Göz Nuru ve Gönül Meyvesi Çocuklarımız

Nûrolog

Well-known member
İslâm’da çocuklar, ana-babaların semeratü’l-kulûbu (gönüllerin meyvesi) ve kurratü’l-a’yünüdür (gözlerin aydınlığıdır) ve öyle olmalıdırlar; yoksa, semeratü’l-ezvâk (zevklerin meyvesi) ve zulmetü’l-a’yün (yüz karaları) değildirler ve öyle olmamalıdırlar. Bu ise meşru dairede ve isteyerek çocuğa talip olmak ve onu şer’î ölçülerle güzelce yetiştirebilmekle mümkün olabilir. O sebeple çocuğun “gönüllerin meyvesi” oluşu layıkıyla anlaşılmalıdır ki “gözlerin aydınlığı” olmasına yol vurulabilsin, ilk merhale şuurluca aşılabilsin. Bu iki ifade, olması gereken ideal başlangıcı ve ideal neticeyi anlatıyor.

Çocuğun kurratü’l-ayn olabilmesi için önce anne-babasının semeretü’l-kulûbü olması gerektiğini bildiriyor. Dolayısıyla ilk defa sevgilerin sevinç yaşları hâlinde kaynaşıp aşı tuttuğu yerden “gönüllerin meyvesi” olarak dünyaya gelen çocuklar, ancak yine o kalblerin sahibi ebeveynin alınteriyle “gözlerin aydınlığı” hâline gelebilirler. Önce içten dışa doğru bir açılış var, sonra tekrar dıştan içe göz menfezlerinden bir yansıyış, bir yayılış söz konusu burada. İki terkipte özetlenmiş bütün mânâ: semeratü’l-kulûb ve kurratü’l-a’yün. Birisi romantik başlangıç, diğeri reel süreç ve ideal sonuç!
Çocuklar, gönüllerdeki sevgi çekirdeğinin açmış çiçekleridirler, meyvesidirler. Önce gönüller meyve verir, sonra o meyve ile gözler aydınlanır. Gönüllerdeki sevgilerin buluştuğu nesil ağacının aşı yerinden terütaze filizler çıkar, filizlerde çiçekler açar ve çiçekler dal dal meyveye durur. “Semere-i kulûb çocuk” diye böyle birbirini seven gönüllerin sevimli meyvelerine derler. Evlilik, soy ağacındaki dallardan birinin aşılanması hâdisesidir. Ve çocuk o ağacın en özel çiçeğidir, meyvesidir. Ham meyve mesabesindeki çocuk, talim ve terbiyeyle olgunlaşıp da şöyle gözlere zevk ü neş’e, gönüllere hazz ü inşirah hâline gelince de, artık anne-babası için kurratü’l-ayn olur, göz aydınlığı, yüz akı ve iftihar vesilesi olur.

İmanî terbiye ve ıslahla anne-babasının gönül çiçeği, kalb meyvesi, yürek sevinci, gözbebeği, göz aydınlığı ve yüz akı olan çocukların gönüllerinde iman cevheri, irfan çekirdeği, aşk ocağı, gözlerinde ihlâs aydınlığı, hayır beyazlığı ve ihsan sevinci.. ve bedenlerinde ise ibadet meyveleri tebellür eder. Etsin diye de anne-baba vardır. Bu işin yolu ise terbiye ve ta’limdir, eğitim-öğretimdir. Zîrâ “bir ağaç, çiçek açarken korunursa (işte ancak o zaman), güzel ve tatlı meyveler verir.” (Bekir Sami Özbalcı)

Çocuğun mayasında sevgi vardır, evet. Nasıl ki bir kazan süte çalınan bir bardak maya ile o süt gölü yoğurda dönüşür, yahut bir tekne una çalınan bir kaşık maya ile ancak kıvamında ekmek hamuru elde edilir. Öyle de çocuğu çocuk yapan, ruhuna çalınan iman özlü sevgi mayasıdır. Çocuğun bütününe çalınan bu maya ile o, gerçek çocukluk incisine sahip olur ve sevilesi, okşanası, öpüp koklanası, tadından yenilemeyip de “ne harika şeysin sen böyle” denilesi bir sevgili, hattâ bazıları için bir nevi fettân, göz alıcı, gönül çelici, baştan çıkarıcı bir varlık hâline gelir. İşbu noktada Kur’ân, çocukların, tapma sınırını zorlayan ifrat derecede sevilmesi olayına “fitne” demiştir (Teğâbün, 64/15). Fitne, yani kalbi idlâl ve ifsât edebilecek derecede ifrat sevgi, aşırı sevgi belâsı!

