Cevap: Gözyaşi
NÜKTELER...
AĞLAMAK
Bürde el-Abide o kadar çok ağlardı ki, bu sebeple kendisini ayıplayanlar, aşın bulanlar olurdu. Onlara;
Eğer siz, kıyamet günü, günahkârların ağlamasını görmüş olsaydınız benim ağlayışımı çok bulmazdınız!derdi.
Allah (c.c.) kıyamete kasem ettikten sonra, ızdırap çeken nefse yemin eder. Izdırap ve onun billurlaşmış hali olan ; gözyaşları Hak katında bu denli kıymetlidir. O kadar ki,
"Gözyaşlarıyla yıkanırmış kirler. Ve nezahet ona gıpta edermiş. Bir damla dağvari ateşe yeter, Eren, nedametle Ona erermiş! Gözyaşlarıyla yıkanırmış kirler..."
şiirinde ifade edilmeye çalışıldığı gibi, bir damlası cehennemin yığın yığın ateşini söndürür.
Efendimiz (a.s.v.), ağlamayan gözden Allah'a sığınır.
Allah (c.c.) ötede ağlatmasın! Ötede feryat figan ağlamamak için burada ağlanır.
(Bu şiir, ahir zamanın son altın halkasını, devrin büyük muzdaribini, onun gözyaşlarını anlatırken kaleme alınmıştı.)
ŞEHİT KANI VE GÖZYAŞI
Osmanlı, Balkan Savaşlarında binlerce Mehmetçiği şehit vermişti. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar, Alem-i İslam ağlıyordu. "Büyük abinin" kolu kanadı kırılmaya çalışılıyor, ihanetlerin, düşmanlıkların ardı arkası kesilmiyordu.
Her tarafta yardım toplantıları vardı. Lahor'da da, Hintli Müslümanlar toplanmış, büyük bir miting yapılmıştı. Hatipler coşkulu konuşmalar yapıyor, halkın hissiyatını dile getiriyor, meydan bir heyecan ve hüzün tufanıyla dalgalanıyordu. Halk, son sözü söylesin diye sahibini bekliyordu. Ve nihayet bembeyaz urbalar içerisinde Pakistan'ın manevî kurucusu, büyük gönül adamı Muhammed İkbal'in kalabalığın arasından kürsüye doğru süzüldüğü görüldü.
Alem-İ islam'ın yediği darbelerden ötürü adeta iki büklümdü. "Kalb-i paki"nde Müslümanların yaşadığı acıyı duyuyordu. Bigane kalamazdı, kalmamıştı.
Çıktı, coşkulu kalabalığa hissiyatını dile getirdi. Bahar bulutları gibi doluydu ve her an bir rahmet sağanağı bekleniyordu. Konuşmasını şu sözlerle bitirdi:
- Cemaat, ben şu anda kendimi Resul-i Ekrem'in (a.s.v.) huzurunda görüyorum. Bana diyor ki "İkbal, ne hediye getirdin?" Ben de diyorum ki, "Ya Resullah, gedaya gedalık, sultana sultanlık... Benim Size getirebilecek bir hediyem yoktur. Fakat, huzurunuza öyle bir hediye İle geldim ki, ben onu cennetlerin kevserleriyle değişmem. Size Trablusgarp'ta şehit düşen Müslüman Türk'ün kanını getirdim!"
O gün büyük bir yardım toplanmış, herkes elinde av-cunda olanı vermiş, o fakir halk İslam'ın Son Karakolu'na üzerindeki elbisesini çıkarıp göndermişti.
Şehit kanı, o kadar mühimdir ki, şehit yıkanmaz ve Rab-binin huzuruna yıkandığı al kanlan ile gönderilir.
Devrimizin büyük hatibi meseleyi anlattıktan sonra kafiyeyi koyar ve şöyle der:
"Muhal farz, ben o huzura çıkarılsa, aynı soruya muhatap olsa idim, Efendimiz'e (a.s.v.)- "Günahına ağlamış insanların gözyaşları ile geldim Ya Resulallah derdim!"
Gözyaşının kıymeti budur.
