Nesl-i Cedid
Well-known member
Dr. M. Selim Arık
Din fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık tarihi ile başlar. Din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda dâima mevcut olmuş, milletlerin örf ve âdetlerinin oluşmasında önemli rol almıştır. Din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran İlâhî bir kanundur. (et-Ta'rifât, "din" md.) Kur'ân'da, Hz. Nuh'a emredilenlerin Hz. İbrahim'e de tavsiye edildiği (Şûrâ 42/13.) ve Hz. İbrahim'e sahifeler verildiği (A'lâ 87/19.) belirtilerek, hak dinlerdeki temel referansının peygamber kaynaklı "İlâhî vahiy" olduğu hatırlatılmaktadır. İbrahimî gelenek, Kur'ân-ı Kerîm'de örnek şahsiyet olarak takdim edilen, tek başına bir ümmet olarak nitelenen ve Hz. Peygamber'in de uyması istenen Hz. İbrahim'in temsil ettiği gelenek yani Allah inancı olan Tevhid akidesidir ki, o da İslâm'dır. Bütün İlâhî dinler Allah'ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de önceki dinlere de "İslâm" denildiği görülmektedir. (Bkz. Al-i İmran 3/19.) İslâm, bütün dinlerin ortak ismidir. Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği İslâm dininin kendine has hükümleri varsa da, önceki peygamberlere emredilen birçok husus aynen devam etmektedir. Meselâ adam öldürmek, zina etmek ve hırsızlık yapmak bütün dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin sünnet olması ise, Hz. İbrahim'den intikal eden fıtrî bir gelenektir (sünnet). (Bkz. Buhari, Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Zîrâ Hak dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini ve neslini korumayı hedeflemiştir. İslâm dini de bu "beş hususu" aynen muhafaza etmiş ve bunlara "zaruret-i hamse" demiştir.
Gelenekler (Örf – Âdet)
Türkçedeki gelenek sözcüğü, bazen "örf ve âdet", bazen de "töre" şeklinde ifade edilmektedir. Örf, "İyi olan, yadırganmayan, bilinen, peş peşe gelen" mânâsına gelmektedir.(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç günlerini hatırlatan "Bayram" kelimesinin Arapça karşılığı "Iyd" dır. Iyd de, "her yıl yeni bir sevinçle dönen gün"ü ifade eder. Böylece bayramlar her yıl tekrarlanan ve milletin örf ve âdetine uygun olan gelenekleri hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi, kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet hâline getirdiği her türlü dinî ve millî konulardaki iyilik ve güzellikleri ifade etmektedir. Abdullah b. Mesud'un (radıyallahu anh) "Müslümanların iyi gördüğü Allah katında da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah katında da kötüdür" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören güzel âdetlerin Kur'ân ve Sünnet çerçevesinde olmasına işaret eder. Çünkü Kur'ân ve Sünnet'in hoş görmediğini, Müslümanlar da tasvip etmez. Şu hâlde örf ve âdetler, toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine göre de meşrû ve makbul olan davranışlardır. Kur'ân'da geleneklerin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun bulunan örf ve âdetlerin kabul edilmesi emredilmektedir. (Bkz. Bakara 2/170.) Yine Kur'ân'da İsrailoğulları ve daha başka birçok eski kavimlerin kötülükleri âdet ve alışkanlık hâline getirilmeleri yüzünden perişan ve helâk oldukları (el-Maide 5/78-79; Ebu Davud, Melâhim, 17; İbn Mace, Fiten, 20.) belirtilmektedir.
Taassup ve Cahiliye Gelenekleri
Taassup, sözlükte "kendi soyuna yardım etmek, körü körüne bağlanmak" (İbn Manzur, Lisanü'l-Arab, "asb" md.) mânâsına gelir. Tahânevî ise "Herhangi bir tarafa bağlılıktan dolayı delili apaçık ortaya konduğunda bile gerçeği kabul etmeme" (Tahanevî, Keşşaf, 2, 941.) şeklinde tanımlamaktadır. Arapların İslâm'dan önceki inanç, tutum ve davranışları cahiliye dönemi olarak ifade edilir. İslâmiyet, Tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inancın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır. Zîrâ cehâlet, ilmin zıddı olarak "bilgisizlik" mânâsına gelmektedir. Kur'ân'da bu husus "Hani inkâr edenler kalblerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı."(el-Feth 48/26.) şeklinde belirtmektedir. Görüldüğü gibi bu âyette, cahiliye çağının taassup ve barbarlığına, kin, nefret ve şiddetine işaret edilmektedir. Bundan dolayı Arapların İslâm döneminden önceki hayatlarına "cahiliye devri" denmiştir. Bu aynı zamanda Arapların çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, puta tapmaları, kötülük yapmalarını önleyen bir din, bir peygamber ve semavî kitaba sahip olmamaları demektir. İslâmiyet ise, aydınlanma ve bilgi devridir ve bu mâ*nâda cahiliye çağının karşıtıdır. Şu hâlde cahiliye devrinde Arapların, Allah'ı hakkıyla bilmedikleri, O'na şirksiz iman etmedikleri, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil sayılanları dâima haklı kabul ettikleri ve adaletten mahrum bir hayat yaşamaları, onları cehalete sevk etmiştir.
Arap toplumunda çok tanrılı din anlayışı gelenek hâlini almıştı. Onlar "Atamız İbrahim Peygamber!." dedik*leri hâlde O'nun getirmiş olduğu "Hanif" dininin prensiplerine uymuyorlardı. Bununla birlikte Hz. İbrahim'in getir*miş olduğu dine inanan birta*kım kimselerin mevcut olduğu da bilinmektedir. Bunlar, putlara tapmıyorlar, kurban keserek veya başka bir şekilde onlara ta'zimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki kimseler zina ve fuhşa yönelmiyor, içki içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet vs. gi*bi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar ara*sında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan Kralı Necaşi'ye vardığı zaman Arapların bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır: "Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük eder, güçlü olanımız zayıfları ezerdi." (İbn Hişam, es-Sire, 1, 335.) Bu gelenekler yalnız Arabistan'da değil, her dönem ve mekânda taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade etmektedir.
