Fatih, Bizans'ı Değil Roma'yı Fethetmiştir...

Nesl-i Cedid

Well-known member
Akademisyen yazar Beyazıt Akman:
“Fatih, Bizans’ı değil Roma’yı fethetmiştir”

“Bizans lafı 18. yüzyıl Batılı tarihçiler tarafından uydurulan bir kavram. Peki niye bu ‘Bizans’ takıntısı? Çünkü Batı medeniyetinin, yenilen tarafa ‘Bizans’ diyerek bu mağlubiyeti izole etmesi, saf dışına itmesi kolaylaşıyor da ondan. Türkler ya da Müslümanlar Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıktı, demek mi daha kolay, yoksa Bizans’ı yıktı demek mi?”

Illinois State Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan ve halen aynı üniversitede Batı edebiyatı ve İslam üzerine dersler veren yazar Beyazıt Akman, Amerika’da beş yıl boyunca İstanbul’un fethiyle ilgili araştırmalar yaptı. Araştırmalarını “Dünyanın İlk Günü-İmparatorluk 1” adı altında romanlaştıran Akman, kitabında İstanbul’un fethiyle ilgili ilginç tespitlerde bulunuyor.
Akman’ın sekiz baskı yapan ve 30 bin satış rakamına ulaşan yedi yüz sayfalık romanı için fetih yıldönümünde özel ciltli baskı yapılacak. Ayrıca kitap Yunanca, Hırvatça, Sırpça, Bulgarca gibi Doğu Avrupa dilleriyle İngilizce ve Arapça'ya çevrilmeye başlandı.
Akman’la fetih üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kitabınız; “1453, Ortaçağ’ın bitişi, Yeniçağ'ın başlangıcı” ezberinden çok daha fazlasını sunuyor. Romanda, Osmanoğulları’nın yaşayış şekli, düzeni, kültürü kaleme alınırken, İstanbul’un fethi için yapılan hazırlık ve fethin kendisi de ayrıntılı biçimde anlatılıyor. Buradaki asıl çıkış noktanız neydi?
1453’le ilgili bahsettiğiniz o ifadenin içi boşaltıldı. Bir yüzyıldır aynı lakırdı; nasıl ki bir kelime on kere, yirmi kere arka arkaya söylenince anlamsız hale gelirse, bu ve benzeri kavramlar da öyle anlamsızlaştı. Tarih anlatımı bu açıdan sıkıntılı bir iş; tarih yazarları işi gücü bırakıp üretici olmaya çalışamazlar elbette. Bu yüzden de tarihî bilinç ancak edebiyatla gerçek anlamda kazandırılabilir. Zaten edebiyatın gücü de bildiğimizi sandığımız olaylara yeni bir perspektif kazandırması ve aslında her gün gözümüzün önünde olan bir nesneyi bile yeniden keşfetmemizi sağlamasındadır. “Dünyanın İlk Günü”nün adından, içerdiği üç ana hikâyeye kadar tüm unsurları okura “fetih” deneyimini birinci elden yaşama, görme ve yeniden keşfetme amacını taşıyor. Okur zaten bunu yaşayınca kendisi kararını verir 29 Mayıs 1453’ün neyin başlangıcı, neyin bitişi olduğunu.