İBADETİN EN DERİNİ
Hangi yolla olursa olsun hüzün ve ızdırap ibadetin en derini en buutlusu. Bir saat ızdırapla hüzünle kıvranın, soydaşının dindaşının derdini içinizde kıvılcım gibi hissedin ateş koru gibi hissedin. Ötede dağlarvari azametleriyle karşınıza dikilmiş ibadet hasılaları görün. Üzülün ve ibadet görün. Burada üzülen orada üzülmeyecektir. Allah Kuran’ıyla şöyle buyuruyor. Müminlerin sesi soluğu olarak “hamd olsun o Allah’a ki hüzün hüzün deyip yaşadık. Dert dert deyip yaşadık. Izdırap ızdırap deyip yaşadık. Ama bu gün onları götürdü.” Hüzün duyun ızdırap duyun, uzak ve yakın istikbalinizi aydınlatın. Dünya istikbalinizi aydınlatın. Ukba istikbalinizi aydınlatın. Onun karşılığını melekler yazamazlar. Ellerinde kalemler sizin her şeyinizi yazan melekler, içinizde ızdıraba hüzne sıra gelince kalem durur. Göz yaşlarınız gibi kağıdın üzerine damla damla mürekkep damlamaya başlar. Artık orada kalem ağlamaya başlar kalemin ucu da mürekkep damlatmaya başlar.
Miri malı, birisinin dediği gibi,kalem feryat eder ağlar mürekkep eski kalemler yazanken cazır cazır öterlerdi onu ağlama ile tasvir ediyor kalem feryat eder ağlar mürekkep beni cahil eline verme ya Rab. Kalem sahibini bulmuştur, hüzünlü insanı bulmuşsa. Kalem mürekkep dökerken sahibi göz yaşı döküyor. Göz yaşları mürekkepten evvel kağıda akıyorsa işte melek orada şaşırır kalır ne yazayım ya rabbi. Sen sadece vakayı rapor et. Meselenin değerlendirmesine bakma o bana aittir. Hüznünüzün değerlendirmesini Allah yapacak. Rica ediyorum, ibadet- i taatta eksikliğinize üzüntü duyuyormusunuz. Masiyetlerinize karşı rahatsızlık duyuyor musunuz. Acaba ben hayır yapmaya muvaffak olacağım endişesini içinizde taşıyor musunuz. Bu alemi islamın taşın gözlerin dahi yaşartacak şu umumi manzarası karşısında irkiliyor musunuz. Vicdanlarınız benim bu üst üste sorularıma evet diye cevap çekiyorsa o zaman soluklarınızı dahi tutun ve beni dinleyin. Saduku masdukun beşaret ve müjdelerine dayanarak size müjde veriyorum. Çok yakın bir gelecekte reftare cennetin yamaçlarında gezeceğinizi rahatlıkla söyleye bilirim. Hatta şunu da söyleye bilirim. Çok yakın bir gelecekte şu mazlum şu mağdur şu mahkum ülkelerin yamaçları cennet yamaçlarına dönecek ve oralarda sizler taht kuracaksınız. Taht kuracak ve anaların, oğullarına kavuşan anaların, sevinç göz yaşları döktüğü gibi onlar size kavuşmuş siz onlara kavuşmuş sevinç göz yaşları dökeceksiniz.