Çocuğa kendi fizikî mayası ile biyolojik hammaddesini veren anne-baba, gönlündeki sevgisi ile de mânevî hammaddesini ona maya olarak çalar. “Hanımlarınız sizin nesil yetiştiren tarlanızdır.” (Bakara, 2/223) fehvâsınca bir rivayette tohum sahibi babalara nispetle “çocuk, babasının sırrıdır.”1 denilmiştir. O bakımdan çocuk, anne-babasının genetik şifrelerinin bir karışımı, bedenî bir uzantısı olduğu kadar, aynı zamanda kalbî-ruhî birer ışığıdırlar ve insan, çocuğunu kendisinin maddî-mânevî meyvesi olarak algılar ve âdeta çocukta kendini sever, çocuğu kendisi için sever.

Üstad Bedüzzaman’ın ifadesiyle, “Enesini sevenler (ise) başkalarını sevmezler.”2 Sevseler de ene’lerine (ben’liklerine) hizmet ettikleri sürece ve edebildikleri miktarda severler, bilhassa şu modern enaniyet asrında. İmam Münâvî de: “Kim çocuğu kendi hevâsı için istiyorsa, Mevlâ’sına isyan ediyor demektir ve 'Muhakkak sizin eşleriniz ve evlâtlarınız içinden düşmanlarınız vardır.' (Tegâbun, 64/14) âyeti içerisine dâhil olur. Kâmil bir kişi, çocuğa ancak Allah için tâlip olur ve bunun gereği olarak da, onu Allah’a tâat üzere terbiye eder ve terbiye işinde de Rabbinin emrine imtisal eder.”3 der.

Doğrusu, çocuğu da Allah’tan ötürü ve Allah için sevebilmektir. İşte çocukta kendini seven, kendine hayranlığı artan, egosuna âşık insanoğlu, bu hâliyle kendisinin de çocuğun da var oluş sırrının tersine bir yola sapmış olmaktadır. Hâlbuki insan, kendisinde de neslinde de hep Allah’ı sevmeliydi, O’na sevdalanmalıydı, O’na hayran kalmalıydı. Netice? Çocuklar dünyada gönül meyveleri, ukbâda da birer yüz akları olabileceklerken, olamamış olurlar, böylece de “Ve İnsan Aldandı” romanı, bir kere daha fiilen yazılmış olur.

Semeratü’l-Kulûbümüz ve Füâdımız Çocuklarımız!
Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamber Efendimiz’in enfes ifadeleriyle çocuk; “semeretü’l-kulûb”dur, kalblerin meyvesidir, “semeratü’l-fuâd”dır, gönüllerin yemişidir ve “kurratu’l-ayn”dır, göz nuru, gözbebeğidir. Öz anne-babası Hz. Âmine ile Hz. Abdullah’ın gönül meyvesi ve göz nûru olan, belki onların da ötesinde varlık ağacının kendisinden yaratıldığı İlk Nur ve o ağacın en güzel meyvesi Son Nebi Habîb-i Kibriya Efendimiz, kendi çocukları ve torunları hakkında “gönlümün meyvesi veya gözümün aydınlığı” ifadelerini kullanmıştır4 ve hadîslerinde şöyle demiştir: “Çocuk, kalb(ler)in meyvesidir.”5

اَلْوَلَدُ ثَمَرَةُ الْقَلْبِ (الْقُلُوبِ) إِنَّهُمْ لَقُرَّةُ الْعَيْنِ وَثَمَرَةُ الْفُؤاَدِ

