sebebini sormuştum. Hanımefendi dedi ki:
"Evladım, bu hitap şu haliyle ona uymuyor gibi ama ben bunu şimdi icat etmedim ki... Bu aslan, otuz sene önce Kore Harbi'nden gelen madalyalı bir kahramandır. O, sadece benim aslanım değil, hepimizin aslanıdır. Bilseniz ne kahramanlıklar yaptı Kore'de... Yeri gelse gene aslan oğlu aslan olduğunu gösterir; bu yaşında bile evvel Allah."
Hanımefendi böyle konuştukça yaşlı adamın benzine kan geldi, eğik beli biraz düzeldi ve acıyla kasılmış yüzünde gülümsemeler belirdi.
Başka bir sohbet ortamında da emekli bir bey şunları anlatmıştı:
"Kim bilir kaç sabah, ben, eşimin desteği sayesinde hastane yerine işime gitmişimdir. "Eyvah"larla kalktığım, kendimi çok güçsüz ve bitkin bulduğum sabahlarda yengeniz hanımefendi, öyle şeyler söyler, öyle hitaplarla beni taltif eder ki hakikaten değişiveririm. Ne hastalık kalır bende, ne yorgunluk ne de bitkinlik..."
Başka bir yaşlı amca da şu itirafta bulunmuştu:
"Evladım ben 85 yaşımda olmama rağmen hâlâ park, bahçe geziyor olmamı eşime borçluyum. Bu kadın bana bir çocuğa bakar gibi baktı. Ben ilaçlarımı ihmal ettikçe öyle sevgi sözleri, öyle tatlı hitaplar bulurdu ki... Bir iki derken sırf onun bu muhabbeti karşılıksız kalmasın diye yutardım sevmediğim hapları, vurdururdum tiksindiğim iğneleri. Eğer hanım öyle olmasaydı ben, şimdi, böyle olmazdım."
Sevgi ve takdir ifade eden hitapların sihirli gücünden bütün eşler istifade etmelidir. Hiç kimse kendisine canını sıkan şekilde hitap edilmesini istemez. Zaten kötü ve çirkin isimler takmak ve aşağılayıcı lakaplar kullanmak ne insanîdir ne de İslamî...
Kemaliye'nin Kemali
Eşini çok seven bir Osmanlı insanı... Evini bir sevgi cenneti yapmış mutlu bir eş... Yurdumuzun cennet köşelerinden biri olan Kemaliye'de bir evde yaşamış. Eşiyle, sevgi ve güvenle bir ömür geçirmiş. Bakın eşini kırmamak için nasıl bir sevgi üslubu kullanıyor...
Emekli olmuş, artık yaşlılık yıllarını eviyle cami arasında geçirmeye başlamış. Bir gün evin anahtarını evde unutmuş. Bu durumdan habersiz olan eşi de kendisini çağıran komşusunun davetine icabet etmiş.
Hacı Baba namazdan sonra evine gelmiş, kapıyı çalmış, bakmış ki açan yok. Anahtarı da yok. Evinin önündeki dereye inmiş, bir aşağı bir yukarı, inip çıkmaya başlamış. Hava buz gibi insanı donduracak kadar soğuk; ancak hızlı bir şekilde hareket ederek bir parça ısınmak mümkün oluyor.
Arada bir, kapının önüne gelip hanımının gelip gelmediğine de bakıyor. İşte o gelişlerinden birinde, evinin önünde hanımıyla karşılaşıyor.
Onu titrek ve morarmış bir hâlde kapı önünde gören eşi, şefkatiyle birlikte, geç kalmış olmasının endişesini de hissettiren bir tedirginlikle soruyor:
"Efendi ne zaman geldin?"
Gövdesiyle iri yan, gönlüyle hassas ve ipince olan bu güzel adam, hiçbir şekilde üzülmesine kıyamadığı eşini rahatlatmak için şu sevgi dolu cevabı veriyor:
"Şimdi geldim hanım, daha yeni geldim, meraklanma..."
Hollandalı bir Hıristiyan iken ilginç bir yönelişle Müslüman olan rahmetli Zef Clement (Muhammed Said) bu durumu görmüşçesine şöyle diyor: "Eğer karın yanındaysa eve hiçbir zaman geç kalmazsın..."
Vehpi VAKKASOĞLU...
Her evlilik illa aşkla başlamaz; ama her evlilik zamanla sevgiyi öre öre aşka ve benzersiz bir tutkuya dönüştürülebilir.