Yüz binini gömdükleri bir yerde yakınından geçerken ve yer yer hatırlarken, aklıma gelirken, takılırken bazen öyle ızdıraplı anlar, ızdıraplı düşünceler onları ifade etmek için akla takılırken demek daha uygun. Çünkü sizi kıvrım kıvrım kıvrandırır ve iki büklüm eder. Ne zaman dedim. Ne zaman başımıza dikilecek “siz Allah’a bir söz vermişsiniz o sözünüzü canlarınızla cananlarınızla tasdik ettiniz. Önünüzde ölen binlerce arkadan gelenlerin ölmesini engelleyemedi.” Önde gidenler ateşe atılırken arkadan gidenlerin iradesi sarsılmadı. Ashabı uhdud alakalı hadiste ifade edildiği gibi anası kendisini ateşe atmada tereddüt ederken onun memesini tutmuş emen yavru korkma anacım at kendini sen hak üzerindesin. Düşünce ve mülahazası içinde arkadan gelenler önden gelenlerin durumunu mülahazaya lamadan kendilerini ateşe attılar. Ve ben yine yeni sözlerle ifade edeyim. Kesik ses ve bozulmuş bir nefes artık hırıltı halinde çıkan şu soluklarımla belki en tatlı konuşurken bile kulakları tırmalayan ifadelerimle şimdi başınıza durmuş size şöyle diyorum, sesleniyorum. Bana cevap verin, biraz evvel yiğidime seslendiğim gibi, bana cevap verin “Allah’a verdiğiniz sözde siz doğru çıktınız. Ya bizim bu alemde bu bezimde verdiğimiz sözü tasdik edeceğimiz zaman ne zaman gelecek.” Mazlum ve mağdur olarak ölen insanlar bir fatiha değil sizden bir gönül ızdırabı, başlarında durup bir inleme, inleyip sinelerinizi dağlama bekliyorlar. Çünkü uğrunda öldükleri dava ancak bu surete ihya edilecektir. Çünkü ancak bu surete bu mukaddes duygu mukaddes düşünce hayata hayat olacaktır. Çünkü ancak o suretle Muhammedi ruh (a.s.m.) hayata hayat olacaktır. Ve siz o zaman “ ey Rab evet sen gafur ve şekursun mağfiret eden ve şükredenlerin şükrünü kabul buyuransın. Sana hamd olsun ki az buçuk hüzünlü yaşadık. Hayatımızı az buçuk ızdıraplar içine dalıp çıkararak yaşadık. Sen hüzünleri giderdin ve bizi sürura kavuşturdun.” Uzak ve yakın istikbalde hüzünden kurtulacak ve sürura ereceklerdir. Hüzünden kurtulacak ve sürura ereceksiniz Allah’ın inayet ve keremiyle. Hüzün ve ızdırabın ele alınışıyla bir hususa dikkatinizi çekeceğim. Meseleyi oturup kara kara düşünme şeklinde anlamamak lazım. Anlamamalıyız, anlamamanızı rica ederim. Hüzün demek kara kara düşünmek demek değildir. Şevk demek de şen şakrak fıkır fıkır oynamak demek değildir. Hüzün demek ümmeti Muhammedin derdini ruhunda duymak demektir. Hüzün demek bu kadar dert karşısında mukaddes çileyi, has karışımı içimizde duyma demektir. Hüzün demek Muhammedi bir yolun bir tezahürü bir cilvesi demektir (a.s.m.). şevk demekte yeise düşmemek demektir. Aşkı yitirmeme demektir. Hizmet şevkini kaybetmeme demektir. Elli defa ordusu bozulsa, elli defa düzeni dağılsa, elli defa nizamı alt üst olsa tek başına kalan bir süvari gibi küheylanı üzerinde atını mahfuzlayıp ileriye doğru atını sürmesini bilecek kadar ümidinden aşkından bir şey kaybetmeden gözü hep cephede, işte şevk budur. O gülme eğlenme hoplama zıplama demek değildir. Biz hüzün duymaya hüzün yudumlamaya, ızdırap yudumlamaya havadan, sudan, ekmekten daha çok muhtacız.