Bu zengin ayrıntılar arasında bize öğretilenlerden farklı durumlar da var; örneğin biz İstanbul surlarını yıkan topları Macar Urban’ın yaptığını biliriz. Oysa sizin kitabınızda Macar Urban bu konuda Türkler kadar bilgisi olmayan birisi olarak resmediliyor. Bu ve bunun gibi romanınızda geçenlerle bize öğretilenler arasındaki farklılıklar konusunda neler söyleyeceksiniz?
Batılı tarihçilerin, huyları kurusun, milliyetçi ve dinci, daha doğrusu kendi medeniyetlerini kayıran tarafları vardır. Hadi hakkaniyetli olalım, hepsinde olmasa da çoğunda bu özelliklere rastlanır, diyelim. Şehre aslında açık unutulan bir kapıdan girildiği palavrasından tutun da o surları yıkan topların Hıristiyan bir topçu tarafından döküldüğüne ya da Sultan Mehmet’in aslında şehrin önde gelenleriyle anlaşıp koca imparatorluğu parayla satın aldığına kadar -fethin zaferine ve haşmetine bir şekilde gölge düşürecek- pek çok itham burada sıralanabilir.
Yabancı tarihçilerin bu Macar topçu Urban üzerine takıntıları da buradan geliyor. Ama tespitin adını doğru koyalım: Biz Macar topçu yoktu demiyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli özelliği liyakat temelli bir meritokrasi kültürü oluşudur; iş, onu hak edene, layığına verilir; Hıristiyan da olsa hiçbir şey değişmez. Bu açıdan, evet Urban, tarihî bir gerçekliktir, onun gibi daha nice Cenevizli, Venedikli ilim adamları, savaş mühendisleri Fatih’in ordusunda çalışmıştır. Ama biz buna yoğunlaşırsak, imparatorluğun kendi birikimini, İslam medeniyetinin getirdiği yedi asırlık donanımını arka plana itmiş oluruz.
Bu yüzden ben romanda, yine tarihî bir gerçeklik olan topçu Müslihiddin gibi karakterleri de olabildiğince resmederek işi dengede tutmaya çalıştım. Nihayetinde romanda anlatılan Urban’ın teknik bir hatadan ötürü hayatını kaybedişi de yazarlıktan ziyade tarih kitaplarından gelen bir bilgidir.

Yine fetih sırasında Doğu Roma’nın çok güçsüz olduğu, dolayısıyla fethin çok fazla büyütülmemesi gerektiği gibi söylemler var. Fetih sırasında Doğu Roma İmparatorluğu veya bilinen ismiyle Bizans, gerçekten güçten düşmüş müydü?
Bu da ayrı bir masal. Bizim tarihçiler de on yıllarca Batılılardan araklamışlar, çevirmiş çevirmiş yazmışlar. Sıkıntı zaten kendi tarihimize onların gözleriyle bakmamız... Günümüzden geçmişe doğru bakıldığında da sanki Fatih, “Fatih” olarak doğmuştu, kaderinde en başından beri bu vardı, başka türlü olması imkânsızdı gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Unuttuğumuz şey şu: Son ana kadar bu kişi Mehmet adındaki 21 yaşındaki bir genç. Son ana kadar diyorum çünkü surların ötesine yeniçeriler akın edinceye kadar kimse onun bu işi yapabileceğine ihtimal vermiyor. Başında bir vezir var ki, yedi sülalesi Osmanlı’ya vezir vüzeralıkla geçmiş, yaşını başını almış, II. Murat’ın da birinci adamı sayılan Çandarlı Halil Paşa, ki en başından beri kuşatmaya karşı. Kuşatma boyunca da muhalefetini koruyor, askeri demoralize ediyor. Mehmet’e resmen “Seksen bin kişiyi bu surların önünde telef ettin, hazineyi yedin bitirdin” diyor. İşte zaten o zaman Mehmet diyor, “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni!” diye. Bunu öyle onurdan, kibirden falan demiyor bizim sandığımız gibi; eğer alamazsa kariyeri, saltanatı daha başlamadan bitecek. Geri dönme şansı hiç yok.
Nihayetinde iki ay o surların önünde canhıraş uğraşmışlar; şehitlerin bedenleri küçük küçük tepeler oluşturmuş. E şimdi adama sormazlar mı, madem bu Doğu Roma o kadar güçsüzmüş, madem bu zaten yıkılacakmışmış da, sekiz hafta boyunca seksen bin asker; yedi bin yeniçeri, on binlerce azap, on binlerce tımarlı sipahi ne yapmış o surların önünde? Davul zurna çalıp oynamamışlar herhalde değil mi? Akıl var mantık var, iki ay boyunca süren bir kuşatmayı nasıl tereyağından kıl çeker gibi oldu şeklinde anlatıyorlar aklım almıyor.
Romanı okuyan okurlar diyorlar ki: “İstanbul’un fethedildiğini bilmesem, alınacağından şüphe edecektim!” Benim vermek istediğim de tam da buydu; herkes son ana kadar şüphe ediyordu çünkü. Karşı tarafın bin yıllık şövalye kültürünü, kale muhafazasındaki üstünlüklerini, tüm Avrupa’nın savaş tekniklerindeki deneyimlerini taşıdıklarını ve 21 yaşındaki genç Mehmet’in tüm bunlara rağmen fethi gerçekleştirdiğini unutmamak gerekiyor.