İyi niyetle başlamış bir evliliği, samimi bir birlikteliği aşka dönüştürmek, nikâhın kerametlerindendir.
Nikâhtan önce çift olanlar, nikâhtan sonra tek olurlar. Çift gövde; ama tek gönül, tek ruh...
Evlendikten sonra da ruhlar tekleşmemişse sevgi iletişimi kurulamamış demektir. Sevgi iletişiminin anahtarı sevgidir.
Bu düşünceyle, ben evlenenlere sorarım: "Tek misiniz, çift mi?"
Çoğu genç, cevabı beklediğim gibi veremez, sonra da özür beyan ederler.
Evlenen, artık tektir, tek...
Vuslat, gönle varmaktır
Halil Rıfat Paşa, demiş ki: "Gidemediğin yer senin değildir.'
Bu sözü, sadece Karayolları Teşkilatı benimsemiş ve kullanmıştır. Oysaki bu manadan daha önemlisi, manevî yolları açan şu gerçektir: Giremediğin gönül senin değildir!
Gideceğimiz yerler sadece maddî, şekli olanlar değildir; aslen manevî olanlardır. Manen gideceği yere varamayanlar, maddeten hiç varamazlar. Gideceği yeri, iç dünyasına kodla-yamamış olan, hedefine asla ulaşamaz; hatta manen-gideceği yeri olmayanların, maddeten de gidecekleri yeri olmaz. En hızlı vasıtalar, en sağlam araçlar onları hiçbir yere götüremez. Çünkü manevî hedeflerini kaybedenler, maddî hedeflerini de yitirirler. Gidecekleri yer kalmaz. Onlar gitmezler, götürülürler; yani sadece sürüklenirler. Bu sebeple, en acınacak insanlar, araçsızlık yüzünden yolda kalanlar değil, araçları olup da gidecekleri yeri olmayanlardır.
Gitmek, gövdeye değil, gönledir. Gittiğiniz yerde gönülsüz bir gövde bulacaksanız varışınız da boşunadır. O zaman, gittiğiniz yere ulaşamazsınız sadece varmış olursunuz. Varmış olmak, vuslata ermiş olmak değildir. Vuslat, gönle varmaktır. Hem de sevgi dolu bir gönle ulaşmaktır.
Vuslat gönül işi olduğu için varmak da gövdeyle olmaz, gönülle basardır. Bu yüzden gönül varışlarının vasıtaya ve maddeye ihtiyacı olmaz. Biri kuzeyde, diğeri güneyde iken de bir ve beraber olabilirler. Mesafeler, birliğe, buluşmaya, kavuşmaya asla engel olamaz. Bir olan gönüllerin arasına kilometreler giremez; en uzak gurbet bile ayıramaz onları, unutturamaz.
Asıl mesafe, asıl uzaklık, yanı başındakini unutturanıdır.
Dizimin dibindeki, Yemen'de; Yemen'deki de dizimin dizindedir" der Mevlana.
Göremediğiniz gönülden ırak olursunuz.
Gönül görmek diye bir çaba var mı hayatınızda?
Giremediğiniz gönle eremezsiniz.
Hiç olmazsa yanı başınızdakilerin gönüllerinde misiniz? Yanı başmızdakiler gönlünüzde mi?
Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşırlar.
Büyük bir üzüntüyle ifade edeyim ki aynı evde yaşadığı hâlde, ayrı olanlar vardır. Çünkü yakınlık manevî varlığımızla sağlanır. Gövdelerin yakınlığı ile gerçek yakınlık yakalanamaz. Kafa ve kalp uyuşması, insanı yakından daha yakın eder, hatta tekleştirir. Böylesine bir ve beraber olmuşları, hiçbir şey ayıramaz. Hiçbir mesafe aralarına giremez. O yüzden şu beyit söylene gelmiştir:
Gönül ne kahve ister ne kahvehane Gönül sohbet ister, kahve bahane.
Bizi birbirimizden ayıran mesafeyi şair Can Yücel şu dizelerle ne güzel ifade ediyor:
En uzak mesafe ne Afrika'dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler,
Ne de yıldızlar geceleri Işıldayan...
En uzak mesafe
İki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan...
Gönülde misiniz?
Eşiniz gönlünüzde mi?
Siz, eşinizin gönlünde misiniz?
Sevgi iletişimi kurabilmeye götüren hayatî iki soru budur.
Eğer bu iki soruya, "Evet" diyebiliyorsanız siz, tebrik ve takdiri çoktan hak etmişsiniz demektir.
