GuLSerbeti
Well-known member
Dindar erkeklerin dindar olmayan yanları
Müslüman erkeklerin önce bir tanımını yapmak lâzım. Erkek ve Müslüman kimliğiyle birçok insan var çevremizde. Ama bunların Müslüman tanımının neresinde olduğu da önemli. Özellikle Müslüman tanımı geleneksel İslâm anlayışından geliyorsa, bazı İsrailiyat tarzı şeyler de, onunla beraber bir hayat tarzı olarak yerleşiyor. Özellikle de son dönemde, gerek İslâmın bir şekilde yükselen değer olarak algılanması, gerekse değişik dinî grupların faaliyetleri İslâmiyete olan meyli arttırdı. Bu arada eskisi kadar gerçekten bu işin sıkıntısını, tasasını çekmiş ve iç âleminde bunu yerleştirmiş insan tipi yerine, biraz daha şartların gereği ve sosyal hayatın bir parçası gibi İslâmiyeti tercih eden insan sayısı arttı. Bu artışla beraber İslâmın yerleştirdiği o yapının yerini, biraz daha geleneklerin ön plânda olduğu bir yapı aldı. Geleneklerle İslâmı yaşayan erkekler modeli de oldukça arttı. Dolayısıyla burada “Müslüman erkekler nereye gidiyor?” sorusu, sadece Müslüman erkekleri ilgilendiren bir tanım olmaktan çıkıyor, toplumun genelini ilgilendiren bir tanım oluyor. Aslında bu, toplumun nereye gittiğiyle paralel giden bir anlam içeriyor. Yani İslâmiyet, katması gereken değerleri, bana göre, insanların hayatına, dolayısıyla erkeklerin hayatına da belirgin ölçüde katamıyor. Biraz daha olayın ibadet boyutu, dışa yansıyan boyutu ön planda olmakla birlikte, yani namaz kılan ama ticarette düzgün olmayan, namaz kılan ama eşini aldatan, namaz kılan ama İslâmî kaynağı olan ahlâkî değerleri hakkıyla yaşamayan insan modelleri gittikçe artıyor. Burada belki şunu da söyleyebiliriz: İslâmın şu dönemde topluma kattığı değerlerden çok, toplum İslâmı yaşayanlara kendi etkilerini daha fazla hissettiriyor. Tabii bu da toplumun gittiği genel doğrultudan erkeklerin nasipdar olmasına sebep olurken, İslâmla çok uygun olmayan hallerde gözüken erkeklerin sayısını arttırmış oluyor. Bence burada Müslüman olmanın getirdiği bir durumdan ziyade, toplumun bir parçası olan erkeğin Müslüman olmasına veya dışarıdan bakıldığında öyle bir kimlikle algılanmasına rağmen ki, bu kimliğin içerisine sakal cübbe gibi İslâmın şeairinden olan şeyler de bulunsa bile, bu genel rüzgârdan kendilerini çok fazla koruyacak ölçüde, İslamı bir iç değer olarak içine yerleştirmemiş olmaktan veya bugünkü tabirle içselleştirmemiş olmaktan kaynaklanan bir sıkıntı var gibi.