Fatih, aslında Doğu Roma İmparatorluğu’nu fethetmişti, ama günümüzde hep Bizans’tan bahsedilir. Doğu Roma İmparatorluğu ile Bizans’ı fethetmek arasında bir fark var mıdır?
Bu “Bizans” lafı 18. yüzyıl Batılı tarihçiler tarafından uydurulan bir kavram. Bu da zaten benim tezim değil; pek çok tarihçimiz bunun böyle olduğunu vurguluyorlar artık. Romanda ben buna özellikle dikkat ettim, bir tane bile “Bizans” lafı göremezsiniz. Fatih’in fethettiği imparatorluk, bildiğimiz Roma İmparatorluğu’nun doğu kanadıydı. Onlar kendilerine, “Doğu Roma İmparatorluğu,” “Yeni Roma,” “Yeni Kudüs” gibi pek çok ifade kullandılar ama hiçbir zaman “Bizans” demediler. Bizans, Konstantin’den önce bölgede Byzas adlı bir hükümdarın kurduğu krallığın adı; Roma İmparatorluğu ile alakası yok. Peki niye bu “Bizans” takıntısı? Çünkü Batı medeniyetinin, yenilen tarafa “Bizans” diyerek bu mağlubiyeti izole etmesi, saf dışına itmesi kolaylaşıyor da ondan. Türkler ya da Müslümanlar Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıktı, demek mi daha kolay, yoksa Bizans’ı yıktı demek mi? Zira Sultan Mehmet de, fetihten sonra kendisine “Kayzer-i Rum” yani “Roma İmparatoru” demiştir.

