Huseyni
Müdavim
SADECE ŞEHRİ DEĞİL, GÖNÜLLERİ DE FETHETTİ
FATİH’İN DOĞUMU
1432 yılı Mart ayının 30. gecesi bir pazar gününün sabahına yaklaşılırken, Sultan II. Murad’ın bir oğlu dünyaya geldi. O sırada baba, sabah namazını kılmış, seccadesinin üzerinde Kur’ân okuyordu. “Sure-i Muhammed” bitirmiş, Sure-i Feth’e başlamak üzere idi ki, bir güzel muştuyla, bir oğlunun dünyaya geldiğini söylediler. Genç padişah henüz 27 yaşında idi, gözleri sevinç yaşları ile dolarak: “Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammedî açtı” dedi. Bebeği doğuran ana ise, Kastamonu ve Sinop hükümdarı İsfendiyar beyin kızı Hatice Halime Hüma hatundu. Şehzadesini bağrına bastığı zaman henüz 15 yaşındaydı ve eşsiz bir güzelliği vardı. (Koçu, Reşat Ekrem, Osmanlı Tarihinin Güzel Kadınları).
YETİŞTİĞİ ORTAM
Bu zamana kıyasla, televizyonsuzluk nimetiyle dopdolu bir ortamda büyüyordu küçük şehzade. Suçun ve suçlunun barınamadığı bir toplum… Devrin en inançlı, en kabiliyetli âlimleriyle dolup taşan; askerlikten mantık ilmine, matematikten astronomiye, tarihten dünya siyasetine kadar çok şeyin bir arada konuşulduğu bir ortam… Hayatla, inançla, tabiatla iç içe bir çevre. Bizim için anlaması güç olsa da, bir bebeği cihangir bir padişah yapacak bir ortamdı bu. Küçük şehzadeyi saraylarda büyütmediler, ama onun aklını ve kalbini mamur ettiler. Çalışmanın, gayretin, tevekkülün, duanın, hayatın içindeki yerinin ne olduğunu gayet mükemmel öğrettiler. Bilginin başarıdaki yerini iyice bellettiler.
İşte böyle şuurlu ve dindar bir insan olarak yetiştirilen bu küçük şehzade günü gelince ihtişamla kollarını açan bir çınar olarak, kıtaları ve kültürleri kucaklayacaktı.
BÜYÜK FETHİN PLÂNLARI
Sultan II. Mehmet, kafasında hep Konstantiniye’yi fethetmek düşüncesi ile yaşıyordu. Şehrin haritasını çıkarmış, daima yanında taşıyor, her fırsatta çıkarıp üzerinde çalışıyor. Daha önce yaşanmış tecrübelerden çıkardığı dersler, yeni taktikler; plânlar, plânlar… Günler, geceler boyu üzerinde çalışarak beynine nakşettiği şehir en ince ayrıntısına kadar kafasındaydı artık. Denilebilir ki bir Bizanslıdan daha fazla bu şehri tanıyor, bir Bizanslının bile sevemeyeceği kadar seviyordu. “Konstantiniye’ye meftunuz (sevdalıyız),” diyordu. “Çünkü o bir Peygamber müjdesi, o bir Peygamber emanetidir.”
ŞÜPHE VE ÜMİT
Hadis-i Şerifi her hatırlayışta yüreğini çarptıran, göğsünü ürperten bu şehri istiyordu. Artık o bir hasretti, bir sevdaydı kalbinde. Fetih, daima kafasını kurcalıyordu. Ve inceden bir endişe, içinde zaman zaman kıpırdıyordu: “Şehri alabilecek miyim?!.” Bir gece yarısı, tereddüdünü hocasına açtı. “Tasa etme,” dedi Akşemseddin, “Konstantiniye’yi inşaallah alacaksın!”
Hocası boş konuşmazdı. Kuru teselliye bel bağlamazdı. Açık konuşur, yalın söyler, olmazı olur göstermezdi. Yüzü aydınlandı Sultan Mehmet’in.
TAVUKLARI BİLE HAPSETTİM!
İstanbul’un fethinin hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu. Sultan Mehmet, ordunun gerisini emniyete almak için, Malkaralı Paşayiğit’in torunu Gazi Turhan oğlu Ömer Beyi huzuruna çağırıp şu emri verdi: “İstanbul üzerine yürürken Mora’daki Bizans prenslerini kalelerinde bırakamayız. Teslim etmelerini emreyledik. Dinlemezler. Git Mora’ya, babanın fethettiği o yerlerde emirlerimizi dinlemeyenleri yola getir.” Gazi Ömer de, Mora’dan dönüşünde Padişahına durumu şöyle bir espriyle rapor ediyor: “Mora’da tavukları dahi hapsettim Padişahım!..”