Eşler, birbirlerini, ellerinde değil; gönüllerinde tutmalıdırlar. Gözden uzak olduklarında da gönülden uzak olmamalıdırlar. Bu zor; ancak eşlerin çabasıyla sağlanabilir.
"Bu konuda ne yapalım?" diyen hanımlara, tavsiyem şudur:
Erkeğinizi elinizde değil, gönlünüzde tutmaya çalışın. Gövdesi nerede olursa olsun, eğer gönlü gonlünüzdeyse onu asla kaybetmezsiniz. Hanımlar, kocanız, avucunuzda tuttuğunuz kuş gibidir.
Avucunuzu fazla sıkarsanız eşiniz nefes alamaz olur, bunalır, boğulur.
Avucunuzu fazla geniş açar, dümdüz ederseniz onu tutmanız mümkün olmaz; uçurur, kaybedebilirsiniz.
Beylere gelince, beyler karınız, avucunuzda tutuğunuz kuşa benzer. Avucunuzdan uçurmayacak kadar kapatın parmaklarınızı; boğacak kadar da sıkmayın.
Eşler birbirlerine biraz serbestlik tanımalıdır. Dostları, arkadaşları, akrabaları için... Sürekli, "Neredeydin, kiminley-din ne yaptın?" diye sıkboğaz edilen eşler, ancak bir yere kadar dayanabilirler.
Fakat kendine özel bir serbest zaman isteyen eş de nerede, kiminle ne yaptığı konusunda, eşine doğru bilgi vermeli, kendisine gösterilen güveni asla kötüye kullanmamalıdır; zira eşler arasındaki güven duygusu bir kere sarsılırsa bir daha yeniden kazanılması çok güçtür.
Eşler, birbirlerinin gönlüne değil; ama gövdesine bir Özgürlük alanı tanımalıdırlar. Kısa süreli fizikî ayrılıklar mu habbeti artırır. Özlem ise sevgiyi körükler. Güçlü ateşlerin üfürüldükçe harlanması gibi güçlü sevgiler de hasretle alevlenir.
Sevgi birleştirir, eşleştirir
Gerçek ve derin sevgi, zaman içinde eşleri fiziken de birbirlerine benzetir. Huylarını, karakterlerini aynılaştırır. Nikâhın kerametlerinden biri de budur. Eş sevgisi, zaman içinde arkadaşlığa; netice olarak da dostluğa dönüşür.
Aşk Çağlayanı Mevlana, böyle dostluklara çok güzel örnekler verir:
"Bir dost canlısı, Dostuna gelmiş ve kapısını çalmış. "Kim o, diyen dostuna, ben, diye cevap vermiş. Dostluğu derinliğine yaşayan Dost, ona şöyle seslenmiş:
"Git! Soframda ham kişiye yer yok!
"Adamcağız, büyük bir mahcubiyetle çekilip gitmiş. Bir süre sonra yani gönlünü dostluğa iyice hazırlayınca tekrar gelip Dost kapısını çalmış.
"Kim o, sorusunu da 'Sensin, sen!' diye cevaplamış.
"Bu cevabı beğenen Dost, onu şu sözlerle kabul etmiş.
"Mademki sen, bensin, gel öyleyse. Bu evde iki berCe. yer yoktur."
Evlilik hayatında da hedef, böyle bir dostluktur. Böylesine bir ve beraber olan eşler, değil bu dünyada, öteki âlemde de ayrılmayı istemezler.
Böylesine tek beden, tek ruh, tek varlık olmak, sevginin marifetidir. Sevginin veyahut katlanmış, katmerleşmiş sevgi olan aşkın işidir.
Aşkın en ünlü temsilcisi olan Mecnun'a demişler ki:
"Leyla için canım feda, diyorsun. Öyleyse, bir kolunu Leyla aşkı için ver de sözünün hakikat olduğuna delil olsun...
Mecnun, bir an düşünmüş ve demiş ki:
"Hayır, kolumu Leyla aşkı için kestiremem.,. Artık ben, ben değilim. Ben Leyla'dan ibaretim; Leyla kesildim ben. Bu yüzden, bu kol da benim değil onundur. Onuri olan kolumu kestirip de sevdiğimin acı çekmesine dayanamam.
Sevgi gerçekten varsa sevenleri böylesine bir ve beraber eder.
Sevgi gerçekten varsa sevenlerde "sen, ben" derdi kalmaz...