Bize her şeyi unutturdukları gibi bunu da unutturdular. Ağlama gibi hak kapısının kilitlerini çözecek müthiş sırlı ve sihirli bir anahtarın yerini unutturdular bize. Allah kapılarının sonuna kadar açılmasını temin edecek kalp ızdırabı anahtarının yerini unutturdular. Her şeyi unutturdukları gibi. Ve onu yeniden bulmaya çalışıyoruz. Ben size bulduramayacağım. Çünkü kendim bulamadım. Ama o kapının önünde durur mevcutla o kapının tokmağına dokunur mevcut hüzünle o pasları eritmeye çalışırsanız Allah onu size bulduracaktır. Batıl mezhepte yürüyenin bile onun dil olduğu latife diliyle Allah’a bu kadar yalvarması neticesinde Allah duygu ve düşüncelerine şehbal açtırmıştır. Kelimelere çok dikkat ederek, ifadeye çok dikkat ederek ve mümkün olduğu kadar düğüm düğüm arz etmeye çalıştım. Benimle aynı memeden süt emenler, benimle aynı duygu ve düşünceyi paylaşanlar ne dediğimi çok iyi anlamışlardır. Batıl bir yolda dahi olsa dili ızdırap olan, dili hüzün olan duygunun diliyle ona yalvaranlar bu gün oturmuş onun semavi sofrasında semavi yemeklerden, semavi nimetlerden istifade etmektedirler. Muhammedi yolu milimi milimine yaşayan, sıratı müstakimi en hassas ölçülerde yaşayan sizler bu gün bu mevzuda tam çizginizi bulduğunuz zaman semavi sofraların sırlı asansörlerle önünüzde inip kalktığınızı göreceksiniz. O sofraların başına konacak zevkle o nimetlerden tadacaksınız. Kuran hakkı için tadacaksınız. Kuran üzerine söylüyorum, tadacaksınız Allah’ın inayet ve keremiyle.
... Çığlıklarınıza kurban olayım. Çığlıklarınıza kurban olayım. Allah şahit sizi çok seviyorum. Ölürken sizden ayrılığa üzüleceğim. Onunla o paslı kilitleri çözeceksiniz. Onunla sinelerinizle islamın sesini son bir kere daha duyuracaksınız. O dinleniyor. Ruhunda ruhuyla doğrulmuş ruhu kadar pırıl pırıl ravzasında resulullah tarafından dinleniyor. Sıkıntılarınızla kendisini çok sıkan size karşı çok hırslı olan eğrilmenizden rahatsız olan. Doğruluğunuzla beşaşet, beşaret içine giren Hz. Muhammed duyuyor(a.s.m.) Başında binler var şu anda. Essalatü vessalamü aleyke ya resulullah, uzaktan ya resulullah. Hep yakını değil uzağı da dinle ya resulullah. Yağız atını benim ülkeme sür ya resulullah. Başına alnı valalı sarığını sar mahzun ülkelere atını sür ya resulullah. Ve çığlıklara harfin mahrecin kelimelerin çığlıklara boğulduğu surlar içinde mahzur ama hisar camiinde surları yıkmak için gerilmiş arkadaşlarımın sesini duy ya resulullah.
Benim ki saygısızlık. Sen duyarsın zaten. Melekler sana ulaştırır zaten. Ve belki de cevap veriyorsun. Halimize ağlıyorsan yeter ağlama ya resulullah. Ağlamaya söz verdik. Biz ağlayacağız ya resulullah. Size çok haris. Sizi görünce başka şey görmez. Cennete girerde tahtlarında yan gelir otururda huriler perdedarlık yaparda, melekler elpençe divan dururda karşısında bir hüzün duyar. Bir çığlık duyar. Bu ses nerden geliyor ola ki. Cehennemden deyince, cenneti terk eder ve oraya kadar koşar. Size karşı çok haristir. Gözü başka şey görmez sizi görünce. Talihlilerim gözü başka şey görmez sizi görünce. Gözünüz başka şey görmesin ondan başka. Gözlerinizin içine başka hayal girmesin. Yalancı mumlara bütün kapıları kapayın. Ve sadece ona açılın. Derdinizden anlayan ona açılın. Sinelerinizi ona şerh edin. Gamınızı ona açın. Başka dostlar anlamazlar. Yoksa dert elinden dade gelir. Feryat edersinizde kimse dinlemez. Koca Fuzuli “gamı pin han ederdim ben dediler yare kın ruşen desem ol bivefa bilmem inanır mı inanmaz mı” Yari iyi seçememişin dostum Hüseyin. Sen benim yarimi tanısaydın hançeri sinene saplardın ve yare vefasızlık isnat etmezdin. O benim ki vefa hissiyle gerilmiş ruhuna benzeyen yeşil kubbe altında vefa dostlar vefa diyor inliyor. Yari seçememişin. Sen benimkini görseydin böyle düşünmeyecek öyle demeyecektin.