Buâs savaşları olarak bilinen Medine'de Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıl devam eden düşmanlık ve kan davası "İslâm kardeşliği" ile sona ermiştir. Peygamberimiz "Şu cahiliye çığlığını bırakınız! O ne kötü şeydir!" (Buhari, Menakıb, 8.) şeklinde ikaz ederek zaman zaman uyarıda bulunmuştur. Zîrâ Arapların geleneklerinde, "Ey Filan oğulları yetişiniz!" diye bağırıldığında, bu çağrıyı işiten kabile toplanarak çağrıyı yapan kimseye, haklı veya haksız, zalim veya mazlum olsun yardım ederdi. İslâmiyet kabile taassubuna dayanan bu şekildeki yardımı ve kan davasını kaldırmış, ihtilâfları adalet ve hukuk kuralları çerçevesinde halletme yolunu tutmuş, suçun ferdîliği esasını kabul etmiştir. Bundan dolayı cahiliye davasını sürdürmeyi ve bu şekildeki davete icabet etmeyi de büyük günah saymıştır. Hz. Peygamber, bir tartışma sırasında Bilal-i Habeşi'ye "kara kadının oğlu" diyen Ebu Zer el-Gıfari'ye; "Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsunuz? Demek ki siz hâlâ cahiliye ahlâkı üzeresiniz." (Buhari, İman, 22.) diyerek, cahiliye âdetlerinin kötülüğünü hatırlatmıştır.
İslâm, cahiliye devrindeki sınırsız evliliğe de ölçü getirmiştir. Meselâ, Müslüman olduğu zaman on hanımı bulunan Gaylan b. Seleme Peygamberimizin yanına geldiğinde Peygamberimiz kendisine bu kadınlardan en fazla dördünü tercih edebileceği bildirmiştir. (Tirmizi, Nikah, 33; İbn Mace, Nikah, 39-40.) Ayrıca, İslâm aile hukukunda uygun olmayan, cahiliye dönemindeki evlât edinme, iki kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri gibi gelenekler de kaldırılmıştır. (Nisa 4/11-14.)
Önceki din ve kültürlerde farklı şekil ve maksatlarla da olsa "kurban" geleneği bulunmaktaydı.(Bkz. Maide 5/27.) Hattâ Arap toplumunda çocukların dahi putlara kurban adandığı bilinmektedir.(Bkz. Muvatta, Nuzûr, 7.) Oysa İslâm dini cahiliye Araplarının kurban âdetini Tevhid inancına aykırı öğelerden temizleyerek Hz. İbrahim'in sünnetine uygun biçimde ihya etmiştir. Ayrıca kurbanın sosyal yardımlaşmaya vesile olmasını teşvik ederek yardımlaşma kültürünü zenginleştirmiştir.
Arapların Kâbe ile münasebetleri, ibâdetleri de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zîrâ onlar, Kâbe'nin içine koydukları putlara tapıyorlardı. Arap geleneğinde de Kâbe'nin bakım ve yönetim sorumlusu (velîsi) olmak büyük bir mazhariyet ve şerefti. Müşrikler, Kâbe'de geleneklerine göre ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah'ın çevresinde dolaşıyorlar ve Kureyşîlerin imtiyaz alâmeti olarak Kâbe'yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn Kesîr, 3, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir geleneğe göre Araplar ihramlı iken veya daha başka bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki bir pencereden veya açtıkları bir delikten girerlerdi. Çünkü bunun iyi ve erdemli bir davranış olduğuna inanırlardı. Kur'ân-ı Kerîm "İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah'a saygılı olun ki kurtuluşa eresiniz."(el-Bakara 2/189.) âyeti ile bu davranışın mânâsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe de aykırıdır. Asıl iyi ve erdemli olan davranış, mânâsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini takvâya göre yapması, yani tutum ve davranışlarını Allah'a ve O'nun emirlerine saygı şuuru içinde yerine getirmesi mesajı verilmektedir.
Teşe'üm inancı da Tevhid'e aykırı kötü bir gelenekti. Zîrâ teşe'üm, hâdiseleri kötüye ve uğursuzluğa hamletme düşüncesidir. Nitekim uğursuz sayma inancında kuşların uçuşu, baykuşun, karganın ötüşü, köpeğin uluması, merkebin anırması, yolda önünden yılan, kara kedi gibi hayvanların geçmesine varıncaya kadar hâdiseleri hep kötüye yorumlama düşüncesi bulunmaktadır. Oysa hayrın ve şerrin yaratıcısı yalnız Allah'tır. Allah izin vermediği müddetçe hiçbir şey meydana gelmez. Ancak uğurlu sayma mânâsındaki "tefe'ül" inancı ise, hâdiselere müspet ve iyim*ser bakma şeklinde anlaşılması şartıyla, Sünnet tarafından kabul edilmiştir.(Bkz. Buhari, Tıb, 44.) Fakat geleceğe dair bilgi verme mânâsındaki "fal" ise kesinlikle yasaklanmıştır.