Evlilik, ben düşüncesinden çıkıp biz seviyesine yükselmek demektir. Bizleşemeyen ve nikâhtan sonra da hâlâ ben iddiasında bulunan, yuva kurmaya hazır sayılmaz. Evden ve eşyadan önce, içini, gönlünü birlikteliğe hazır etmeli insan. Sağlam bir yuva böyle kurulur. Yani çift bedende tek ruh olanlar mutlu bir yuva kurarlar. Bu dizeler bunu ne güzel anlatıyor:
Bir eş, yer olursa diğeri, ona gök olmalı-Hizmetçiyse biri, öteki köleliği şeref bilmeli-Beraber gülmeli, beraber ağlamalı. Çift bedende, tek ruh olarak yaşamalı...
İkisine bir Fatiha
Öteki âlemde de ayrılmak istemeyen gerçekten tek olmuş bir çift; birlikte ölmüşler. Mezarları da yan yana olmuş. Ahirette bile birlikte olmayı istemişler...
İnşallah olmuşlardır.
Mezar taşlarına yazılacak olan cümleyi vasiyet etmişler. Öyle de yazılmış:
"Ey ziyaretçi! Burada birbirini seven bir karı-koca yatıyor ikisine bir Fatiha yetiyor."
Bu mezar taşı, gerçek bir aşkın habercisi değil midir?
Sevgi iletişiminin zarurî istikameti: Sevgi üslubu
Sevgi bütün evlilikler için ilk adımdır. Peki, nasıl inşa edilir? Bu bir hayata bakıştır. Ben bunu çocukluk yıllarımda öğrendim.
Adı Osman Sandaloğlu idi; ama o mübarek adama, biz öğrencileri; kısaca Sandal Hoca derdik.
Ortaokul birinci sınıfta bizim hocamız olmuştu. Dedemizin yaşında, nur yüzlü bir ihtiyardı. İlk dersimize, bembeyaz sakalı ve bükülmüş beli, elindeki bastonu ile giriverince çok yadırgamıştık hocamızı; fakat kısa sürede kalbimizi kazandı ve en çok sevdiğimiz öğretmen oldu.
Ben ve diğer sınıf arkadaşlarım, sevgi üslubunu ilk defa Sandal Hocadan öğrendik. Adam yerine konmayı, önemsen-meyi, ciddiye alınmayı ilk ondan gördük.
Bize, "Aslanlarım, kaplanlarım, tosunlarım!" diyor; içimizden çok büyük adamlar çıkacağını söylüyordu. Sınıfımızdan hocaların, idarecilerin, yazarların, şairlerin, avukatların, doktorların, mühendislerin, mebusların, başbakanların çıkacağını kesin olarak ifade ediyordu.
Söylediklerine tam olarak inanamasak da çok hoşumuza gidiyordu. Hele bir gün, "Ne mutlu bana ki bu yaşımda sizin gibi geleceği çok parlak olan gençlerin hocası oldum. Allah'ıma ne kadar şükretsem azdır" demişti. Hepimiz o an çok etkilenmiştik.
Sınıfa girdiğinde, o ihtiyar haliyle bir süre ayakta durur, sının gözden geçirirdi. Daha doğrusu hepimizin tek tek gözümüze bakıp gönlümüzü görürdü. Üzüntülü gördüklerini tesel-
li eder, hatta teneffüste yanına çağırarak yardım etmeye çalışırdı.
Dersinin bitmesini hiç istemezdik. Çıkış zili çaldığında, üzülürdük ve "Hocam çıkmayalım, devam
edin!" derdik.
Hocamız gönlümüze girmeyi başarmıştı. Sevgi iletişimini, torunu yaşındakilerle bile kurabilme başarısını • gösterebilmek, çok az kişiye nasip olmuştur.
İşte ben, "sevgi üslubunu", bu hocamdan öğrendim.
Bir sabah, ilk dersimiz Sandal Hoca'nındı. Büyük bir sevinç ve heyecan içinde beklediğimiz hocamız, her zaman olduğu gibi derse tam vaktinde geldi.
Yalnız bu defa, her zamanki gibi değildi. Yüzü asılmış, kaşı çatılmıştı. Her zamanki o tatlı tebessümünden eser kalmamıştı. Çanta yerine çıkın kullanırdı. Elindeki çıkını büyük bir gürültüyle masaya âdeta çarptı. /
Biz hayretler içinde ona bakıyorduk; ama o bize bakmıyordu. Üstelik hiç ummadığımız tarzda hakaret ediyor, bizlere hayvan adlarıyla hitap ediyordu. Ne eşekliğimiz ne de öküzlüğümüz kaldı. Kimimiz inek kimimiz de keçi olduk. Kulaklarımıza inanamıyorduk. Hocamıza ne olmuştu böyle!