“…Muhakkak ki çocuklar, göz aydınlığı ve gönül meyvesidirler.”6

اُطْلُبُوا الْوَلَدَ وَالْتَمِسُوهُ فَإِنَّهُ ثَمَرَةُ الْقُلوُبِ (وَرَيْحَانَةُ الْقَلْبِ) وَقُرَّةُ اْلأَعْيُنِ وَإِيَّاكُمْ وَالْعَاقِرَ

“Çocuk taleb ediniz ve çocuk sahibi olmanın yollarına tevessül ediniz. Çünkü çocuk, kalblerin meyvesidir (‘kalbin güzel kokulu fesleğenidir’7) ve gözlerin aydınlığıdır. Bu sebeple kısır kadınlardan uzak durun!”8 Birçok rivayette Yakup aleyhisselâm da oğlu Yusuf için “kurratü aynî ve semeratü füâdî, göz aydınlığım ve gönlümün meyvesi” ifadelerini kullanır.9

“Allah Teâlâ da mü’min kulun bir çocuğu vefat ettiği zaman, ruhları kabzetmekle görevli meleklerine: Kulumun çocuğunu, yani ruhunu kabzettiniz mi?” Onlar da “Evet” derler. Allah: “Demek göz aydınlığını kabzettiniz, gönül meyvesini aldınız, öyle mi?” buyurur.10 Gönül meyvesini alan Allah’tan şikâyet etmeksizin râzı olan bir kulu Allah Teâlâ öyle bir râzı edecektir ki, karşılığında verdiği lütufların büyüklüğü ve sonsuzluğu karşısında aldığı şey bir hiç mesabesinde kalacaktır.

Kurratü’l-A’yünümüz Çocuklarımız!
Arapça’da karrat aynühû; içi ferahlamak, gönlü rahatlamak, gözü aydın olmak, sevinçten gözleri parlamak, gözlerinin içi gülmek, yüzü aydınlanmak mânâlarına gelmektedir. Ekarrallâhü aynehû; “Allah ona sevdiğini görmeyi, görüp de ferahlayıp sakinleşmeyi nasip etsin.” anlamına gelir. “Falan kişi benim gözümün aydınlığıdır demek, yakınlığında varlığıyla canımın sükûnete erdiği kişidir.” demektir.11
Kur’ân ve Sünnet’te de pek çok yerde bu tabirin kullanıldığını görüyoruz. İnsanı en çok sevindiren şeylerin başında elbette ki “çocuklar”ı gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de hayırlı/uğurlu çocuklar da “kurratül ayn” ifadesiyle anlatılmaktadırlar. İster aynı tekil lâfızla, ister çoğul olarak, isterse de farklı iştikakıyla toplamda altı yerde bu mânâya rastlamaktayız. Bir âyette “kurratü ayn” (28/9), iki âyette “kurratü a’yün” (25/74; 32/17), yine iki âyette “tekarra aynühâ” (20/40, 28/13), bir âyette de “tekarra a’yünühünne” (33/51) biçiminde geçmektedir. Meselâ üç âyette çocuk Musa (as) “kurratü ayn” olarak zikredilmektedir.12
Genel mânâda “çok sevinme”yi ifade için veya hususiyle “çocuklar” hakkında neden “göz aydınlığı” denilir? İnsan vücudunda en güzel ve en câzib cihet yüz olduğu için, yüz içinde de en alımlısı ve engini gözler olduğundan ve gözler ruhun bu âleme açılan pencereleri olması hasebiyle denebilir ki insanın hem bedenî, hem de ruhî yanlarıyla bütününün saadet ve selâmeti “göz aydınlığı”nda sembolize edilmiştir.13 Çocuklara kurratü’l-ayn diye hitap edilmesi, sadece göz ile sınırlı bir aydınlığı değil, belki “zikr-i cüz’, irade-i küll” sırrınca, koca bir ömrü ve hattâ öteleri içine alan bir süreçte onların insanoğlunun bedenî-rûhî bütün mahiyetine vesile olacakları ümit edilen neşe, sevinç ve mutluluk sebebiyledir; bir nevi insanın kendini çocuğunda telhîs ile tekrarı, tekrar ile inkişafı sebebiyledir.

