Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi ile başlayan üç dinin müntesiplerinin barış içinde yaşaması süreci Haçlı ordularının Kudüs’te katliam yapması ile kesintiye uğramış, Selahaddin-i Eyyubi ile tekrar sağlanan barış ortamı Yavuz Sultan Selim ile devam etmiştir. 20. Yüzyıl’da Siyonist emellerin odak noktası olan Filistin günümüzde kan ve gözyaşının sürekli aktığı bir zulüm merkezi haline gelmiştir.
İsrail eski başbakanlarından Golde Meir’e atfedilen bir söz var… Savaşmaktan, kan dökmekten, çocuk öldürmekten bıktığı bir gün demiş ki: “Osmanlı’nın bir çavuş, on beş yeniçeri ile yüzyıllar boyu barış içinde yönettiği bölgeyi elli yıldır kan deryasına döndürdük. Onlarda olup da bizde olmayan nedir?”
Osmanlı’da olup da Yahudi yahut Hıristiyan işgalcilerde olmayan üç temel kavram var:
1. Adâlet: Osmanlılar hiçbir fark gözetmeden, girdikleri toprakların tüm sakinlerine adalet dağıttılar…
2. Hürmet: Hangi inançtan olursa olsun, Osmanlılar, yönettikleri tüm insanlara sadece “insan” oldukları için hürmet gösterdiler…
3. Şefkat, merhamet ve hoşgörü: Farklı inançlara ve etnik kökene mensup insanları aynı şefkatle kucakladılar, aynı hamiyet duygusuyla yardım etmeyi hem varlık sebebi saydılar, hem de devlet felsefesi yaptılar.
Osmanlı Devleti’nde her insan insanlığını inancı çerçevesinde özgürce yaşayabilir, inancının gereğini yapabilir, inancını siyasetine de, kıyafetine de yansıtabilir ve hem devletten, hem de Müslüman halktan yardım görebilirdi.
Bu yüzden Osmanlı girdiği her yerde beğenildi, tutuldu, sevildi…
Yine bu yüzden hâlâ özleniyor. Bunu kâh Golde Meir gibi bir Yahudi, kâh Velid Canbolat gibi bir Lübnanlı Dürzi lider, zaman zaman da Arap liderler çeşitli şekillerde ifade ediyorlar.
Devr-i Saadet zinciri
Bu duruşunun kaynağı ise “Devr-i Saadet zinciri”ydi.
O zincirin halkalarından Hazret-i Ömer’in meşhur komutanlarından Ebu Ubeyde bin el-Cerrah önderliğinde Kudüs’üfethettiğinde yaptığı üç işten;
Birincisi: “Ey Ilyalılar! Lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” cümlesiyle başlayan bir konuşma yaparak gönülleri kazanmak, hemen ardından da Başrahip Sophronius’un ısrarlı taleplerini kırmayarak, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yerde inşa edilen “Kıyamet Kilisesi”ni gezmek…
İkincisi: Bugün Mescid-i Aksa’nın yükseldiği “Tapınak Tepesi’ni çöplerden temizlemek…
Üçüncüsü ise “Kudüs Haçlıları”na hitaben bir “Amanname” yayınlamak olmuştur.
Hz. Ömer’den sonra, zaman zaman elden çıkan Kudüs’ü yeniden fetheden dindaşları Selahaddin Eyyûbi ile Yavuz Sultan Selim’in de aynen uyguladığı bu “Amanname”deki özgürlükler sayesinde Musevi ve Hristiyanlar dini inançlarını yaşadıkları gibi malları ve canları da korunmuştur.
Kudüs’e barış ve hoşgörü
Kısaca söylemek gerekirse, Hıristiyan, ya da Yahudi hâkimiyeti Kudüs’e kan ve gözyaşı getirirken, Müslüman fethi başta Kudüs olmak üzere tüm Filistin'e hoşgörü ve barış getirmişti.