Derdin, ızdırabın ve hüznün her çeşidi arşı azamı ihtizaza getirecek gönüllere yeniden canlılık kazandıracak, felç olmuş iradelere fer katacak kuvvet kazandıracak her çeşidi. Herkes kendine göre eksik gördüğü şeyden dolayı inler. Çığlık koparır. Ve feryat eder. Ben benim derdimin türküsünü söylüyorum. Benim derdimin nameleriyle iki büklümüm. Başkaları da kendi dertleriyle.
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN KADIN
Kadın evliyalardan Allah dostu bir hanım, o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, gözleri kör olacak hale geldi. Dostları, akrabaları ona:
—Korkarız ki, ağlamaktan gözlerin kör olacak dediler. Kadın:
—Cehennem azabıyla, cehennem ateşinin alevleriyle kör olmaktansa, dünyada Allah aşkıyla ağlaya ağlaya kör olması daha iyidir. Bir göz ki sevgilinin yüzünden mahrum ve ona hasretlidir. Bu göz nasıl olurda ağlamaz?., dedi.
Sonunda ağlamaktan ve sarsılmaktan o kadar halsiz düştü, o kadar harap oldu ki, namaz kılamaz hale geldi. Ona rüyasında şöyle dediler:
—Ağlama ve gözyaşını tut! Hasret çekenlerin âhı onların şifalarıdır. Namaza dikkat et, ibâdete dön, namazı bırakma! Allah deyenlerin, Allah'a bağlı olanların yolu ibâdet ve namazdır. Bu muhtereme hatun hemen namaza donar ve namazına devam eder.
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN AKILLI KIZ
Bir gün bir zât, Hasan Basri Hazretlerine gelerek yalvarır. Elini ayağını öpeyim diyerek Hazreti İmamdan yardım istirham eder:
— Aman efendim! Ne olur? Allah için bize bir yardımda bulununuz der. Hz. İmam:
- Nedir derdin? Ne hususta yardım edelim? Önce derdini ve ihtiyacını, isteğini şöyle ki sana yardım edebilelim der. Adam:
—Efendim! Benim çok akıllı bir kızım vardı. Onu çok severdim. Şimdi ise, bu akıllı kızıma bir şeyler oldu. Gece gündüz durmadan ağlıyor. Kur'an-ı okuyor ağlıyor. Namaz kılıyor, ağlıyor, Hadis-i Şerif okuyor, ağlıyor. Ve bugünlerde gözleri görmez oldu. Korkuyorum ki, gözleri kör olacak.
Sizden rica ediyorum. Gelseniz de bir baksanız. Ona (kızıma) bir nasihat etseniz, biraz öğüd verseniz diye rica eder.
Hasan Basri Hazretleri kabul eder. Adamın evine kadar giderler. Eve vardıklarında Hasan Basri Hazretleri:
—Yavrum, neden ağlıyorsun? Gözlerin ağlamaktan kör olabilir. Onun için, neden ağlıyorsun sebebini bize söylersen sana yardımcı olabiliriz, benden rica etsem sebebini söyler misin? dedi. Kız şu cevabı verir:
—Efendim, benim hiç bir hastalığım yoktur. Sıhhatim gayet yerindedir. Gözlerimin ağlayarak kör olmasının iki sebebi vardır.
Bu gözlerimiz, Âhiret âleminde Allâhü Teâlâ'yı görecek veya görmeyecektir.
Eğer, Cenâb-ı Hakkı görme nimetine ererse, böyle binlerce göz, onu görmek için feda olsun. Eğer görmezse, o zaman Allâhü Teâlâ kendi zâtını görmeğe layık kılmadığı gözleri kör etsin. Allah'ı görmeyecek gözü, gözüm var deyü neylersin der.
Hasan Basri Hazretleri bu cevabdan çok duygulanır. Gözlerinden yaşlar gelir. Ve şöyle der:
—Nasihat etmeye geldik. Kendimiz nasihat aldık. Hekim olmaya geldik, hekimimizi bulduk demiştir.