Kur’ân-ı Kerîm, seçkin ve seçilmiş kulların dualarında Allah’tan kurratü aynleri olacak eşler ve çocuklar talep ettiklerini haber veriyor ve bu ihbarıyla da bütün mü’minlere bu şekilde dua etmelerini salıklıyor. Rahmân’ın has kullarının vasıfları anlatılırken onların bir derinliği olan söz konusu münacaatları şöyle ifade ediliyor: “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize kurretü ayn olacak (gözümüzün nuru, gönlümüzün sürûru) olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, biz müttakilere önder kıl!” (Furkân, 25/74). Bu dua âyetinin müjdesine en çok nâil olan kul nebi ise vahyin ilk muhatabı Habîb-i Kibriyâ Efendimiz olmuştur. Çünkü ümmet-i Muhammed, sıddîkleri, şehîdleri ve sâlihleriyle kurratü’l-ayn olmuş bir îmânî zürriyettir.14

Vâkıa Allah, Sevgilisi’ne oğullar vermekle “gönül meyvesi”ni gösterdi; fakat oğullarını âkil-bâliğ olmadan katına almak suretiyle “göz aydınlığı”nı dünyada nesebî bir babalığa hasrederek hapsetmedi, o nesebî babalığı âhirette ebedîleştirdi; ancak, onun yerine bir Kevser ırmağı misali ümmetini ona lütfetti.15 Nasıl ki Hz. İbrahim, ebedî cehennemlik kâfirlerin dünyada âkil-bâliğ olmadan ölmüş çocuklarına âhirette sonsuza kadar babalık yapacaktır. Öyle de Hz. İbrahim’e en çok benzeyen16 ve oğulları akil-bâliğ olmadan ölmüş Rasul-i Rahîm Efendimiz de ümmetin mânevî babası, hanımları da mü’minlerin anneleri olacaktır. Bu bakımdan Rasulullah’ın yüz akı, esasen ümmetin sâlihleridir. Ümmetin göznuru da Rasulullah’tır.17

Kurratü’l-A’yün’ümüz Efendimiz’in kurratü’l-ayni olacak bir nesil yetiştirebilen anne-babalar için de o çocuklar âhirette kurratü’l-a’yünleri olacaktır. Çocuklar esasen iki cihanda da anne-babalar için sevinç kaynağıdırlar. Bu sebeple cennette bile çocuk sevgisi yaşanmak istenilecektir.18 Kur’ân-ı Kerim’de hayırlı çocuklar gibi, cennet nimetleri de “kurratü ayn” ile ifade edilmiştir.19 Demek çocuk nimeti ile cennet nimetleri arasında derin bir bağlantı vardır. Bir bakıma çocuklar, dünyada insana cennet havasını tattırabilecek ölçüde ötelerin izdüşümlerine sahip varlıklardır ki Allah Rasulü: “Çocuk kokusu Cennet kokusudur.”20 buyurmuşlardır.

Zulmetü’l-A’yünümüz Çocuklarımız
“Bir gün Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem, torunları Hasan veya Hüseyn’i kucaklamış vaziyette dışarı çıktı ve şöyle diyordu: “(Sizi gidiler sizi… Siz çocuklar yok musunuz, sizler anne-babalarınızı) cimrileştirirsiniz, korkaklaştırırsınız ve cahil bırakırsınız. Bununla beraber, Allah’ın reyhânlarındansınız.”21 Bir başka zaman da “Dikkat edin: Şüphesiz ki çocuklar, cimrilik, korkaklık, hüzün (‘cahillik’22 ve ‘ahmaklık’23) sebebidirler.”24 buyurdu. Semere-i kalb ve kurretü’l-ayn bir evlâda sahip olabilmenin dört-beş ağır bedelidir bu.