Özenti ve Taklit
İslâmî ahlâka uymayan gelenekleri şuursuz özenti içinde taklit etmek dinen hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir hadîste şöyle haber verilmektedir: "Kim bir (yabancı) millete (dînî ve ahlâkî yönden) benzemeye çalışırsa (kendi benliğini ve İslâm'ın izzetini düşünmeden, onlar gibi olmaya ve yapmaya kendisini zorlasa) artık o kişi onlardan sayılır."(Ebû Davûd, Libâs, 5) Bu hadîsteki sakındırma Müslümanların şahsiyetlerini ve ahlâklarını korumaya yöneliktir. Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını yapmama mânâsında değildir. Özenti ve taklidin kötülüğü ise hadîste şöyle anlatılmaktadır: "Muhakkak ki siz, kendinizden önce gelen (Yahudi ve Hristiyan) milletlerin karış karış, arşın arşın yoluna gideceksiniz. O kadar ki, şayet onlar kertenkele deliğine (küçüklükten kinayedir) girseler, siz de onlar gibi yapmaya çalışacaksınız." (Müslim, İlm, 6)
Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne ile yaptırdığı "döğme" âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır. (Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim Hristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme yaptırdıkları nakledilmektedir.(Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6, 381.) Oysa insanın vücudunu süs ve gösteriş olarak dağlaması haramdır. İslâm dini, fıtrata önem veren bir din olduğundan "Ahsen-i takvim" üzere yaratılan insanın fıtrat-ı asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka hadîste "Güzellik için döğme yaptıran ve Allah'ın yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah rahmetinden uzaklaştırsın."(Tirmizi, Edeb, 33.) buyrulmaktadır. Hadîste yalnız kadınların zikredilmesi ise bu kötü âdetin Arabistan'da bilhassa kadınlar arasında cereyan etmesindendir. Bu konudaki yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir. Günümüzde çeşitli ülkelerde yaygın şekilde yapılan döğmenin, özellikle gençlerimiz arasında âdet hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Peygamberimiz Medine'ye hicret ettikten sonra, buradaki Müslüman ahalinin İran'dan gelenek olarak intikal eden "nevruz" ve "mihrican" bayramlarını kutlamaya devam ettiklerini görmüştür. Bunun üzerine "Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, kurban ve ramazan bayramıyla değiştirmiştir." (Ahmed b. Hanbel, 3, 103.) buyurmuşlardır. Demek ki Peygamberimiz o dönem itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını hoş karşılamamıştır. İslâm dininde gelenek olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi ve sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet hâline dönüşmüş olmaktadır. Günümüzde özellikle Hristiyanlarca kutsal sayılan "noel" kutlamaları ve eğlenceye vesile olan "yaş günü" gelenekleri bütün dünyada rağbet görmektedir. Oysa Müslümanlar böyle zamanları yeni hayatın murakabe ve muhasebesine vesile bilip, Allah'a karşı zikrini ve şükrünü ziyadeleştirmelidir.
Batı ülkelerindeki evlerde köpek besleme âdeti bizlerde de görülmeye başlanmıştır. Hadîslerde köpek beslemenin belli kurallara uymak şartıyla (av ve bekçilik gibi) caiz olması belirtilmekle beraber, (Bkz. Müslim, Musakât, 51.) evlerde köpek beslemenin ise doğru olmayacağı bildirilmektedir. (Bkz. Müslim, Libas, 81.) Zîrâ köpek yırtıcı hayvanlar grubunda yer almakta ve etinin yenmesi haram kabul edilmektedir. Dinimiz çevreyi, tabiî güzellikleri korumayı, hayvanlar dâhil bütün canlılara merhametle davranmayı emretmektedir. Hayvanlara eziyet edilmesini, onların boş yere öldürülmesini de kesinlikle yasaklamaktadır. Kültür tarihimizde, aç kalan hayvanları doyurmaya tahsis edilmiş vakıfların kurulması hayvanlara verilen değeri göstermektedir. Ancak İslâm dini insanın sağlığına, temizliğe ve koruyucu hekimliğe de ayrı bir dikkat etmektedir. Dolayısıyla köpek, ihtiyaç hâlinde belli yerlerde beslenebilir. Fakat ev içinde süs hayvanı olarak beslenmesi fakihler tarafından hoş karşılanmamış ve tecviz edilmemiştir. (Bkz. İbn Rüşd, Bidayetü'l-müctehid, 2, 105.)
İslâm ve Gelenekler
İslâm dini, önceki milletlerin cahiliye devri geleneklerini tamamıyla reddetmemiştir. Peygamberimiz: "Ey Saib! Cahiliye çağında yaptığın faziletli şeylere İslâm devrinde de devam et. Misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşularına iyi davran." (Müsned, 3, 425.) buyurarak, cahiliye devrindeki güzel geleneklerin devamını tavsiye ettiği görülmektedir. Peygamberimiz de ilk vahiy esnasında Cebrail'i görmesi ve korkması üzerine Hz. Hatice'nin: "Sen akrabana bakarsın. İşini görmekten âciz olanlara ve fakirlere destek olursun. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda musibete uğrayanlara yardımda bulunursun." (Buhari, Bedü'l-vahyi, 3.) diyerek, cahiliye devrindeki güzel âdet ve gelenekleri saydığı görülmektedir. Hz. Peygamber cahiliye devrinin uygulaması olarak hac hizmetlerinden sikâye (hacılara su dağıtma işi) ve sidâne veya hicâbe (Kâbe'nin bakımı ve anahtarlarını muhafaza görevleri) gibi âdetlerin devamını onaylamıştır. Zîrâ Mekke fethi sırasında Peygamberimiz: "Dikkat edin! Kâbe'nin hizmeti ve hacılara su dağıtımı dışında geçmişe ait bütün gelenekleriniz, kan ve mal davalarınız ayağımın altındadır." (Ahmed b. Hanbel, 2, 36.) buyurarak, İslâmî değerlere aykırı olan kötü geleneklerin İslâm'da devam etmeyeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber'in nübüvvetten önce katıldığı bugünkü sivil toplum kuruluşları mânâsındaki "hilfü'l-fudûl" adındaki yardımlaşma derneği faaliyetleri ile ilgili olarak, "Ben (İslâm'dan önce) Abdullah b. Cüd'an'ın evinde bir antlaşmaya şahit oldum. Orada bulunmayı nice sevdiğim kırmızı develere tercih ederim. Şayet böyle bir anlaşmaya İslâmî dönemde (şu anda) çağrılsam hemen kabul ederdim."(Kurtubi, el-Cami Li ahkâmi'l-Kur'ân, 10, 169.) sözüyle, İslâm'dan önceki Arapların güzel geleneklerini onayladığını göstermektedir. Artık bunlar aynı zamanda İslâm'da yeni teşri de kabul edilmektedir.