Önce birinci planda bir kere herkes bir şekilde ibnüzzaman, yani zamanın çocuğu. Zaman onların ruh hallerini etkiliyor ve onun tesirinden kurtulamıyorlar ve dünyevîleşme süreci bugünkü insanlar üzerinde çok ciddi etkiler oluşturuyor. Burada iki durum var: Ya çok enfüsî âlemde güçlü bir iç dünya oluşturacak ve o dış rüzgârdan kendini muhafaza edecek; ya da o kimlik olarak algıladığı İslâmı dünyevîleşmiş dış yapıyla mezcetmiş bir bakış açısıyla ortaya koyup onu yaşamaya çalışacak. Ne İslâmdan vazgeçecek, ne de toplumun oluşturduğu genel değerlerden vazgeçecek. “Dünyevîleşmiş bir Müslüman modeli”: Bu günkü modern dünyanın özellikle yansıttığı veya dayattığı şey bu. Yani moderniteyle beraber başlayan bir durum, belki de postmodern dönem Batıda aynı arayışın sancısı. Bir şekilde mana, maddenin içersinde yer alması gerekiyor, o arayışın bir başlangıcı belki postmodern yapı. Türkiye’ye veya İslâm dünyasının geneline de bakıldığında o modernitenin dayattığı maddenin ön plana çıktığını görüyoruz. Dünyevîleşme süreci bu şekilde başlıyor. Tabii o dünyevîleşmenin içinde de nefis, heva beraberinde yükseliyor. Ve onların sizin âleminizde oluşturduğu şeylerden çok fazla kendinizi koruyamıyorsunuz. Ve toplumun o genel değerleri sizi bir şekilde tesiri altın alıyor. Hatta burada en sağlam yapı cemaatler. Bir cemaatin mensubu olmak kişiyi muhafaza edecek hal olması gerekiyor, ama o bile şu dönemde çok fazla koruyucu etkisi olan ve geniş kesimleri tesiri altına alan rüzgârın karşısında dimdik duramıyor. Çünkü nihayetinde cemaatlerin de bir dünyevîleşme süreci var. Ve o süreç ister istemez o cemaatin genel yapısına da sirayet ediyor. Marjinal kimliğin getirdiği bir tek avantaj var: O da kendi sahip olduğu değerlere daha sağlam tutunup muhafaza edebilmek. Yani gerek cemaatlerin, gerek Müslüman adı altındaki kimliğin marjinal olduğu dönemlerde insanlar daha sağlam bir şekilde bunu muhafaza ediyorlardı. Bugün artık toplumun geneline mal olduğunda, toplumun genelindeki zaaflardan da ister istemez kesişim kümesinde bu sefer bir cemaat kimliğiyle dahi olsa, onun o genel yapısı içinde olan insanlar da o dünyevîleşme rüzgârından etkileniyorlar.
Bence birinci plânda dünyevîleşme var. Dünyevîleşmeyle birlikte madde ön plâna çıktığı için, evliliklerde ilk planda gözetilen şey, ekonomik endişeler. Yani bayanın ekonomik özgürlüğünü elinde tutma arayışı, erkeğin de kendine ekonomik açıdan destek olacak bir eş arayışı. Yüzeysel gibi görünse de, derinlerde çok etkileri olan bir durum. Tabii burada ekonomik endişelerin birinci plânda olduğu ve eşlerin de birbirini sadece maddî anlamda tatmin ettiği, meselâ fizikî özellikler, diğer taraftan statü, sosyal konumun sağlama alma ön plânda. Bunlarda çok uzun vadeli tesirleri olan unsurlar değil. Zaten o dünyevîleşmiş insan modelinde biraz aç gözlülük, hevesinin çabuk bitmesi ve çabuk tüketilen değerler karşımıza çıkıyor. Bugün dindar ailelerin aile saadetini oluşturan temel yapılar içerisinde uhrevî birliktelik algısı ne yazık ki zayıf. Lâfa geldiğinde bunu dile getirmek mümkün. Herkes böyle bir şeyi ifade ediyor, ama algı olarak bakıldığında, benim hem bu dünyada, hem ebedi âlemde hayat arkadaşım algısı, çok ön plânda değil. Ön plânda olan nedir, kimin ne kadar gelir getirdiği, kimin sosyal hayatta daha statü sahibi olduğu, eşinin fiziksel anlamda kendini tatmin edip etmediği. Bunların hepsi aslında dünyevî şeyler. Belki uhrevî bir bakış açısında ana yapıyı tamamlayan unsurlar. Tamamlayıcı bir unsurken, şuan ana mesele haline dönüştü. Bir de iç dünya da Allah algısı ve Allah algısının oluşturduğu yaptırımlar tesirini eskisi gibi güçlü devam ettirmiyor. Meselâ bir boşanmada âlemlerin Rabbinin bu olaya soğuk bakıyor olması, insanların gündeminde değil.