Çocuk, korkaklık sebebidir; çünkü çocuğu var diye anne-baba hayatta ölümle karşılaşmak istemez, onları yalnız koyup gitmekten korkar. Çocuk, cimrilik sebebidir; zîrâ onun rızkını düşünmekten, yahut geleceğine yatırım yapmaktan, akraba ve dostlarına karşı cimrilik yaparlar, yeterince cömert davranamazlar. Çocuk, cahillik sebebidir; çocuğu yetiştireceğiz diye, bakım-görümüyle meşgul olmaktan, gerektiği gibi okuyamazlar, ilim öğrenemezler, cahil kalırlar. Çocuk hüzün sebebidir; ebeveyn için bütün acı ve kederleri ile hastalıkları ile ekstradan bir hüzün sebebidirler. Bir vakit Hakîm’e çocuğu sorulunca: “Yaşarsa beni yorgun düşüren, ölürse de beni zayıf bırakan biriyle ne yapayım ben?”25 cevabını vermiş. Hep çok sevildiği içindir bütün bunlar. Sevilmese, ne varlığıyla ilgilenilir, ona emek harcanır, ne de yokluğuna üzünülür.

“Çocuk sevgisi, bazen anne-babayı bazı günahları işlemeye, korkaklığa, cimriliğe ve hüzne sevkedebiliyor. Mü’minin yapması gereken şey, fitnenin hatarlarından sakınmaktır. Birincisi, helâlinden kazanmaktır, malı meşru şekilde infak etmektir. İkincisi ise Allah’ın babalar üzerine vacip kıldığı terbiye görevini yerine getirmektir, çocukları din ve faziletler çizgisinde güzelce terbiye etmek ve onları mâsiyet ve rezaletlerden sakındırmaktır.”26

Söz konusu ağır bedellere rağmen, çocuklar onları bekleyenler için gözaydınlığı, sevinç, neş’e, sürur, zevktirler. Fakat beklemeyenler, istemeyenler için? Çocuk istemeyen olur da sevmeyen olur mu? Olmaz, ama istemeye istemeye o sevimli şeyleri sokağa bırakır, cami önlerine veya yahut hastanelere terk ederler, neden? Çok acı bir soru, çok acıklı bir tablodur bu... İşin diğer bir yönü de şudur: Maalesef modern çağlar itibariyle bazı nesiller, -ebeveynleri için ne kadar değerli olurlarsa olsunlar- sorumluluk şuuru zayıf kimi anne-babalarının ellerinde, kurratü’l-ayn (göz aydınlığı, yüz akı) olacak iken, zulmetu’l-ayn (göz karanlığı, yüz karası) olmuş; semeretü’l-kulûb (kalblerin meyvesi) olacak iken cerâhatü’l-kulûb (kalblerin yarası), cerîretü’l-kulûb (kalblerin günahı) ve cerîmetü’l-kulûb (kalblerin ceremesi/cezası) olmuştur denilebilir.
Çocuklarımız Gözyaşı Değil, Alınteri İstiyor.

Çocuklara karşı sevgimizi, onlar için akıtacağımız gözyaşlarımızdan ziyade alın terlerimizle, fiilî emeklerimizle ortaya koymalıyız. M. Fethullah Gülen Hocaefendi: “Günümüzde toplumun yüz karası sayılan sefiller, şerliler, anarşistler, ayyaşlar, morfinmanlar, esrarkeşler... dün terbiyelerinde ihmal gösterdiğimiz çocuklardır. Bilmem ki, bugünkü ihmallerimiz yüzünden, yarın sokaklarımızı ne türlü nesillerin dolduracağını hiç düşündük mü..?”27 derken, çok önemli bir yaraya kalemini dokundurmuştur.

“Bir ağacın, nesil ve nev’ini devam ettirmesinde çekirdek ve tohumu ne ise insan nesli ve nev’inin devamında da çocuk aynı şeydir. Çocuklarını ihmal eden milletler inkıraza, onları yabancı ellere ve yabancı kültürlere terk edenler de özlerini kaybetmeye mahkûmdurlar… Bir ağaç tımar edildiği, bir canlı da bakımı-görümü yapıldığı sürece hem semere verir, hem de neslini devam ettirir. Bakılmadığı zaman ise ağaç güdükleşir, canlı da amelmande (battal) olur. Ya bin bir istidat ve kabiliyetle dünyaya gönderilen insan? Acaba, onun bir ağaç kadar olsun bakım-görümden nasibi bulunmamalı mıdır? İnsanoğlu, çocuğu dünyaya getiren sensin! Gökler ötesi âlemlere yükseltmek de senin vazifendir. Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerinde titrediğin gibi, kalbî ve ruhî hayatı için de titre, merhamet et, kurtar o bîçareyi Allah için! Ve zebil olup gitmesine fırsat verme!”28