SELEF-İ SALİHİN VE GÖZYAŞI
...Hz. Ebu Bekir, yufka yürekli bir insandı. Sevr mağarasında, Efendimiz'e bir zarar gelir endişesiyle ağlamıştı, "Bugün size dininizi tamamladım" (Maide, 5/3) ayeti nazil olunca Hz. Peygamber'in vefatının yakın olduğunu anladığı için, gözyaşlarını tutamamıştı.
Hz. Ömer'in gözyaşları iki yanağında iz bırakmıştı. Oğlu Abdullah (74/693) ise şöyle diyordu: "Eğer gerçeği tam bilseydiniz, sırtınız çatırdayıncaya kadar secdede kalır, sesiniz kesilinceye kadar bağırırdınız. Öyle ise ağlayınız! Ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayınız."
Sahabe arasında, Kur'ân'ın tertille okunmasını ağlayarak okuma şeklinde anlayıp tefsir edenler vardı. Nitekim Hz. Peygamber de, "Kur'ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)" tavsiyesinde bulunmuş, kendisi de, İbn Mes'ud Nisa sûresinden, "Her milletten {inançlarının bozukluğuna, işlerinin kötülüğüne tanıklık edecek) bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olacak?" (Nisa, 4/41) ayetini okurken, dolu dolu gözyaşı dökmüştür.
Başını Tabiûn'un meşhurlarından Hasan-ı Basrî'nin çektiği Basra Zühd Mektebi'nin temel özelliklerinden biri de, Allah korkusu ve gözyaşı idi. Küfe zahidleri ise, hem Hz. Hüseyin'in kendi bölgelerinde şehid edilmesi nedeniyle hem de Allah korkusundan, çok ağladıkları için Bekkaûn (çok ağlayanlar) diye adlandırılmışlardı .
I ve II. hicrî yüzyıllarda yaşayan abid ve zahidlere göre duanın kabul edilmesinin ilk şartı, gönülde huşu hissinin ve gözde yaşın eksik olmamasıdır. Çünkü insan ancak Allah'tan korkarak, hüzünlenerek ve gözyaşı dökerek O'na ulaşır. Bu anlayışın bir sonucu olarak bekka ve bekkaûn kelimeleri tasavvufta, ahi-ret korkusu, günah endişesi ve Allah'a kavuşma iştiyakının doğurduğu hüzün gibi duygular taşıyan ve bu yüzden gözyaşı döken zahid kişi ve zümreler için bir terim olarak kullanılmıştır.
Tasavvuf tarihinde çok ağladıkları için "Bekkâ" lakabıyla anılan bazı abid ve zahidler de vardır. Yahya el-Bekkâ, Ebu Said el-Bekkâ ve İbrahim el-Bekkâ bunlardandır. Abdulvahid b. Zeyd (266/879) ve Rabia el-Adeviyye gibi Allah korkusundan çok Allah sevgisine yer verenler bile, ibadet ve zikir esnasında gözyaşı dökerlerdi. İlk sûfîlerden olan Ebu Süleyman ed-Daranî, ağlamamayı bedbahtlık alâmeti olarak görmüş, Ahmed b. Ebu'l-Hıvarî (230/844) ise, "İnsan Allah'a itaat etme halinde de O'na muhalefet etme halinde de ağlamalıdır" demiştir. Ebu Said el-Harraz (277/890) ağlamayı Allah'tan uzak kalma, Allah'a özlem duyma ve Allah'a yakın olduğu halde O'ndan uzak düşme endişesinden dolayı ağlama şeklinde, üç sınıfa ayırmıştı.
İlk sûfîler gibi tarikat mensupları da dinî duygularla ağlamaya büyük değer vermişler, Allah için akıtılan İki damla gözyaşının birçok manevî derdi halledeceğine, gece yarısı dökülen birkaç damla gözyaşının gazada akıtılan kana eşdeğer olduğuna, yukarıda geçen hadisin işaretiyle inanmışlardır. İlk sûfîlerin semâ ayinlerinde, daha sonra tarikat mensuplarının zikir meclisleriyle mürşidlerin vaaz ve sohbetlerinde ağlayarak kendine gelme ve nefsini ıslah etme olaylarına sık sık rastlanır.