Birbirlerinin kutsal değerlerine saygı göstermeyen, birbirlerini sırf farklı inançlara sahip oldukları için horlayan, aşağılayan, hatta katleden gruplara, İslam'ın âdil, barışçı, hoşgörülü mantığı hâkim olmuş, bu bağlamda da “kurtla kuzu” yürümüştü.
Hz. Ömer'in fethinden sonra Filistin'de Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler barış ve huzur içinde yaşadılar.
Ancak Papa 2. Urban'ın “Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak” için yaptığı çağrı ile güzel günler sona ermiş oldu.
Tüm Avrupa’dan toplanan altı yüz bin kişilik Haçlı Ordusu’nun 15 Temmuz 1099 tarihinde Kudüs’e girmesiyle birlikte barıştan ve huzurdan eser kalmadı.
Haçlılar, Kudüs’te, tarihte eşine az rastlanan bir vahşet ve dehşet tablosu sergilediler. İki gün içinde 40 bin Müslüman katlettiler. Katliamdan Museviler de nasibini aldı. (Şimdi ise Yahudiler Gazze’de Müslümanları katlediyor)
Raymund of Aguiles isimli bir Haçlı askeri şöyle övünüyor:
“Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.”
Müslümanları ve Musevileri temizledikten sonra, Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan topraklar üzerine bir Latin Krallığı kurup Kudüs’ü de başkent yaptılar.
Selâhaddin Eyyûbi
Ancak ömürleri fazla uzun olmadı. Tarih sahnesine bu kez, Mehmed Âkif’in “Şark’ın en sevgili sultanı” olarak selâmladığı Selâhaddin Eyyûbi çıktı. (M.S. 1174).
Selâhaddin bu davaya kendini adamış, Hz. Ömer’in emanetini Tapınak Şövalyeleri’nden kurtarmaya and içmişti. Ortadoğu'daki Müslüman emirlikleri bu amaç etrafında (İttihad-ı İslâm için şimdi de bir “amaç” lâzım-Y.B.) birleştiren Selahaddin Eyyûbî, 1187’deki Hıttin Savaşı’nda tüm Haçlı Ordusu’nu bozguna uğratarak Hz. Ömer’in mirasını geri aldı. Kudüs’e tekrar sükûnet ve adalet geldi…
Şehrin yeni hâkimi, Hz. Ömer’in vaktiyle yayınladığı “Amanname”yi teyit ettikten sonra, isteyenin özgürce şehri terk edebileceğini, dileyenin ise gelip yerleşebileceğini duyurdu. Bu o zamana kadar görülmemiş bir şeydi. Müslüman fatihler kendi yönetim biçimlerinin, her inançtan ve milliyetten insanların yaradılış hikmetine uygunluğuna öylesine güveniyorlardı…
Ve... Yavuz’un Gazze’si
1517-1917 arasında bölge Osmanlı yönetimine geçti. 2 Ocak 1517’de Yavuz Sultan Selim, Gazze’ye girdi. Ama bu “giriş”, her türlü gösteri ve gösterişten uzaktı. Yavuz Padişah’la yanındakiler anlamlı bir “mahcubiyet” içinde at sürüyorlardı. Her adımlarında Allah’a şükür vardı: “Biz kendi sınırlı gücümüzle ve irademizle böylesine muazzam bir fethi olduramazdık, Allah oldurdu” demek ister gibiydiler.
Osmanlı bütün büyük başarılarını bu tevazu ve teslimiyetine borçludur.
İşte bu yüzden, Yavuz’un Gazze’ye girişi, “hâkimiyet” duygusuyla kamçılanmış “gururlu bir giriş” olmamış, tam tersine bir “tevazu yürüyüşü” ve hatta “hizmetkâr girişi” şeklinde olmuştur.
Hatırlayacaksınız: Mısır fethi sırasında, İsmini hutbede “Hâkim’ül Haremeyn” şeklinde okuyan imamı “Hâdim’ül Haremeyn” diye okuması için uyaran Padişah Yavuz Sultan Selim’dir.