İslâm ve Medeniyet
Şehir anlamındaki "Medine" ile uygarlık mâ*nâ*sına gelen "Medeniyet" kavramları arasında "din" ve "millet" bütünlüğünü ifade eden mânâ bulunmaktadır. Şu hâlde medenî olmanın gereği, muhatabı ilzam değil ikna etme ve hoşgörüyle karşılamadır. H. 8. yılda Mekke'nin fethi senesinde Hz. Peygamber Mekke'ye kan dökmeden girerken aralarında Kureyş'in ileri gelenleri olmak üzere herkes Peygamberimiz'in nasıl muamele edeceğini bekliyordu. Acaba onlardan şimdi hesap soracak mıydı? Çünkü şehir fethedilmiş, ahalisi ise daha önceden Kendisi'ne zulmetmiş, O'nu memleketinden çıkarmışlardı. Peygamberimiz askerî komutanlıktan öte önce bir Peygamber sıfatıyla şehre girmiş ve onların gönüllerini fethetmiştir. Zîrâ "Ebû Sufyan'ın evinde olan emindir, kendi evine giren emindir." (Ebu Davud, Harac, 25.) buyurarak İslâm dininin af ve müsamaha üzerine tesis edildiğini dost ve düşmana göstermiştir. Ardından muzaffer bir komutan olarak da "Ey Kureyş! Benden ne umarsınız?" diye sormuş. Onlar "Sen kerim ve civanmert kardeşsin, âlicenap bir kardeş oğlusun." demişlerdir. Peygamberimiz de onlara: "Ben bugün kardeşim Yusuf'un (a.s) dediği gibi derim." diyerek "Bugün size kınama yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92.) âyetini okumuştur. Ardından "Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz, gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuşlardır. Böylece Peygamberimiz cahiliye dönemi âdetlerini ortadan kaldırarak af ve sulhun öncülüğünü yapmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de suçlara verilecek karşılık/ceza anlatılırken af, bağışlama ve düzeltme (sulh) yolu (Bkz. Şûrâ 42/40.) teşvik edilmektedir. Zîrâ Peygamberimiz: "Kim kan davasını affederse (katilin cezalandırılmasını istemezse), o kişinin sevabı ancak Cennet'tir." (Suyuti, el-Fethu'l-Kebir, 3, 212.) buyurarak, özellikle töre uygulaması olarak devam eden kan davalarının bitmesine teşvikte bulunmaktadır. Yine Peygamberimiz'in veda hutbesinde cahiliye âdeti olan kan davalarının kaldırıldığını bildirmesi ve bunu kendi akrabalarından başlatması, (İbn Mace, Menasik, 76.) içtimaî barış ve huzurun en önemli temellerinden birinin sulh olduğunu göstermiştir. Günümüzde görülen bazı bölgelerdeki "töre cinayetleri" ise hiçbir şekilde tasvip edilmeyen kötü bir âdet ve gelenektir. Kur'ân'da Cenâb-ı Hak "Kolaylığı seç, iyi olanı (ma'rufu) emret, cahillere aldırma." (A'raf 7/199.) buyurmaktadır. Buradaki cahillere aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını göstermemek, bozuk inançlarını düzeltmemek mânâsına gelmez. Çünkü bu, İslâm'ın emri bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker prensibine aykırıdır. Şu hâlde cahillere aldırmama; insanları iyilik ve doğruluk yoluna çağırırken kendini bilmezlerin edep ve ahlâkla bağdaşmayan kötü ve çirkin davranışlarına, küstahça hareketlerine, haksızlıklarına aynıyla karşılık vermemek demektir. Müslümanlar bu tür olumsuz hareketler karşısında öfkeye kapılmadan, sabırlı, hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmelidir. Zîrâ takvâ erdemine sahip olmanın şartlarından biri de kötülüğe kötülükle cevap vermemek, cahillerin seviyesine düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık, özveri, barış ve uzlaşmadan yana olmaktır.
Netice
İslâm dininin son elçisi Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvveti Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu dönemlerin İslâm kültür ve geleneği açısından önemli bir yeri vardır. Mekke dönemi; akidesiyle, inancıyla, ahlâkıyla, sosyal ve kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların insanı olan Cahiliye Araplarının, inanç ve değerler yönünden yeniden ele alınmasıyla geçmiştir. Medine dönemi ise, Mekke döneminde yetişen yeni insan tipinin inanç ve düşünce sistemini pratik hayata geçirdiği dönemdir. Bunların muhtevasını ise, daha çok muamelât olarak bilinen, hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz, oruç, zekât gibi ibadetle alâkalı mevzular teşkil ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s) ile başlayan ve zaman zaman fetret dönemleri geçiren Tevhid inancı, en son ve kâmil haliyle yeniden tesis edilmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü yanlış ve bâtıl düşünceleri geride bırakarak kendi kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak noktasını hiç şüphesiz "Tevhid" düşünce*si teşkil etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Tevhid inancı ve İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına ve Tevhid'e ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya yönelik gayret içinde olmuştur. Bu düşünceler çerçevesinde İslâm kültür ve geleneğinin temelini teşkil eden İslâmî ilimler, birer disiplin hâline gelmiş, özellikle "hadîs, fıkıh ve kelâm ilmi" Müslümanlara bu konuda en temel referans olmuştur.
Toplumun yazılı ve uygulamalı kültüründe var olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık, insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu ve fuhuştan uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Bilakis âdetlerimizi ibadet sevabı kazandıran davranışlar hâline getirmek için sünnet-i seniyyeyi yaşamaya çalışmalıyız.