Merak ettiğim konulardan birisi de fetihten sadece birkaç gün sonra Ayasofya’da cuma namazının kılınmış olmasıdır. Bir kilisenin camiye çevrilmesi, yani en azından kıble yönünün değiştirilmesi bu kadar kısa zamanda nasıl yapılabilmiştir? Bir de bunun Ayasofya gibi devasa bir yapı olduğu düşünüldüğünde işin zorluğunun daha çok olması gerekmez mi? Bir de siz romanınızda Ayasofya’nın İslam izleri taşıdığından söz ediyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?
Bu, aslında romanın okurları tarafından en çok es geçilen konulardan biri. Ben daha fazla ilgi toplayacağını, bu konunun üzerine gidebilecek tarihçiler olacağını düşünmüştüm... Öteden beri, Ayasofya’nın bir kubbe şeklinde oluşunu hep manidar bulmuşumdur. Çünkü yeryüzündeki neredeyse bütün diğer kiliseler, özellikle Orta Çağ’dan kalma, görkemli büyük katedraller hep sivri çatılı, kuleli yapılardır. (Şimdi burada Vatikan’ın kubbeli meşhur yapısı akla gelebilir ama, o da Ayasofya’ya öykünerek mimarisine girişilen bir eserdir.) Kubbe daha çok İslamî mimarinin alamet-i farikasıdır, sivri çatılar Hıristiyanlığın.
Bu sorunun üzerine gittikçe şöyle bir sonuç çıkıyor ortaya: Ayasofya şu andaki haliyle Hz. Muhammed’den (a.s.m.) üç-dört asır önce inşa ediliyor, yani İslamiyet’in doğuşundan yüzyıllar önce. Bu da demek oluyor ki, o zamanki hak din Hıristiyanlık idi (elbette günümüzdeki İslam teolojisine ters, Hz. İsa’nın tanrılaştırıldığı şekliyle değil; bozulmamış, ilk haliyle). Hz. Muhammed’den önceki insanlığın da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mesajından ziyade Hz. İsa’nın mesajından sorumlu tutulacağı düşünüldüğünde ve yine İslam teolojisine göre, tüm peygamberlerin insanlara en başından beri -bozulmamış şekliyle- Allah’ı anlattıklarını hesaba kattığımızda, Ayasofya’yı yapanların da pekâlâ Müslüman olabileceği gibi bir tez ortaya çıkıyor. Ayasofya’nın çok küçük bir açı farkıyla tamamen Kıble’ye dönük olması da bunun en büyük kanıtlarından biri sayılabilir. Zaten bir din bozulmadan bir diğer peygamber insanlığı doğru yola döndürmek için gönderilemeyeceğine göre, 7. asıra kadar Hz. İsa’nın mesajını doğru şekilde yaşayabilmenin mümkün olduğuna inanmak durumundayız.
Ben de bu tezi romandaki karakterlerden Molla Lütfi’ye işlettirdim. Tabi bu konu yeterince araştırılmadan ve düşünülmeden ilk duyulduğunda “deli saçması” gibi gözüküyor, ki romanın diğer bir karakteri Alberti’nin de tepkisi bu şekilde oluyor. Ama Fatih’in tepkisi daha akl-ı selim: “Her semavi din, bir sonrakinin habercisidir.”
Fatih beni Amerika’da fethetti
Fatih’in madalyonlarını ve Batılı ressamlarca yapılan resimlerini Amerika’da buldunuz. Bu eserleri oralarda gördüğünüzde ne hissettiniz? Romanınızın açılışı da Fatih’in meşhur portresinin Amerika’da bir müzayedede satılmasıyla başlıyor... Sizce bu eserler Türkiye’ye getirilmeli mi?
Gözünüzün önüne Washington’daki o meşhur, beyaz kubbeli Kongre Binası’nı (ki bizde yanlışlıkla o genelde “Beyaz Saray” diye bilinir) getirin; etrafta gökdelenler, Amerikan polis arabaları vesaire… Sonra dünyanın en büyük müze ve kütüphaneler kompleksi Smithsonian binalarından birine giriyorsunuz. Orta Çağ objelerine ayrılmış bir yapı, iki insan boyu kadar şövalye zırhları, miğferler, Rönesans heykelleri, İtalyan ressamların yaptıkları, Michelangelo gibi ustaların eserleri.. derken bir bakıyorsunuz madalyonların sergilendiği bir odanın en güzel köşesinde, küçük küçük madalyonların tam ortasında diğerlerinin iki-üç katı kadar bir madalyon. Üstünde Fatih’in yüzü, ışıl ışıl parlıyor. Yeryüzündeki sayılı birkaç madalyondan bir tanesi; Constanza de Ferrara’ya ait olduğu sanılıyor. İnsan tabi şaşırıyor, gururlanıyor. Açıkçası benim heyecandan ve duygu yoğunluğundan gözlerim doldu; son beş senemi o resimdeki kişiyi anlamak ve dünyaya anlatmak için geçirmiştim ne de olsa...
Benim asıl görmek istediğim yine Bellini’nin İstanbul’dayken, Fatih’in misafiriyken yaptığı “Oturan Hattat” portresini görmekti. Şansa bakın ki, sergi dışıydı. Fakat Smithsonian’da özel araştırmacı sıfatıyla bulunduğum için bir-iki kapı çaldık, izinler aldık, bir hafta kadar uğraştık. Sonra Amerikalı bir küratör şifreli kapılardan geçire geçire özel sıcaklıklarda muhafaza edilen büyük depolardan birine soktu beni. Sonra özel bir kılıfta, kesinlikle dokunmamam şartıyla kaç kereler adını duyduğum, onlarca kopyasını gördüğüm resmi önüme koyuverdi. Fatih’in üzerinde gözlerini gezdirdiği resme bakmak, belki de onun dokunduğu, “Fena olmamış” dediği madalyonlardan birini seyretmek, size o sultanın zarafet dolu ruhu, sanata, sanatçıya, ilme ve âlime verdiği değer hakkında onlarca kitabın veremeyeceği bilgiyi ve hissi sunuyor. Hem Batı’nın, yanlış tanıdığı İslam medeniyetini öğrenmesi, hem de bizim ilmi ve sanatı yeniden sahiplenmemiz açısından Fatih’in karakterinden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki... Bu eserlerin Türkiye’ye teslim edilmesi için taleplerde bulunabilir, ama Fatih’in Doğu-Batı sentezini burada bile dünyaya anlatması açısından bu objelerin önemi büyük. Belki de şöyle demeli, bırakalım da bu eserler de Batı’yı fethetmeye devam etsin. Zira, Fatih beni Amerika’da fethetmiştir.

::MORAL DNYASI::
 
Üst