Tasavvufta Allah sevgisi ve aşkının önem kazanması, ilahî dîdara duyulan özlem sonucu ağlama gibi bir hüzün halinin daha sözkonusu edilmesine yol açmış, arifler ve büyük mutasavvıflar daha çok bu tarz bir ağlama hali üzerinde durmuşlardır. Abid ve zahidler daha çok Allah'ın azap ve gazabından korktukları için ağladıkları halde, arifler ve aşıklar, Allah'ın cemalini temaşa etmenin Özlem ve hasretiyle gözyaşı dökmüşlerdir. Bu yüzden Muhammed b. Fadl, "Zahidlerin ağlaması gözle, ariflerinki kalpledir" demiştir.
Cüneyd-i Bağdadî gibi Seyyidu't-Taife sayılan önderler, ağlamayı, Kur'ân okuma ve teheccüd namazı kılmanın yanında, vird edinmişlerdi.
Said b. Cübeyr, gözyaşından ötürü gözlerini kaybederken, İbn Şîrîn, gece boyunca ağlar, bunu farkettirmemek için ise gündüzleri gülerdi. Mansur b. Mu'temir, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadetle geçirir ve sürekli ağlardı. Annesi, "Yavrum! Adam mı öldürdün ki, böyle ağlıyorsun?" diye sorunca, "Nefsimin bana yaptığını ben bilirim!" derdi. Sabah olunca durumu farkettirmemek için gözlerine sürme çeker, koku sürünür, saçlarının bakımını yapıp ikiye bölerek tarar ve halkın arasına katılırdı.
Verrad, gece boyunca ağlar ve inlerdi. Seher vakti girince secdeye kapanır ve "Allah'ım, kulun sürekli Senin ibadetinde bulunmak istiyor, ondan yardımını esirgeme," derdi.
Ahmed b. Ebi el-Hivarî (230/844): "En faziletli ağlama, kulun, Allah'ın emirlerine uygun olmayarak geçirdiği veya emirlerine muhalefet ederek geçirdiği zamanlara ağlamasıdır. "
Ebu Süleyman ed—Daranî (215/830): "Her şeyin bir işareti vardır. Allah'ın hizlanına uğramanın işareti de ağlamayı terketmektir."
Ebu Hanife de geceleri Kur'ân okur, bazan bir ayeti ağlayarak sabahlara kadar tekrar ederdi. Geceleri öyle çok ve kendini tutamayarak, sesli ağlardı ki, komşuları ona acır ve üzülürlerdi.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Biz bu kadarını vermekle yetiniyor ve son olarak İbn Mace'deki bir hadisi kaydetmek istiyoruz: Enes b. Malik'ten rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Cehennem halkı ağlama ile de azaplandırılır. Gözyaşları bitinceye kadar ağlarlar. Sonra gözlerinden yaş yerine kan akmaya başlar. Neticede yüzlerinde oyuklar oluşur. Dökülen gözyaşları öyle çoğalır ki, üzerine gemiler konsa yüzer." Belki de, özellikle, dünyada ağlamayanlar bu azabı çekecektir.!
BOŞA GİTMEYEN GÖZ YAŞLARI
12 Eylül sonrası bir lisede öğretmenlik yapan arkadaşımız Ahmet Bey, okulda hâlâ devam eden, ideolojik faaliyetlerden üzülüyor, bildiklerini çevresine aktarmaya çalışıyordu. Kızıldere olaylarının yıldönümünde gezi tertip edip, çocuklara zehirli fikirler telkin eden öğretmeni, başta okul müdürüne sonra da üst makamlara şikâyet etti, birşey çıkmadı. Bilakis bu yüzden soruşturma geçirdi. Sonra anladı ki, kendisini hiç olmayacak yerde koruyanlar var. Bir ara kendisi tehdit edildi. Bir gün de baktı ki, sürgün yazısı gelmiş. Çok üzüldü. Bu sefer başladı söylenmeye: "Bu vatanın gerçek evladan, sahip çıkanları horlanıp sürülsün, vatan hainleri keyif çatsın." Artık ondan sonra dili sustu fakat içinden geçenleri Allah bilir. Gözleri yaşarmıştı. Olanları yakından izleyen Şerafeddin Bey dedi ki: "Bakalım bu ahlar kimden çıkacak. Kati inanıyorum ki, Allah bunları boşa çıkarmaz.