Aslında şöyle, kişilik bence bütün insanlar için ciddi anlamda zedelendi. Bir tarafta kulsunuz; Rabbinizin emirlerini yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Bir taraftan da çevrenin çok cazibedar sunumları var. Hem erkek için böyle, hem hanım için böyle. Tesettür Risalesinde de Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, olay fizikî boyuttan bakıldığında, her hanım kendi eşinden daha yakışıklısını bir şekilde görüyor; diziler, gazeteler, magazin… Erkeğe bakıldığında da durum aynı. Her erkek fizikî anlamda kendi hanımından daha güzelini görüyor. Burada olay güzellik veya yakışıklılık üzerine bina edildiğinde, değerler bu şekilde oluştuğunda ki bugünkü eğitim tarzı, ortaya konmuş değerler ve toplumun genel yapısı hep bunları pompalıyor. Kişilik bir taraftan dindar olmaya meyilli, bir taraftan toplumun genel eğilimi altında. Belki tam bir şizofrenik yapı, bir taraftan tesettür bir taraftan ağır bir makyaj. Yani hangi tarafta olduğunu tam netleştirememiş. Tesettürü örtünmekle gizlenmek için mi, yoksa toplumun bir şekilde yavaş yavaş kabullendiği bir değer olduğu için mi yerine getiriyor. Onun net bir şekilde belli olmadığı insan tipleri var. Bence bugün toplumun geneli için bir kişilik ve kimlik problemi mevcut. Hem erkeklerde, hem hanımlarda böyle. Olayın kişilikle bağlantılı şöyle bir boyutu var, dindar erkekler diye tabir ettiğimiz erkekler grubu biraz daha yokluktan ve sıkıntılı bir hayattan yeni yeni zenginleşen noktaya geliyorlar. Sağlam bir kişilik ve kimlik yapısı olmayınca o geldikleri sosyal statüdeki çevre unsurlarından çok daha fazla etkileniyorlar. Daha düne kadar beraber olamadığı insanlarla beraber oluyor ve onların hayat tarzları bir şekilde dışarıdan cazip gözüküyor. Hatta onların cazip göstermeye çalıştığı bir tabloyla yüz yüze: Üç-beş hanımla idare eden, metresleri olan bir arkadaş toplumunda ya da grup içinde o oturmamış kimlik ve kişilikle kendini eksik hissedebiliyor. Bu sefer burada dinî değerleri tırpanlamaya, onları yamultmaya ve bir çıkış yolu bulmaya gidiyor: “O zaman ben de bir dinî nikâh yaparım ve dinî nikâhla sorumluluk alanından çıkararak İslâmî bir kılıf uydurup günaha da girmeden, ben de aynı tarz hayatı yaşayabilirim.” Tabii burada, en yakınındaki insan yani eşi dahi bunu bilmeyecek şekilde yapıyor. Üç beş kişi bir araya gelip, dinî nikâh yapmak gibi çok da fazla nikâhın özüyle ve anlamıyla, ifade ettiği manayla uygun olmayan bir alana doğru gidiyor. Bugünkü dünyada temel bir kimlik ve kişilik problemi bana göre. Aslında kişiliğini sağlam oturtmuş biri bunu yapacaksa bile, eşini ikna edip, ortak bir kararla ancak yapar. Fakat bugün tamamı gizli-saklı, hatta 9–10 yaşlarına gelmiş çocuklarla eşi, ancak o zaman ikinci bir eşin varlığını öğreniyor. Ciddi bir problem bu. Birarada olduğu insanın, bir başka ailesi var, hatta o aileden de bir çocuk var, fakat eşin bundan haberi yok. Bu kadar işin içinde yalan ve dinî nikâh adı altında İslâmî bir kılıf ki nikâhın dinisi de lâdinisi de biraz garip. Nikâh belli bir anlam ifade eder, ilân ön plandadır, eşinin dahi bilmediği bir evlilik, nasıl bir nikâh, nasıl bir anlam ifade ediyor, öyle değil mi! Bunlar hep kendi dünyasında kişilerin kavramları çarpıtması ve temelinde de ciddi bir kişilik problemi.
Erkekler imtihan bazında tamamen benlik ve nefis üzerine yürüyen bir imtihana tâbîler. Şeytanın aslında imtihanı kaybettiği nokta, benliğini ve ateşten yaratılmasını ön plana çıkardığı noktadır. Bu yüzden imtihana daha ciddi muhatap olanlar erkeklerdir. Yani hem nefis, hem de benlik boyutunda Y kromozomunun ve insanı sıkıntıya sokan androjenik yapının kattığı bir durumdur. Östrojen ve androjen kıyaslamasında androjenler, benliği daha da güçlendiren ve daha himaye edici bir duygu katar. Bununla birlikte fizyolojik yapı içinde o benliği güçlendiren nefis dediğimiz şehevani boyut da var. Meselâ östrojenik yapıda biraz daha kuvve-i gadabiye ön plândadır. Ama androjenik yapıda kuvve-i şeheviye biraz daha ön plândadır. Hanımlarda da bu tarz şeyler olmakla birlikte, erkekler buna çok daha yatkın. Fizyolojik bir alt yapı da var burada. Yani imtihanı o alanda daha çetin.