*Bursa Merkez Vaizi
msarik@yeniumit.com.tr
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/gelenekler-orf-adet-ve-insan-nisan-2012
Din fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık tarihi ile başlar. Din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda dâima mevcut olmuş, milletlerin örf ve âdetlerinin oluşmasında önemli rol almıştır. Din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran İlâhî bir kanundur. (et-Ta'rifât, "din" md.) Kur'ân'da, Hz. Nuh'a emredilenlerin Hz. İbrahim'e de tavsiye edildiği (Şûrâ 42/13.) ve Hz. İbrahim'e sahifeler verildiği (A'lâ 87/19.) belirtilerek, hak dinlerdeki temel referansının peygamber kaynaklı "İlâhî vahiy" olduğu hatırlatılmaktadır. İbrahimî gelenek, Kur'ân-ı Kerîm'de örnek şahsiyet olarak takdim edilen, tek başına bir ümmet olarak nitelenen ve Hz. Peygamber'in de uyması istenen Hz. İbrahim'in temsil ettiği gelenek yani Allah inancı olan Tevhid akidesidir ki, o da İslâm'dır. Bütün İlâhî dinler Allah'ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de önceki dinlere de "İslâm" denildiği görülmektedir. (Bkz. Al-i İmran 3/19.) İslâm, bütün dinlerin ortak ismidir. Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği İslâm dininin kendine has hükümleri varsa da, önceki peygamberlere emredilen birçok husus aynen devam etmektedir. Meselâ adam öldürmek, zina etmek ve hırsızlık yapmak bütün dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin sünnet olması ise, Hz. İbrahim'den intikal eden fıtrî bir gelenektir (sünnet). (Bkz. Buhari, Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Zîrâ Hak dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini ve neslini korumayı hedeflemiştir. İslâm dini de bu "beş hususu" aynen muhafaza etmiş ve bunlara "zaruret-i hamse" demiştir.
Gelenekler (Örf – Âdet)
Türkçedeki gelenek sözcüğü, bazen "örf ve âdet", bazen de "töre" şeklinde ifade edilmektedir. Örf, "İyi olan, yadırganmayan, bilinen, peş peşe gelen" mânâsına gelmektedir.(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç günlerini hatırlatan "Bayram" kelimesinin Arapça karşılığı "Iyd" dır. Iyd de, "her yıl yeni bir sevinçle dönen gün"ü ifade eder. Böylece bayramlar her yıl tekrarlanan ve milletin örf ve âdetine uygun olan gelenekleri hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi, kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet hâline getirdiği her türlü dinî ve millî konulardaki iyilik ve güzellikleri ifade etmektedir. Abdullah b. Mesud'un (radıyallahu anh) "Müslümanların iyi gördüğü Allah katında da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah katında da kötüdür" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören güzel âdetlerin Kur'ân ve Sünnet çerçevesinde olmasına işaret eder. Çünkü Kur'ân ve Sünnet'in hoş görmediğini, Müslümanlar da tasvip etmez. Şu hâlde örf ve âdetler, toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine göre de meşrû ve makbul olan davranışlardır. Kur'ân'da geleneklerin akıl ve vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye aykırı olmayan, akla ve insan yaratılışına uygun bulunan örf ve âdetlerin kabul edilmesi emredilmektedir. (Bkz. Bakara 2/170.) Yine Kur'ân'da İsrailoğulları ve daha başka birçok eski kavimlerin kötülükleri âdet ve alışkanlık hâline getirilmeleri yüzünden perişan ve helâk oldukları (el-Maide 5/78-79; Ebu Davud, Melâhim, 17; İbn Mace, Fiten, 20.) belirtilmektedir.
Taassup ve Cahiliye Gelenekleri
Taassup, sözlükte "kendi soyuna yardım etmek, körü körüne bağlanmak" (İbn Manzur, Lisanü'l-Arab, "asb" md.) mânâsına gelir. Tahânevî ise "Herhangi bir tarafa bağlılıktan dolayı delili apaçık ortaya konduğunda bile gerçeği kabul etmeme" (Tahanevî, Keşşaf, 2, 941.) şeklinde tanımlamaktadır. Arapların İslâm'dan önceki inanç, tutum ve davranışları cahiliye dönemi olarak ifade edilir. İslâmiyet, Tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inancın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır. Zîrâ cehâlet, ilmin zıddı olarak "bilgisizlik" mânâsına gelmektedir. Kur'ân'da bu husus "Hani inkâr edenler kalblerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı."(el-Feth 48/26.) şeklinde belirtmektedir. Görüldüğü gibi bu âyette, cahiliye çağının taassup ve barbarlığına, kin, nefret ve şiddetine işaret edilmektedir. Bundan dolayı Arapların İslâm döneminden önceki hayatlarına "cahiliye devri" denmiştir. Bu aynı zamanda Arapların çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, puta tapmaları, kötülük yapmalarını önleyen bir din, bir peygamber ve semavî kitaba sahip olmamaları demektir. İslâmiyet ise, aydınlanma ve bilgi devridir ve bu mâ*nâda cahiliye çağının karşıtıdır. Şu hâlde cahiliye devrinde Arapların, Allah'ı hakkıyla bilmedikleri, O'na şirksiz iman etmedikleri, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil sayılanları dâima haklı kabul ettikleri ve adaletten mahrum bir hayat yaşamaları, onları cehalete sevk etmiştir.
Arap toplumunda çok tanrılı din anlayışı gelenek hâlini almıştı. Onlar "Atamız İbrahim Peygamber!." dedik*leri hâlde O'nun getirmiş olduğu "Hanif" dininin prensiplerine uymuyorlardı. Bununla birlikte Hz. İbrahim'in getir*miş olduğu dine inanan birta*kım kimselerin mevcut olduğu da bilinmektedir. Bunlar, putlara tapmıyorlar, kurban keserek veya başka bir şekilde onlara ta'zimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki kimseler zina ve fuhşa yönelmiyor, içki içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet vs. gi*bi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar ara*sında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan Kralı Necaşi'ye vardığı zaman Arapların bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır: "Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük eder, güçlü olanımız zayıfları ezerdi." (İbn Hişam, es-Sire, 1, 335.) Bu gelenekler yalnız Arabistan'da değil, her dönem ve mekânda taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade etmektedir.