Öbür gün bir de işittik ki, Doğu'da çatışmaya girip öldürülen bir anarşistin cebinden okul müdürünün isim ve adresi çıkınca, geceleyin kendisini tutuklayıp götürmüşler.
İKİ GÖZYAŞI
Bir Arap atasözü var: "Dünya iki gözyaşı arasında bir gülümsemeden ibarettir," diye.
Çocuk doğduğunda etrafındakiler sevinir. Bebek ise ağlar. Emeklemesi, yürümesi, konuşması... Anne-babasını sevince garkeder.
Dört ayakla debelenen, yürümeye çalışan bu misafir, iki ayağa biner nihayet... Yürür, yürür... Dünyayı arşınlar, başka yıldızlara ayak basmaya çalışır.
Sonra...
İhtiyarlar, üç ayaklı olur. Birisi, baston tabii.
Ve...
Tekrar dört ayak...
Ölüm... Yine gözyaşı... Ama bu defa yakınlarının hıçkırıkları...
O, artık ağlamaz. Doğduğunda ağlamıştı çünkü.
Kabirde tekrar doğacak. Sonra, ya cennette gülecek, ya da cehennemde ebediyyen ağlayacak.
HELVACI ÇOCUK
Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.
Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.
Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında fena fena şeyler düşünüyorlardı. O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
"Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun." dedi.
Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım dinara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücretini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh: "Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım bende para ne arar." dedi.
Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp İnlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı ileri geri söylenmeye başladılar. Çocuk ta ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabak içeriye girdi tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta -Şeyhin borcu olan-dört yüz dinar vardı. Tabağın bir kenarında da kağıda sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı.
Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman oldular. Şeyhin ellerine sarıldılar:
"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize." dediler. Bunun üzerine Şeyh:
"Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah'tan (c.c.) diledim. Cenabı Allah (c.c.) bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helvacı çocuk ağlamasaydı rahmet denizi coşmazdı." dedi.
* Ey kardeş, çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.
ZAHİDİN CEVABI
Durmadan ağlayıp inleyen ve Allah (c.c.) için gözyaşı döken bir zahide bir dostu:
"Bu kadar fazla ağlayıp durma ki gözün bozulmasın." dedi.
Zahit düşünmeden cevap verdi:
"Bu işin İki yönü var. Göz ya görür yahut da göremez. Göz eğer Allah'ın (c.c.) nurunu görürse artık gam değil. Çünkü Allah'a ulaşmak, O'nun rızasını kazanmak için İki gözden olmak çok değersiz bir şeydir. Yok eğer bu gözler eğer Allah'ın (c.c.) nurunu göremeyecekse böyle gözlerin görmesindense kör olması daha evlâdır." dedi.
ŞİİR...
RİSALE-İ NUR
Bu Nur eser-i tefsiridir o semavî kitabın
İlân eder hakikatı, emr-i hakkı bildirir
İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın
Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.
Bu eserdir muzdarib gönüllere teselli
Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar
Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi
Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür yaşar...
Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi
Her mazluma "Ağlama" der, güleceksin yarın sen
Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri
Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden!
Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden
Kudret eli hâmisidir, hayret-feza hükmü var
Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken
Her serseri feylesofu meftun eden nuru var!
Bu nur eser her bilginin, her mü'minin sertacı
Derdlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar
Şirklerin hem hedimidir, hem her kaygu ilâcı
Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!
Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden ağlayan
Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma
Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan
Gir bu Nur'un âlemine, fânileri çağırma...
Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma uyan
Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek
Yarın mes'ud olacaktır yoklukta Hakk'ı bulan
Nur'a ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek
Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.