Tabii bu imtihanı verebilmek için de, çok güçlü bir kimlik yapısı, güçlü bir şekillenmiş inanç ve o hormonal yapıyı bile kontrol altına alacak bir Allah sevgisi ve beraberinde Allah korkusu olması gerekiyor.
Tahkikî iman, ama bu bizim şuan çok yaygın kullandığımız şekliyle değil. Adam Allah’ın varlığını izah eden deliller ortaya koyabiliyor ya da ağzı bu konuda çok iyi laf yapıyorsa, sanki böyle bir tahkikî imanmış gibi biliniyor. Ama bence tahkikî iman hissedişte olan bir imandır. Belki biraz daha netleştirebiliriz, meselâ bir adam çok uç noktaya gelmiştir, karşı tarafa şehvet hissettiği bir durumda onun normal şartlarda önünü alabilmesi mümkün değil. Hormonlar açığa çıkmış, kontrol devreden çıkmış ve fizyolojik alanda bütün her şey, yaydan çıkan oka dönüşmüş. Öyle bir tabloda bu adamı frenleyecek bir tek şey olabilir, o an meselâ bir deprem sarsıntısı olursa, o sarsıntıyla önünü alamadığı o duygu ortadan kalkıverir. Şimdi, hissedişte öyle bir Allah algısı ve korkusu olmalı ki, 7,5 şiddetindeki depremin onda oluşturduğu tesiri, hadiseyle yüzleştiği anda hissedebilmeli. Bu tabii önceden yaşananlar ve önceden bilgi düzeyinde olanların duygu düzeyine inmesiyle ilgili bir hadise. Burada genel olarak camiye katılmak, sohbetlere gitmek bir ritüele dönüştü. Seküler bir hayat tarzı var. Orada dindar, ondan sonra dünyanın bir parçası. Tövbe eden, fakat hemen sonra aynı şeylere geri dönen bir yapı var. Tövbenin bir edebinin ve karşılığının olması lâzım. Ama bugün sürekli tövbe eden bir yapımız var. Tesbih çekerken artık nasıl sadece kelimeleri ifade ediyorsak “süb.. süb.. süb..” gibi, kelimelerin ifade edildiği ve karşılığının çok fazla olmadığı bir durumla, o an onun yapılması gerekiyor ve yapıyoruz gibi bir algıyla hareket ediyoruz. Tövbede de çoğu zaman tövbe ettiğimizin bile farkında olmaksızın, tövbeyi ifade eden cümleleri dile getirip dışarı çıktığımız bir ibadet tarzımız, Âlemlerin Rabbiyle bir iletişim tarzımız var. Bu ciddi şekilde gözden geçirilmesi gereken bir durum. Namaz kılan adam, camiye giden adam, Müslüman diye tanımlanan adam nasıl olur da bunları yapar? Olayın bence kaynağında sadece davranışlarda olan ama hissedişte olmayan, yani beynimizdeki korteks dediğimiz, bilgilerin olduğu düzeyde var olup, alt sistemlere, duyguların olduğu sistemlere inmemiş bir Allah algısı, İslâm ve Müslümanlık algısı olduğu için böyle. Bu inanç ve bakış açısı kişini hayatını çok fazla şekillendirmiyor. Dolayısıyla bulunduğu ortamda kendi camiasında farklı, ama oralardan uzaklaşıp başka yerlerde bulunduğu zaman farklı olabiliyor. Sanki Rabbinin kendini görmediğini zannedebilecek bir inanç gelişiyor. O yaptığı işi de sanki hocayı ikna etmekle ya da insanları bir şekilde ikna etmekle örtbas edebileceğini düşünüyor. Ama vicdanını rahatlatmaktan öte de bir anlamı yok bütün bu yapılanların. O da ne derece rahatlatıyor, ayrı bir mesele. Ve bu sefer ciddi kişilik yarılmaları ortaya çıkıyor. Yani bu her tarafı da etkiliyor. Ticaretini doğru dürüst yapamamasında o kimliğin yerleşmemiş olması yatıyor. Sosyal düzen içerisindeki erkek-hanım iletişiminde sağlıksız bir yapının ortaya çıkmasında yine bu yerleşmemiş kimlik var ve nihayetinde ailede de bu yerleşmemiş kimlik ikili oynamalara