Ders başlamıştı; ama eminim kimsenin bir şey anladığı yoktu. Sının büyük bir üzüntü ve moral bozukluğu sarmıştı. Çıkış zili çalar çalmaz, hemen bir kısmımız müdür beye bir kısmımız da müdür yardımcısına koşup durumu bildirdik:
"Sandal Hoca'ya bir şey olmuştu."
Onlar da bize öğüt verip gönderdiler:
"Sakın üzmeyin hocanızı, kıymetini bilin!"
Biz, hocamıza ne olduğunu anlayamadan ikinci dersimiz başlamıştı. Bu dersimize de Sandal Hoca gelecekti. Bu duamdan dolayı hem heyecanlı hem de üzgündük.
Hocamız, yine tam zamanında sınıfa girdi; fakat gözlerimize inanamadık. O mübarek yüz, nurlu bir tebessümle apaydınlıktı. Yine şefkat dolu bakışları, içimizi ısıttı; yine üzüntüleri paylaştı, hâl hatır sordu, fıkralar anlattı.
Yeniden onun aslanları, kaplanları, tosunları olduk.
Hocamız derse başlayacağı sırada, ben büyük bir cesaretle elimi kaldırdım ve bir hamlede soruverdim:
"Ama hocam, birinci derste, niçin bize kötü şeyler söylediniz?"
"Ben kimseye kötü şey söylemem" dedi.
"Hocam ne kadar hayvan adı varsa hepsini saydınız bize!"
Bu sözüme, hocamız güldü ve şu cevabı verdi:
"İyi; ama şimdi de hayvan adları ile hitap ediyorum size."
"Hocam bu hayvanlar iyi. Bunların adını söyleyin bize; ama birinci derste öküz, keçi, inek, eşek, köpek, kedi" dediniz.
Sandal Hoca, sandalyesine yaslandı, nefeslendi ve hafiften öksürüp dikkatimizi ve merakımızı iyice toparladı. Sonra da şu ilginç açıklamayı yaptı:
"Evladım, bakın, bu hayvanların adıyla size hitap etmemi uygun bulmuyorsunuz; ama bunlar, insanların işine yarayan faydalı hayvanlardır. Hâlbuki şimdi size söylediğim aslan, kaplan vahşi hayvanlardır. İnek, keçi, öküz gibi de işimize yaramazlar."
Tabii biz, çocuksu bir yaklaşımla hocamıza, "Olsun hocam, siz yine de bize bu hayvanların adıyla hitap edin" dedik.
Bunun üzerine hocamız dedi ki:
"Evladım, işte buna sevgi üslubu denir. Bir insana bir hayvanın adıyla seslenirsin, bundan sevgi çıkar.
Aynı insana bir başka hayvanın adıyla seslenirsin, kavga çıkar.
"Mesela tosun deyince sevinen insan; öküz dediğinizde kızar, küser.
"Öyleyse neden sevgi çıkacak bir söz varken kavga çıkacak sözü söyleyelim?
"Sizin de üslubunuz, daima sevgi üslubu olsun. Dilinizi kavga çıkaran sözlere, hitaplara alıştırmayın!"
Meğer hocamız bu davranışıyla bize sevgi üslubunu uygulamalı olarak öğretiyormuş. Allah rahmet eylesin, makamı Cennet olsun.
Eşler arasında sevgi üslubu şarttır
Sevgi üslubunu benimseyen eşler, evlerini bir sevgi yuvasına dönüştürürler. Eşler de birbirlerine içlerinden geldiği gibi yerine göre ve eşinin hoşlanmasını da dikkate alarak güzel hitaplarda bulunmalılar.
Ben, eşine "Mırnavım" diyene bile rastladım. Hanımefendi kedileri çok sevdiği için bundan çok hoşlanırmış. "Tavşanım" diyeni duydum. "Hadi anlat" demek yerine, "Bülbülüm, hadi bakalım şakı"
diyeni işittim. "Muhabbet kuşum" diyenin çok olduğunu biliyorum.
Bana anlatılan ve bizzat müşahede ettiğim birkaç hadiseyi paylaşmak istiyorum.