KARADA YÜZEN GEMİLER
İstanbul’un fethinde büyük bir etkisi olan hadiselerden biri, Osmanlı donanmasının, Dolmabahçe’den yürütülüp Kasımpaşa’dan Haliç’e indirilmesidir. Bu olay, dünya savaş tarihinde bir ilk olarak yerini aldı. Fatih’i şahsen tanıyan ve ünlü bir tarihçi olan Bizans İmparatorluk Prensi Dukas, gemilerin karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi konusunda şu heyecanlı satırları yazar:
“Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Deniz üzerinde köprü inşa ederek, onun üstünden karada yürür gibi asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük padişahı olan II. Mehmet, karayı denize dönüştürdü ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Dolayısıyla bu kişi, Keyahsar’ı da geçti. Çünkü Keyahsar, Çanakkale Boğazını geçti ve Atinalılara mağlûp olarak perişan bir halde geri döndü. II. Mehmet ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizans’ı mahvederek hakiki altın gibi parıldayan İstanbul’u, yani dünyayı süsleyen şehirlerin kraliçesini fetheyledi.”
AYASOFYA’DA İLK EZAN
Fatih hâlâ Ayasofya’yı inceliyor, karmaşık duygular içinde bakınıyordu. Nihayet toparlandı. “Resim ve heykelleri örtünüz!” diye emretti. "Bugün Salı, ilk Cuma namazını burada eda etmek isteriz. O vakte kadar mabedi namaza hazırlayınız. Şimdi derhal Ezan-ı Muhammedî okunsun.”
Ve Ayasofya’nın içinde, dışında ilk defa ezan okundu:
“Allahuekber, Allahuekber…”
Fatih bir köşeye çekilip ikindi namazını kıldı.
“Bu sûretle Hıristiyanların Ayasofya kilisesinde ilk olarak Muhammed’in getirdiği dinin ibadeti yapıldı” diyen Hammer, ardından büyük bir bitmişlikle ekliyor: “Rum ve Latinler arasında süre gelen din ayrılıkları, İslâmiyet’in gelişi ile sona ermiş oldu: ‘Allah’tan başka İlâh yoktur!’”
…
Ayasofya artık bir cami idi. 481 sene cami olarak kalacaktı. Fatih Sultan Mehmet, vakfiyesinde Ayasofya’nın cami olarak kalması gerektiğini belirttikten sonra, camii başka maksatlar için kullanacaklara bedduâlar yağdıracak, “Allah’ın ve Peygamberinin lânetine” uğramalarını dileyecekti.
Yazık ki, Fatih’in aziz ve mukaddes mirası, fethin manevî sembolü Ayasofya 24 Kasım 1934’de çıkarılan bir Bakanlar Kurulu kararıyla müze yapılacak, ancak 8 Ağustos 1980 günü, büyük gayretler neticesinde, sadece Hünkâr Mahfili ibadete açılacak, ama o da 12 Eylül 1980 askerî müdahalesinin hemen akabinde tamir gerekçesiyle tekrar kapatılacaktı. Ve “tamir” nedense bir türlü bitmeyecekti…
…
Bir de, Ayasofya’yı “Bizans’ın malı” sayan ve öyle kalmasını arzulayan zihniyete Paul Wittek’in söyleyecekleri var:
“Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
HAPİSTEKİ PAPAZ
Fetihten sonra Bizans imparatorlarının sarayını gezen Fatih’in huzuruna, mahzende inlerken sesi duyulan ve küçük taş bir odada bulunan zayıf, yaşlı bir papaz getirilir. Fatih ona sorar: “Bu ne hâldir, sizi niye hapsettiler?”
Papaz cevap verir:
“Şevketli Padişah, arz edeyim: Kuşatma başlayınca İmparator Konstantin Dragazes, beni huzuruna çağırdı. Şehrin Osmanlılar tarafından alınıp alınamayacağını sordu. Şimdiye kadar okuduklarıma, öğrendiklerime dayanarak bu kuşatmanın son kuşatma olduğunu, şehrin elimizden çıkacağını ifade ettim. Çok kızdı. Beni hem dövdürdü, hem de hapsettirdi. O günden beri zindanda yaşamaktayım.”
Fatih bir an düşündükten sonra şunu sordu:
“Peki, bu İstanbul gün olur bizim de elimizden çıkar mı?”
Bunun cevabı düşündürücüdür:
“Vakta ki içinizde fesat artar, insanınız kendi menfaatine ram olur, mal ve mülkünü yabancılara satanlar çoğalır ve yabancıdan medet umanlar fazla olursa, şehir sizden dahi çıkar.”
Fatih oracıkta ellerini açar ve der:
“Yâ Râb! Dilerim ki, böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın.”