sebep oluyor. Sadece eşini aldatmıyor ki, ortağını aldatıyor, arkadaşını aldatıyor, sözünde durmamakla en yakın dostunu aldatıyor. Aldatmak noktasındaki hassasiyet kaybolunca, bütün her tarafa yansıyan bir süreç beraberinde geliyor. Çünkü sağlam yerleşmiş o Müslüman erkek kimliği, iç âleminde oluşmuş değil. Ve ifade ettiğiniz gibi bunun tek çıkış yolu var: her şeyi silip, resetleyip, yeni bir bakış açısı kazanmak. Özden, yani enfüsî boyuttan afaka, dış ortama doğru yansıyan bir hayat algısı ve o hayat algısının da kaynağında, Kur’ân’ın, sünnetin ve onların bu asra yansıdığı manaların oluştuğu bir algı sahibi olmak gerekiyor. Kimlik dıştan içe doğru şu an daha belirgin şekilde oluşuyor, hal bu ki, asıl sağlam olanı, içten dışa doğru, çekirdekten ağaca dönüşüm gibi, kendi iç dünyasında yerleşmiş ve yeşermiş duyguların ailede, sosyal hayatta, dünyanın genelindeki insan tablosunda ortaya çıkması gibi bir süreç olması lâzım. Yani enfüse, iç âleme dönmek, biraz bu dış ortamın gürültülü, şatafatlı, şaşalı dünyasını; otomobil markalarını, futbol takımlarını, iyi kıyafetleri, karizmatik erkek olma çabalarını bırakıp, iç âlemle meşgul olan bir insan yönüne doğru dönmek lâzım. Burada sosyal düzenin çok etkisi var. Meselâ herkes kendini bir futbol takımını desteklemek mecburiyetinde hissediyor. Neden böyle, çünkü, içinde bulunduğu ortamlarda, onun hangi takımı tuttuğu sorulduğunda, cevap verememenin ezikliğini yaşıyor. Ama kendi iç dünyasına sorarsanız, o bir eziklik midir, değildir. Toplumun genel yapısının tesiri altında kalıyor. Bu çok basit bir şey. Aynı hal, dün ben üç-beş tane hanımla beraberdim, diyen erkek topluluğunun arasında kendini zafiyet içerisinde hissetmemek için, önce kelimelerde, cümlelerde, ağızda başlayan bir süreç, ondan sonra yavaş yavaş bunun kabullenilebilir hale gelmesi söz konusu oluyor. Eşini aldatmanın normal olması şeklinde bir süreç işliyor.
Biz burada olaya hep benlik noktasından, “Ben hanımım, niye benden Allah’a sığınılıyor?” şeklinde bakıyoruz. Ama burada dişiliğiyle insanları yoldan çıkaran bir realiteden hem Cenab-ı Hak bahsediyor, hem de o duayı eden başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün selef-i salihin dediğimiz salih insanlar topluluğu bahsediyor. Bu bir sosyal gerçektir. Hiç kimse, “ben bu işe girmem, ben kendimi sapasağlam görüyorum, huriler gibi hanımlar dolu olan ortamlarda bile ben en ufak bir yanlış yola sapmam” diyecek özellikte değil. Neticede insan fıtratında nefis var ve imtihanın bir parçası da bu. Yani ateşe atlayıp da yanmam demek gibi bir şey bu. Bu sizin elinizde olan bir durum değil. Cinsî anlamdaki problemlerin merkezinde hanımlar var. Hanımlar bu meselede sağlam dururlarsa, karşı tarafın zaten oynayacak yeri kalmıyor.
Demiştik ya, erkeğin imtihanını güçleştiren bir androjen yapısı var. Fizyolojik açıdan bakıldığında meselâ, östrojen yapıya sahip olan hanımın sabretme potansiyeli, erkeğe göre çok daha fazla. Bir erkeğin iç âlemindeki dürtüleri, meselâ sokakta bir erkeğe sarkıntılık eden genç bir hanım göremezsiniz. Hayvanî boyutta da böyledir, genç erkeklerin genç hanımlara sarkıntılığı söz konusudur. Genç bir hanım bir erkeğe sarkıntılık ediyorsa bile, ortada ciddi patolojik bir durum vardır.