Yavuz’un Kudüs’e ve Gazze’ye girişi; Hz. Âlişan Efendimiz’in (selat ve selam olsun) Mekke’ye girişi gibi, Hz. Ömer’in (Allah razı olsun) ve Sultan Selâhaddin’in Kudüs’e girişi gibi, Sultan Fatih Mehmed’in İstanbul’a girişi gibi boynu bükük bir tevazu içinde olmuştur.
Bu tür fetih yürüyüşleri, Müslüman hükümdarları diğerlerinden ayıran en belirgin özelliktir. Müslüman hükümdarlar, galibiyeti ve mağlubiyeti Allah’tan bildikleri için galibiyet karşısında şımarmaz, mağlubiyet karşısında ise pes etmezlerdi. Ayrıca fethettikleri bölgenin ahalisini “Vediatullah” (Allah’ın emaneti) sayarlar ve asla zulmetmezlerdi.
Diğerleri ise her şeyi kendilerinden bildikleri için galibiyet karşısında şımarır, o şımarıklıkla “öteki”lere zulmeder, baskı yapar, mağlubiyet karşısında ise çözülür çökerlerdi.
Filistin topraklarında da bu tablo en belirgin ve çarpıcı şekilde defalarca yaşanmıştır.
Yavuz’un Kudüs’te sergilediği özgürlük tabloları, Hz. Ömer’in ve Selâhâddin Eyyûbi’ninkilerden farklı değildir. O da, tıpkı Selâhaddin gibi, “Hz. Ömer Amannamesi”ni yürürlükte bırakmış, farklı inançların aynı topraklarda özgürce ve dostça yaşayabileceğini ispat etmiştir.
Hâkim oldukları bölgeye barış, huzur ve saâdet getiren irade Müslüman hükümdarların iradesidir…
Düşününüz ki, irade sahiplerinden Hz. Ömer etnik köken olarak Arap, Selâhaddin Eyyûbi (büyük ihtimalle) Kürt, Yavuz Sultan Selim ise Türk’tür.
Ancak etnik köken farkı yönetim biçiminde bir farklılık oluşturmamış, Hz. Ömer’in yayınladığı “Amannâme” ile Hıristiyanlara ve Musevilere verilen hak ve özgürlükler hem Eyyûbiler, hem de Osmanlılar zamanında yürürlükte kalmıştır.
Çünkü dönem dönem Kudüs’e hâkim olan Müslüman hükümdarlar etnik kökenlerinden değil, imanlarından beslenmektedirler…
Bu bakımdan kaynakları aynıdır…
Bu kaynak, bir “Yürek inkılâbı” ile “Cehalet Asrı”nı “Saâdet Asrı”na çeviren Peygamber-i Âlişan’ın ilham kaynağıdır…
Başka bir deyişle, “vahiy”dir.
Sultan II. Abdülhamid’in şahane cevabı
Osmanlılar, Yahudi gözünün Filistin’de olduğunu biliyorlardı. Özellikle Sultan II. Abdülhamid, Filistin’i Yahudi yerleşimine kapatmak için tedbirler almıştı.
Mesela 1882’de Kudüs Mutasarrıfına bir ferman göndererek Rus, Romen ve Bulgar pasaportu taşıyan Yahudilerin Filistin’den toprak almalarını, hatta Kudüs’e girmelerini engellemesini istemişti.
Fakat Yahudiler çeşitli Avrupa ülkelerinin pasaportlarıyla gelmeyi sürdürdüler. Bunun üzerine Padişah, Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmalarını şart koştu.
Bu tedbirler Filistin’e Yahudi göçünü biraz frenlemiş, ancak tamamen durduramamıştı. Zaten Avrupa’nın egemen güçlerine bu kadarı bile aşırı geliyordu. Osmanlı bölgeden kovulmalı, bölgede istendiği gibi at oynatılmalıydı.
Buna rağmen Sultan II. Abdülhamid’e bir fırsat daha verdiler. Kendini Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına adayan gazeteci Theodor Herzl’i Padişah’la görüşmek üzere birkaç kez İstanbul’a gönderdiler.