Buâs savaşları olarak bilinen Medine'de Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıl devam eden düşmanlık ve kan davası "İslâm kardeşliği" ile sona ermiştir. Peygamberimiz "Şu cahiliye çığlığını bırakınız! O ne kötü şeydir!" (Buhari, Menakıb, 8.) şeklinde ikaz ederek zaman zaman uyarıda bulunmuştur. Zîrâ Arapların geleneklerinde, "Ey Filan oğulları yetişiniz!" diye bağırıldığında, bu çağrıyı işiten kabile toplanarak çağrıyı yapan kimseye, haklı veya haksız, zalim veya mazlum olsun yardım ederdi. İslâmiyet kabile taassubuna dayanan bu şekildeki yardımı ve kan davasını kaldırmış, ihtilâfları adalet ve hukuk kuralları çerçevesinde halletme yolunu tutmuş, suçun ferdîliği esasını kabul etmiştir. Bundan dolayı cahiliye davasını sürdürmeyi ve bu şekildeki davete icabet etmeyi de büyük günah saymıştır. Hz. Peygamber, bir tartışma sırasında Bilal-i Habeşi'ye "kara kadının oğlu" diyen Ebu Zer el-Gıfari'ye; "Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsunuz? Demek ki siz hâlâ cahiliye ahlâkı üzeresiniz." (Buhari, İman, 22.) diyerek, cahiliye âdetlerinin kötülüğünü hatırlatmıştır.
İslâm, cahiliye devrindeki sınırsız evliliğe de ölçü getirmiştir. Meselâ, Müslüman olduğu zaman on hanımı bulunan Gaylan b. Seleme Peygamberimizin yanına geldiğinde Peygamberimiz kendisine bu kadınlardan en fazla dördünü tercih edebileceği bildirmiştir. (Tirmizi, Nikah, 33; İbn Mace, Nikah, 39-40.) Ayrıca, İslâm aile hukukunda uygun olmayan, cahiliye dönemindeki evlât edinme, iki kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri gibi gelenekler de kaldırılmıştır. (Nisa 4/11-14.)
Önceki din ve kültürlerde farklı şekil ve maksatlarla da olsa "kurban" geleneği bulunmaktaydı.(Bkz. Maide 5/27.) Hattâ Arap toplumunda çocukların dahi putlara kurban adandığı bilinmektedir.(Bkz. Muvatta, Nuzûr, 7.) Oysa İslâm dini cahiliye Araplarının kurban âdetini Tevhid inancına aykırı öğelerden temizleyerek Hz. İbrahim'in sünnetine uygun biçimde ihya etmiştir. Ayrıca kurbanın sosyal yardımlaşmaya vesile olmasını teşvik ederek yardımlaşma kültürünü zenginleştirmiştir.
Arapların Kâbe ile münasebetleri, ibâdetleri de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zîrâ onlar, Kâbe'nin içine koydukları putlara tapıyorlardı. Arap geleneğinde de Kâbe'nin bakım ve yönetim sorumlusu (velîsi) olmak büyük bir mazhariyet ve şerefti. Müşrikler, Kâbe'de geleneklerine göre ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah'ın çevresinde dolaşıyorlar ve Kureyşîlerin imtiyaz alâmeti olarak Kâbe'yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn Kesîr, 3, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir geleneğe göre Araplar ihramlı iken veya daha başka bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki bir pencereden veya açtıkları bir delikten girerlerdi. Çünkü bunun iyi ve erdemli bir davranış olduğuna inanırlardı. Kur'ân-ı Kerîm "İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah'a saygılı olun ki kurtuluşa eresiniz."(el-Bakara 2/189.) âyeti ile bu davranışın mânâsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe de aykırıdır. Asıl iyi ve erdemli olan davranış, mânâsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini takvâya göre yapması, yani tutum ve davranışlarını Allah'a ve O'nun emirlerine saygı şuuru içinde yerine getirmesi mesajı verilmektedir.
Teşe'üm inancı da Tevhid'e aykırı kötü bir gelenekti. Zîrâ teşe'üm, hâdiseleri kötüye ve uğursuzluğa hamletme düşüncesidir. Nitekim uğursuz sayma inancında kuşların uçuşu, baykuşun, karganın ötüşü, köpeğin uluması, merkebin anırması, yolda önünden yılan, kara kedi gibi hayvanların geçmesine varıncaya kadar hâdiseleri hep kötüye yorumlama düşüncesi bulunmaktadır. Oysa hayrın ve şerrin yaratıcısı yalnız Allah'tır. Allah izin vermediği müddetçe hiçbir şey meydana gelmez. Ancak uğurlu sayma mânâsındaki "tefe'ül" inancı ise, hâdiselere müspet ve iyim*ser bakma şeklinde anlaşılması şartıyla, Sünnet tarafından kabul edilmiştir.(Bkz. Buhari, Tıb, 44.) Fakat geleceğe dair bilgi verme mânâsındaki "fal" ise kesinlikle yasaklanmıştır.