İnsanlık ağacının hem çekirdeği, hem de en güzel meyvesi olan İlk ve Son Nur Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Her ağacın bir meyvesi vardır. Kalb(ler)in meyvesi de çocuktur. Çocuğuna merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, Allah Teâlâ merhametli kimseden başkasına merhamet etmez (‘Cennet’e de ancak merhametli olan kişi girebilir, başkası giremez.’29)” buyurdular. Biz (Sahabe): “Yâ Rasûlallah, hepimiz merhamet ederiz.” dedik. Buyurdular ki: “Kişinin kendi arkadaşına merhamet etmesi, gerçek merhamet demek değildir. Gerçek rahmet, kişinin (çocuklar da dâhil) bütün insanlara merhamet etmesidir.”30 O merhametin gereği olarak çocuğu iman, ibadet, salih amel ve güzel ahlâk üzere yetiştirmesidir.

Şüphesiz ki insan ağacında açan çiçek çocuktur, o çiçekten doğan meyve de çocuktur, o meyvenin çekirdeği de çocuktur. Çekirdek toprakta filize durunca, o ağaç nev’inin vârisi olur, bir uzantısı olur, bir sürgünü olur; ve sülalesini devam ettirir. Bu sebepledir ki eskimeyen eskiler, eskiden insanın nesebine ve soy kütüğüne “şecere” demişlerdir, “ağaç” demek. Çünkü neslin idamesini netice veren kutsal birlikteliğin adı olan evlilik ile insan ağacı çiçek açıp meyve verebilir kabiliyete ulaşır, fiiliyatı ortaya koyabilir. Bu yüzden öteden beri “soy kütüğü, neseb ağacı, sülâlenin şeceresi” şeklinde aynı mânâyı içeren değişik isimlendirmeler ve çizimler yapılagelmiştir.

İnsanların soy ağaçları kök itibariyle geçmişte hep birer peygambere varır dayanır, bir peygamberden filizlenmiştir. Hazreti Muhammed Mustafa aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimiz bu ümmetin mânevî babasıdır, atasıdır, zevceleri de ümmetin anneleridir; öyle ki, üzerimizde kendi öz anne-babalarımızdan daha çok hak sahibidirler (Ahzâb 33/6). Biz mânevî Resul evlâtları, O’nun yüzünü ak edecek, gözünü aydınlatacak, iftihar edeceği işler yaparak huzur-u nebevîsine takdim etmek ödevindeyiz. Bir hadîs-i şerifinde: “... Onların imanları benim gözümün aydınlığıdır. Kim benim gözümü aydınlatırsa, Allah da onun gözünü aydınlatsın.”31 buyurmuştur. Bizim bütün derdimiz ve davamız: Efendimiz’in kurratü’l-ayni olacak bir ümmet-i merhûme olabilmek, gözünü aydınlatacak bir nesl-i pâki yetiştirebilmektir. Olarak ve yetiştirerek fiilî bir hediye takdim edebilmektir, Efendimiz’e. Hazreti Hayiy’in lutf u inayetiyle...