Herzl, sıradan bir taşra gazetecisi değil, bir Yahudi ideologuydu. 21-31 Ağustos 1897’de Basel’de topladığı “I. Siyonist Kongresi”nde yaptığı konuşma herkesi heyecanlandırmış, keseler “Filistin’de Yahudi Devleti” özlemi çerçevesinde açılmıştı.
Bu kongrede ayrıca “Hedef ve Yöntem” de belirlenmişti.
Bundan sonra Avrupa’da örgütler kuruldu, fonlar oluşturuldu. Toplanan paralarla Filistin’de yaşayan Araplardan geniş topraklar satın alındı.
Sonradan Herzl İstanbul’a geldi ve 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan II. Abdülhamid’le ilk görüşmesini yaptı. Yaklaşık olarak dedi ki: “Yahudiler Avrupa gıda borsasını ellerinde tutuyor ve çok para kazanıyorlar. Ben onların temsilcisiyim. Eğer bize Filistin’de bir yurt parçası verirseniz tüm dış borçlarınızı ödeyebiliriz.”
Theodor Herzl’i birkaç kez oyalayan Padişah, sonunda şu şahane cevabı verdi:
“Odalar dolusu altın verseniz bile vatanımın bir karış toprağını satmam!”
Bu cevap hem Sultan II. Abdülhamid’i tahtından edecekti, hem de Osmanlı Devleti’nin parçalanması kararını pekiştirecekti.
Yeni Haçlılar
Hayat gele gele 20. yüzyıla geldi… Batının ufunetinden çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın narına biz de yandık. Bir anda kendimizi öyle bir “Nemrut Ateşi”nin içinde bulduk ki, Balkanlar, Çanakkale, Gazze ve Sina cephelerindeki şanlı direnişimiz bir işe yaramadı. Savaştan yenik çıktık.
İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Fransa temsilcisi M.F. George Picot 1916’da imzaladıkları “Sykes-Picot Antlaşması” ile bizi paramparça etmeye karar verdiler: Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti yıkılacak, tüm toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırılacaktı…
Bu yağmadan Filistin’e uluslararası bir statü düştü. Tabii bu Filistin’i Yahudi yerleşimine açmanın “ilk adımı” idi. Bir yıl sonra (1917) İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Yahudilerin lideri Edmond De Rothshild’e gönderdiği bir mektupta niyetini açıkladı: “İngiltere Hükümeti, Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini hararetle destekliyor.”
Artık “İsrail Devleti”nin yolu açılmıştı. Gerisi hızla gelecekti…
Yeniden hicran devri
1918 yılında Osmanlı askerleri Filistin’den çekilmek zorunda bırakıldı. Böylece bölge İngiliz hâkimiyetine girdi.
Bu kez Filistin’i işgal eden Yeni Haçlı Ordusu’nun kıyafetleri farklıydı gerçi, ama aynı amaca hizmet ediyorlardı. Amaç Müslümanları bölgeden atmak ve bölgedeki yeraltı kaynaklarına sahip olmaktı.
Bunun için de barış değil çatışma ortamı gerekliydi. Nitekim Araplarla Yahudilerin çatışması için fazla beklemek gerekmedi. Bölünmelerle gerginliklerin hemen arkasından çatışma geldi. Osmanlı yönetimi döneminde “dostça” yaşayan komşular İngiliz hâkimiyeti döneminde birbirlerine girdiler. Bir yandan da Yahudi göçü teşvik ediliyor, iki bin sene dünyanın muhtelif yerlerinde “vatansız” yaşayan Yahudiler akın akın Filistin’e geliyordu.
Nazilerden kaçan Alman Yahudileri de Filistin’e yerleşince bölgedeki Yahudi nüfus patlama yaptı: Toplam nüfusun dörtte birine ulaştı.
Gerisi malum: 1948’de İngiltere ile ABD’nin kayıtsız-şartsız desteğiyle Filistin’in bir bölümünde İsrail kuruldu.
Filistin için “Hicran Devri” yeniden başlamıştı. “Kemal”ine kadar sürüp “zeval” ile son bulacaktır…
Zira hep böyle olmuştur…