Özenti ve Taklit
İslâmî ahlâka uymayan gelenekleri şuursuz özenti içinde taklit etmek dinen hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir hadîste şöyle haber verilmektedir: "Kim bir (yabancı) millete (dînî ve ahlâkî yönden) benzemeye çalışırsa (kendi benliğini ve İslâm'ın izzetini düşünmeden, onlar gibi olmaya ve yapmaya kendisini zorlasa) artık o kişi onlardan sayılır."(Ebû Davûd, Libâs, 5) Bu hadîsteki sakındırma Müslümanların şahsiyetlerini ve ahlâklarını korumaya yöneliktir. Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını yapmama mânâsında değildir. Özenti ve taklidin kötülüğü ise hadîste şöyle anlatılmaktadır: "Muhakkak ki siz, kendinizden önce gelen (Yahudi ve Hristiyan) milletlerin karış karış, arşın arşın yoluna gideceksiniz. O kadar ki, şayet onlar kertenkele deliğine (küçüklükten kinayedir) girseler, siz de onlar gibi yapmaya çalışacaksınız." (Müslim, İlm, 6)
Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne ile yaptırdığı "döğme" âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır. (Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim Hristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme yaptırdıkları nakledilmektedir.(Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6, 381.) Oysa insanın vücudunu süs ve gösteriş olarak dağlaması haramdır. İslâm dini, fıtrata önem veren bir din olduğundan "Ahsen-i takvim" üzere yaratılan insanın fıtrat-ı asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka hadîste "Güzellik için döğme yaptıran ve Allah'ın yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah rahmetinden uzaklaştırsın."(Tirmizi, Edeb, 33.) buyrulmaktadır. Hadîste yalnız kadınların zikredilmesi ise bu kötü âdetin Arabistan'da bilhassa kadınlar arasında cereyan etmesindendir. Bu konudaki yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir. Günümüzde çeşitli ülkelerde yaygın şekilde yapılan döğmenin, özellikle gençlerimiz arasında âdet hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
Peygamberimiz Medine'ye hicret ettikten sonra, buradaki Müslüman ahalinin İran'dan gelenek olarak intikal eden "nevruz" ve "mihrican" bayramlarını kutlamaya devam ettiklerini görmüştür. Bunun üzerine "Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, kurban ve ramazan bayramıyla değiştirmiştir." (Ahmed b. Hanbel, 3, 103.) buyurmuşlardır. Demek ki Peygamberimiz o dönem itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını hoş karşılamamıştır. İslâm dininde gelenek olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi ve sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet hâline dönüşmüş olmaktadır. Günümüzde özellikle Hristiyanlarca kutsal sayılan "noel" kutlamaları ve eğlenceye vesile olan "yaş günü" gelenekleri bütün dünyada rağbet görmektedir. Oysa Müslümanlar böyle zamanları yeni hayatın murakabe ve muhasebesine vesile bilip, Allah'a karşı zikrini ve şükrünü ziyadeleştirmelidir.
Batı ülkelerindeki evlerde köpek besleme âdeti bizlerde de görülmeye başlanmıştır. Hadîslerde köpek beslemenin belli kurallara uymak şartıyla (av ve bekçilik gibi) caiz olması belirtilmekle beraber, (Bkz. Müslim, Musakât, 51.) evlerde köpek beslemenin ise doğru olmayacağı bildirilmektedir. (Bkz. Müslim, Libas, 81.) Zîrâ köpek yırtıcı hayvanlar grubunda yer almakta ve etinin yenmesi haram kabul edilmektedir. Dinimiz çevreyi, tabiî güzellikleri korumayı, hayvanlar dâhil bütün canlılara merhametle davranmayı emretmektedir. Hayvanlara eziyet edilmesini, onların boş yere öldürülmesini de kesinlikle yasaklamaktadır. Kültür tarihimizde, aç kalan hayvanları doyurmaya tahsis edilmiş vakıfların kurulması hayvanlara verilen değeri göstermektedir. Ancak İslâm dini insanın sağlığına, temizliğe ve koruyucu hekimliğe de ayrı bir dikkat etmektedir. Dolayısıyla köpek, ihtiyaç hâlinde belli yerlerde beslenebilir. Fakat ev içinde süs hayvanı olarak beslenmesi fakihler tarafından hoş karşılanmamış ve tecviz edilmemiştir. (Bkz. İbn Rüşd, Bidayetü'l-müctehid, 2, 105.)
İslâm ve Gelenekler
İslâm dini, önceki milletlerin cahiliye devri geleneklerini tamamıyla reddetmemiştir. Peygamberimiz: "Ey Saib! Cahiliye çağında yaptığın faziletli şeylere İslâm devrinde de devam et. Misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşularına iyi davran." (Müsned, 3, 425.) buyurarak, cahiliye devrindeki güzel geleneklerin devamını tavsiye ettiği görülmektedir. Peygamberimiz de ilk vahiy esnasında Cebrail'i görmesi ve korkması üzerine Hz. Hatice'nin: "Sen akrabana bakarsın. İşini görmekten âciz olanlara ve fakirlere destek olursun. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda musibete uğrayanlara yardımda bulunursun." (Buhari, Bedü'l-vahyi, 3.) diyerek, cahiliye devrindeki güzel âdet ve gelenekleri saydığı görülmektedir. Hz. Peygamber cahiliye devrinin uygulaması olarak hac hizmetlerinden sikâye (hacılara su dağıtma işi) ve sidâne veya hicâbe (Kâbe'nin bakımı ve anahtarlarını muhafaza görevleri) gibi âdetlerin devamını onaylamıştır. Zîrâ Mekke fethi sırasında Peygamberimiz: "Dikkat edin! Kâbe'nin hizmeti ve hacılara su dağıtımı dışında geçmişe ait bütün gelenekleriniz, kan ve mal davalarınız ayağımın altındadır." (Ahmed b. Hanbel, 2, 36.) buyurarak, İslâmî değerlere aykırı olan kötü geleneklerin İslâm'da devam etmeyeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber'in nübüvvetten önce katıldığı bugünkü sivil toplum kuruluşları mânâsındaki "hilfü'l-fudûl" adındaki yardımlaşma derneği faaliyetleri ile ilgili olarak, "Ben (İslâm'dan önce) Abdullah b. Cüd'an'ın evinde bir antlaşmaya şahit oldum. Orada bulunmayı nice sevdiğim kırmızı develere tercih ederim. Şayet böyle bir anlaşmaya İslâmî dönemde (şu anda) çağrılsam hemen kabul ederdim."(Kurtubi, el-Cami Li ahkâmi'l-Kur'ân, 10, 169.) sözüyle, İslâm'dan önceki Arapların güzel geleneklerini onayladığını göstermektedir. Artık bunlar aynı zamanda İslâm'da yeni teşri de kabul edilmektedir.