Bir gün, Vakıf Gureba Hastanesi'nin muayene kuyruğunda beklerken yaşlı bir hanımefendinin, kendisi gibi beli bükülmüş bir hastaya, "Aslanım!" demesi garibime gitmişti de merak edip sebebini sormuştum. Hanımefendi dedi ki:
"Evladım, bu hitap şu haliyle ona uymuyor gibi ama ben bunu şimdi icat etmedim ki... Bu aslan, otuz sene önce Kore Harbi'nden gelen madalyalı bir kahramandır. O, sadece benim aslanım değil, hepimizin aslanıdır. Bilseniz ne kahramanlıklar yaptı Kore'de... Yeri gelse gene aslan oğlu aslan olduğunu gösterir; bu yaşında bile evvel Allah."
Hanımefendi böyle konuştukça yaşlı adamın benzine kan geldi, eğik beli biraz düzeldi ve acıyla kasılmış yüzünde gülümsemeler belirdi.
Başka bir sohbet ortamında da emekli bir bey şunları anlatmıştı:
"Kim bilir kaç sabah, ben, eşimin desteği sayesinde hastane yerine işime gitmişimdir. "Eyvah"larla kalktığım, kendimi çok güçsüz ve bitkin bulduğum sabahlarda yengeniz hanımefendi, öyle şeyler söyler, öyle hitaplarla beni taltif eder ki hakikaten değişiveririm. Ne hastalık kalır bende, ne yorgunluk ne de bitkinlik..."
Başka bir yaşlı amca da şu itirafta bulunmuştu:
"Evladım ben 85 yaşımda olmama rağmen hâlâ park, bahçe geziyor olmamı eşime borçluyum. Bu kadın bana bir çocuğa bakar gibi baktı. Ben ilaçlarımı ihmal ettikçe öyle sevgi sözleri, öyle tatlı hitaplar bulurdu ki... Bir iki derken sırf onun bu muhabbeti karşılıksız kalmasın diye yutardım sevmediğim hapları, vurdururdum tiksindiğim iğneleri. Eğer hanım öyle olmasaydı ben, şimdi, böyle olmazdım."
Sevgi ve takdir ifade eden hitapların sihirli gücünden bütün eşler istifade etmelidir. Hiç kimse kendisine canını sıkan şekilde hitap edilmesini istemez. Zaten kötü ve çirkin isimler takmak ve aşağılayıcı lakaplar kullanmak ne insanîdir ne de İslamî...
Kemaliye'nin Kemali
Eşini çok seven bir Osmanlı insanı... Evini bir sevgi cenneti yapmış mutlu bir eş... Yurdumuzun cennet köşelerinden biri olan Kemaliye'de bir evde yaşamış. Eşiyle, sevgi ve güvenle bir ömür geçirmiş. Bakın eşini kırmamak için nasıl bir sevgi üslubu kullanıyor...
Emekli olmuş, artık yaşlılık yıllarını eviyle cami arasında geçirmeye başlamış. Bir gün evin anahtarını evde unutmuş. Bu durumdan habersiz olan eşi de kendisini çağıran komşusunun davetine icabet etmiş.
Hacı Baba namazdan sonra evine gelmiş, kapıyı çalmış, bakmış ki açan yok. Anahtarı da yok. Evinin önündeki dereye inmiş, bir aşağı bir yukarı, inip çıkmaya başlamış. Hava buz gibi insanı donduracak kadar soğuk; ancak hızlı bir şekilde hareket ederek bir parça ısınmak mümkün oluyor.
Arada bir, kapının önüne gelip hanımının gelip gelmediğine de bakıyor. İşte o gelişlerinden birinde, evinin önünde hanımıyla karşılaşıyor.
Onu titrek ve morarmış bir hâlde kapı önünde gören eşi, şefkatiyle birlikte, geç kalmış olmasının endişesini de hissettiren bir tedirginlikle soruyor:
"Efendi ne zaman geldin?"
Gövdesiyle iri yan, gönlüyle hassas ve ipince olan bu güzel adam, hiçbir şekilde üzülmesine kıyamadığı eşini rahatlatmak için şu sevgi dolu cevabı veriyor:
"Şimdi geldim hanım, daha yeni geldim, meraklanma..."
Hollandalı bir Hıristiyan iken ilginç bir yönelişle Müslüman olan rahmetli Zef Clement (Muhammed Said) bu durumu görmüşçesine şöyle diyor: "Eğer karın yanındaysa eve hiçbir zaman geç kalmazsın..."
Vehpi VAKKASOĞLU...