Araştırmacı-Yazar
Musa Hub


Dipnotlar
1. Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1/397; Ukberî, Divânü’l-Mütenebbî, 1/156; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, 1/20; Sehâvî, el-Mekâsıdü’l-Hasene, 1/706, 723 (1268, 1300); Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 2/452 (2911).
2. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler / Lemeât - s.324.
3. Münavî, Feyzü’l-Kadir, 6/378.
4. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 3/42 (2627), 3/60 (2676); Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 4/75); Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9/192 (151229) –Bezzâr’dan-.
5. Ebu Ya’lâ, Müsned, 2/305 (1/290, 1032); el-Bezzâr, Müsned, 2/219 (5379).
6. Beyhakî, Şuabü’l-İman, 7/479 (11062); Sehâvî, Mekâsıdü’l-Hasene, 1/706 (1269) –el-Askerî’den-.
7. Deylemî, Firdevs, 1/79 (242).
8. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bâri’, 9/341 (4946).
9. İbnü Hayyân el-Esbehânî, el-Azame, 5/1767 (94); Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 4/513 (Yusuf 18’in Tefsiri) –el-Cürcânî, Emâlî’sinde-); Tefsir-i Semerkandî, 2/207 (Yusuf 87’nin Tefsiri); ez-Zeylaî, Tahrîcü Ehâdîsi ve’l-Âsâr, 3/179.
10. Ahmed b. Hanbel, 4/415 (18893); Tirmizi, Cenâiz 36 (942/1021); Sahih-i İbn-i Hibbân, 7/210 (2948).
11. Kurtubî, Tefsir, 11/96 (Meryem 16’nın Tefsiri).
12. Kasas, 28/9, 13; Taha 20/39-40.
13. Bu bağlamda hemen bütün dünya nimetleri de birer kurratü’l-ayn olarak geçer. Bkz. Ebu Ya’lâ, Müsned, 6/231 (3521).
14. “Şüphesiz ki mü’minler, başka değil, ancak birbirlerinin kardeşleridirler.” (Hucurat, 49/10) âyet-i kerimesi, kan kardeşliğinin ötesinde “iman kardeşliği”ni bütün mü’minler üzerinde ebedî bir hükme bağlamıştır.
15. Bkz. Kevser suresi (108/1-3) ve Tefsirleri.
16. Buhari, Enbiya, 26 (3214), 49 (3254); Müslim, İman 76 (440, 441, 442).
17. Mesela Kızı Hz. Fâtıma radıyallâhü anh de bir gün Rasulullah’a: “Habîbî ve kurratü aynî!” hitabıyla seslenecektir… (ez-Zehebî, el-Kebâir, s.172). Elbette ki Allah Rasulü, en özel manasıyla eşleri için bir kurratü’l-a’yün idi. Bkz. Ahzab 33/51.
18 Abd b. Humeyd, Müsned, 1/292 (939).
19 Bkz. Secde 32/17.
20 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/82 (5860); Beyhakî, Şuabü’l-İman, 7/479 (11061); İbnü Ebiddünyâ, en-Nafaka ale’l-Iyâl, 1/396 (227, 231); İbn Hibbân, Tabakâtü’l-Muhaddisîn, 3/173 (301); İbnü Ebî Hâtim, el-Mecrûhîn, 3/26 (1064); Deylemî, Firdevs, 2/272 (3263).
21 Tirmizî, Birr 11 (1910); İbnu Mâce, Edeb 3 (3666); Ahmet b. Hanbel, 6/409 (27355).
22 Deylemî, Firdevs, 4/431 (7255); Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid, 8/155 - el-Askerî, Hâkim, Ebu Ya’lâ ve Bezzâr’dan-
23 l-Halebî, es-Sîretü’l-Halebiyye, 3/261.
24 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 1/236 (647, 646); Ahmed b. Hanbel, 5/211 (21889); İbn-i Mace, Edeb, 3 (3666); İbnü Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, 9/123 (772).
25 Münavî, Feyzü’l-Kadir, 6/378.
26 Muhammed Seyyid et-Tantâvî, et-Tefsîru’l-Vasît, 1/1809; Ali b. Nâyif eş-Şehûd, Fıkhü’l-İbtilâ fi’l-Kur’âni ve’s-Sünne, 1/312.
27 M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s.144.
28 M. Fethullah Gülen, Çekirdekten Çınara (Bir Başka Açıdan Ailede Eğitim), s.179, 186-187.
29 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8/155 (13477) –Bezzar’dan-.
30 Bezzâr, el-Müsned, 2/219 (5379).
31 İbnü Hayyân, Tabakâtü’l-Muhaddisîn bi Esbehân, 4/273 (663).
 
Üst