İslâm ve Medeniyet
Şehir anlamındaki "Medine" ile uygarlık mâ*nâ*sına gelen "Medeniyet" kavramları arasında "din" ve "millet" bütünlüğünü ifade eden mânâ bulunmaktadır. Şu hâlde medenî olmanın gereği, muhatabı ilzam değil ikna etme ve hoşgörüyle karşılamadır. H. 8. yılda Mekke'nin fethi senesinde Hz. Peygamber Mekke'ye kan dökmeden girerken aralarında Kureyş'in ileri gelenleri olmak üzere herkes Peygamberimiz'in nasıl muamele edeceğini bekliyordu. Acaba onlardan şimdi hesap soracak mıydı? Çünkü şehir fethedilmiş, ahalisi ise daha önceden Kendisi'ne zulmetmiş, O'nu memleketinden çıkarmışlardı. Peygamberimiz askerî komutanlıktan öte önce bir Peygamber sıfatıyla şehre girmiş ve onların gönüllerini fethetmiştir. Zîrâ "Ebû Sufyan'ın evinde olan emindir, kendi evine giren emindir." (Ebu Davud, Harac, 25.) buyurarak İslâm dininin af ve müsamaha üzerine tesis edildiğini dost ve düşmana göstermiştir. Ardından muzaffer bir komutan olarak da "Ey Kureyş! Benden ne umarsınız?" diye sormuş. Onlar "Sen kerim ve civanmert kardeşsin, âlicenap bir kardeş oğlusun." demişlerdir. Peygamberimiz de onlara: "Ben bugün kardeşim Yusuf'un (a.s) dediği gibi derim." diyerek "Bugün size kınama yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92.) âyetini okumuştur. Ardından "Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz, gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuşlardır. Böylece Peygamberimiz cahiliye dönemi âdetlerini ortadan kaldırarak af ve sulhun öncülüğünü yapmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de suçlara verilecek karşılık/ceza anlatılırken af, bağışlama ve düzeltme (sulh) yolu (Bkz. Şûrâ 42/40.) teşvik edilmektedir. Zîrâ Peygamberimiz: "Kim kan davasını affederse (katilin cezalandırılmasını istemezse), o kişinin sevabı ancak Cennet'tir." (Suyuti, el-Fethu'l-Kebir, 3, 212.) buyurarak, özellikle töre uygulaması olarak devam eden kan davalarının bitmesine teşvikte bulunmaktadır. Yine Peygamberimiz'in veda hutbesinde cahiliye âdeti olan kan davalarının kaldırıldığını bildirmesi ve bunu kendi akrabalarından başlatması, (İbn Mace, Menasik, 76.) içtimaî barış ve huzurun en önemli temellerinden birinin sulh olduğunu göstermiştir. Günümüzde görülen bazı bölgelerdeki "töre cinayetleri" ise hiçbir şekilde tasvip edilmeyen kötü bir âdet ve gelenektir. Kur'ân'da Cenâb-ı Hak "Kolaylığı seç, iyi olanı (ma'rufu) emret, cahillere aldırma." (A'raf 7/199.) buyurmaktadır. Buradaki cahillere aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını göstermemek, bozuk inançlarını düzeltmemek mânâsına gelmez. Çünkü bu, İslâm'ın emri bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker prensibine aykırıdır. Şu hâlde cahillere aldırmama; insanları iyilik ve doğruluk yoluna çağırırken kendini bilmezlerin edep ve ahlâkla bağdaşmayan kötü ve çirkin davranışlarına, küstahça hareketlerine, haksızlıklarına aynıyla karşılık vermemek demektir. Müslümanlar bu tür olumsuz hareketler karşısında öfkeye kapılmadan, sabırlı, hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmelidir. Zîrâ takvâ erdemine sahip olmanın şartlarından biri de kötülüğe kötülükle cevap vermemek, cahillerin seviyesine düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık, özveri, barış ve uzlaşmadan yana olmaktır.
Netice
İslâm dininin son elçisi Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvveti Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu dönemlerin İslâm kültür ve geleneği açısından önemli bir yeri vardır. Mekke dönemi; akidesiyle, inancıyla, ahlâkıyla, sosyal ve kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların insanı olan Cahiliye Araplarının, inanç ve değerler yönünden yeniden ele alınmasıyla geçmiştir. Medine dönemi ise, Mekke döneminde yetişen yeni insan tipinin inanç ve düşünce sistemini pratik hayata geçirdiği dönemdir. Bunların muhtevasını ise, daha çok muamelât olarak bilinen, hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz, oruç, zekât gibi ibadetle alâkalı mevzular teşkil ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s) ile başlayan ve zaman zaman fetret dönemleri geçiren Tevhid inancı, en son ve kâmil haliyle yeniden tesis edilmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü yanlış ve bâtıl düşünceleri geride bırakarak kendi kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak noktasını hiç şüphesiz "Tevhid" düşünce*si teşkil etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Tevhid inancı ve İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına ve Tevhid'e ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya yönelik gayret içinde olmuştur. Bu düşünceler çerçevesinde İslâm kültür ve geleneğinin temelini teşkil eden İslâmî ilimler, birer disiplin hâline gelmiş, özellikle "hadîs, fıkıh ve kelâm ilmi" Müslümanlara bu konuda en temel referans olmuştur.
Toplumun yazılı ve uygulamalı kültüründe var olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık, insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu ve fuhuştan uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Bilakis âdetlerimizi ibadet sevabı kazandıran davranışlar hâline getirmek için sünnet-i seniyyeyi yaşamaya çalışmalıyız.
*Bursa Merkez Vaizi
msarik@yeniumit.com.tr
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/gelenekler-orf-adet-ve-insan-nisan-2012