FATİH, FATİHTİR; ZALİM DEĞİLDİR
İstanbul’un yeniden imarında çalıştırılan Rum esirlere altı akçe gündelik verilmiştir. Bizans’ın yerli ahalisi din, isim, kültür değiştirmeden (arzuları dışında) günümüze kadar sapa sağlam gelmiştir. Bu vakıa, Fatih’e isnat olunan iftiralara karşı en iyi cevaptır. İstanbul’un fethedildiği tarihlerde Batı’da faaliyet gösteren Engizisyon Mahkemeleri, inançlarından, fikirlerinden dolayı insanları ateşe atarken, gırtlaklarından aşağı erimiş kurşun akıtırken, kazıklara oturturken ve bütün bu insanlık dışı işkenceler o zamanın Batı âleminde normal kabul edilirken; Fatih, fethettiği şehrin halkını istediği konularda zorlayabilir, sürgün edebilir ya da esir pazarlarında satabilirdi.
Hiçbirini yapmadı. Tam tersi, çağımızda bile “fazla” sayılabilecek haklar tanıdı. Korkulan değil, sevilen bir padişah olmak istedi. Ve bunu başardı.
Aslında Fatih’e “zalim” demek tarihe karşı en büyük iftiradır. Eğer zalim ve istilâcı olsaydı, İspanyolların Endülüs Müslümanlarına uyguladıkları asimilasyonun bir benzerini Rumlara uygular, onların Endülüs’te tek Müslüman bırakmamaları gibi, İstanbul’da tek bir Hıristiyan bırakmazdı.
Mortray şöyle der: “Dünyada Türkiye’den (Osmanlı Devleti kast ediliyor) başka hiçbir memleket yoktur ki, bütün dinlerin ahkâmı (hükümleri) orada olduğu kadar serbestçe yerine getirilebilsin. Bütün Katolik din adamları (papazlar) dinî vazifelerini yaparlar, âyinlerini kiliselerinde rahatça icra ederler ve tıpkı Roma’da olduğu gibi istedikleri kıyafetle sokağa çıkarlar.”
Evet Fatih bir cihangirdi; fakat daha önce kâmil bir insandı, Müslüman’dı ve bunun icabı olarak da fethettiği yerlerin, kalıbına kıyafetine dokunmadan, kendi isteklerince yaşamalarını sağladı.
FATİH’İ FATİH YAPAN İNCELİKLER
Ne zaman mürit, ne zaman mürşit, ne zaman derviş, ne zaman padişah olacağını çok iyi bilen bu olgun şahsiyet, Akşemseddin gibi bir insandan uzak olsaydı, acaba bu kemâle erişebilir, bu dengeyi kurabilir miydi? Sultan II. Murat gibi fedakârlık örneği bir babanın ileri görüşlü tedbirleriyle yetiştirilmesiydi, Konstantiniye’nin surlarını aşabilir miydi? Hümâ Hâtûn gibi bir annenin telkinleri, tavsiyeleri, ahlâk ve fazilet aşısı olmasaydı devrinin zirvesine çıkabilir, zirvede kalabilir miydi?Aile, eğitim ve çevre; dün nasıl “fatih” yetiştirdiyse, bu gün de gereken önem ve ilgi verilirse yine yetiştirir inşaallah. Bunların bozulduğu bir ortamda ise, sağlam şahsiyetler yetişebilir mi acaba?
İDEAL İNSANI FATİH
Fatih’in nasıl bir ideal insanı olduğunu, arzuladığı dünyayı ve o dünyada Müslüman toplumun yerini görmek için yalnız şu ifadesi yeterlidir: “Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.”
Böylesine geniş, hatta ilk bakışta muhteris bir fikir dünyasına sahip bir insan acaba nasıl birisiydi? İtalyan tarihçi Langostu, Fatih’in 26 yaş hâlini şöyle tarif ve tasvir ediyor:
“İnce yüzlü, uzunca boylu, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emin ve inatçıdır (sebat anlamında olmalı). Türkçe, Rumca ve Slavca (Bizanslı tarihçi Kritovulas’a göre Arapça, Farsça, İbranice ve Keldanice de bunlara dâhil) konuşuyordu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcıydı. Sefahati yoktu, nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa karşı dayanıklıydı.” (Paul Wittek, Feth-i Mübin, İstanbul Enstitüsü Dergisi, II. 1956)
Alman tarihçisi A.D. Mordtmann ise, Fatih hakkındaki düşüncesini şöyle ifade eder:
“Dünya tarihinde bir dönüm noktası koymuş, Doğu ile Batının kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış bir insandı.”
Şu hükmü verebiliriz ki: Fatih hem kendisini, hem de çağını aşmış insandı. Bu özelliğiyle, çalışmaları ve eserleriyle hâlâ örnek bir şahsiyet olarak yaşamaktadır. “Konstantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Ne güzel kumandandır o kumandan ve ne mutlu askerdir o askerler.”
Hadis-i Şerif, Ahmed ibni Hanbel,
Müsned, c. 4. s. 335
Müsned, c. 4. s. 335
“Deha, imkânsızda mümkünü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek, Mehmet’lerden birini Fatih
yapar.”
yapar.”
Selâhaddin Şimşek
29.05.2009
Elif-Yeniasya
29.05.2009
Elif-Yeniasya