Erkek, erkeksi kimlik yapısından ve Cenab-ı Hakkın Celâl ve Cemal dengesi içerisinde Celâl’i biraz daha temsil etmesi gereken konumda. Celâl’e daha yakın bir özelliği var. Cemal de, yani güzellik, hanıma daha çok yakışıyor. Meselâ güzel bir erkek tabiri çok uymaz. Bu Celâli hissettiren, bunu hissettirmekle beraber, enfüsî âlemde de acziyetinin farkına varacak bir süreci yaşamalı. Hani nasıl yaşıyorsanız, öyle hissediyorsunuz ya, erkeğin imtihanı şu olmalı bence, o celâlî hayat tarzını, hissedişinde cemale çevirip, duygularında acz ve fakrı ön plana çıkarmalı.
Dindar erkeklerin dindar olmayan yanları
ya da dindar gibi gözüken erkekler
ya da dindar gibi gözüken erkekler
Uzman Doktor Hakan Yalman’la, dindar erkeklerin günümüzdeki durumu üzerine konuştuk.
Zaman çok kötü bir zaman; korunmak, karşı koymak çok zor olabilir, ama bir mazeret de değildir… Hakan Yalman, bu formülü şöyle sunuyor: “Erkekler bu imtihanı, o malûm hormonal yapıyı bile kontrol altına alacak bir Allah sevgisiyle geçebilirler.”
Zaman çok kötü bir zaman; korunmak, karşı koymak çok zor olabilir, ama bir mazeret de değildir… Hakan Yalman, bu formülü şöyle sunuyor: “Erkekler bu imtihanı, o malûm hormonal yapıyı bile kontrol altına alacak bir Allah sevgisiyle geçebilirler.”
Hocam, Müslüman erkekler nereye gidiyor?
Müslüman erkeklerin önce bir tanımını yapmak lâzım. Erkek ve Müslüman kimliğiyle birçok insan var çevremizde. Ama bunların Müslüman tanımının neresinde olduğu da önemli. Özellikle Müslüman tanımı geleneksel İslâm anlayışından geliyorsa, bazı İsrailiyat tarzı şeyler de, onunla beraber bir hayat tarzı olarak yerleşiyor. Özellikle de son dönemde, gerek İslâmın bir şekilde yükselen değer olarak algılanması, gerekse değişik dinî grupların faaliyetleri İslâmiyete olan meyli arttırdı. Bu arada eskisi kadar gerçekten bu işin sıkıntısını, tasasını çekmiş ve iç âleminde bunu yerleştirmiş insan tipi yerine, biraz daha şartların gereği ve sosyal hayatın bir parçası gibi İslâmiyeti tercih eden insan sayısı arttı. Bu artışla beraber İslâmın yerleştirdiği o yapının yerini, biraz daha geleneklerin ön plânda olduğu bir yapı aldı. Geleneklerle İslâmı yaşayan erkekler modeli de oldukça arttı. Dolayısıyla burada “Müslüman erkekler nereye gidiyor?” sorusu, sadece Müslüman erkekleri ilgilendiren bir tanım olmaktan çıkıyor, toplumun genelini ilgilendiren bir tanım oluyor. Aslında bu, toplumun nereye gittiğiyle paralel giden bir anlam içeriyor. Yani İslâmiyet, katması gereken değerleri, bana göre, insanların hayatına, dolayısıyla erkeklerin hayatına da belirgin ölçüde katamıyor. Biraz daha olayın ibadet boyutu, dışa yansıyan boyutu ön planda olmakla birlikte, yani namaz kılan ama ticarette düzgün olmayan, namaz kılan ama eşini aldatan, namaz kılan ama İslâmî kaynağı olan ahlâkî değerleri hakkıyla yaşamayan insan modelleri gittikçe artıyor. Burada belki şunu da söyleyebiliriz: İslâmın şu dönemde topluma kattığı değerlerden çok, toplum İslâmı yaşayanlara kendi etkilerini daha fazla hissettiriyor. Tabii bu da toplumun gittiği genel doğrultudan erkeklerin nasipdar olmasına sebep olurken, İslâmla çok uygun olmayan hallerde gözüken erkeklerin sayısını arttırmış oluyor. Bence burada Müslüman olmanın getirdiği bir durumdan ziyade, toplumun bir parçası olan erkeğin Müslüman olmasına veya dışarıdan bakıldığında öyle bir kimlikle algılanmasına rağmen ki, bu kimliğin içerisine sakal cübbe gibi İslâmın şeairinden olan şeyler de bulunsa bile, bu genel rüzgârdan kendilerini çok fazla koruyacak ölçüde, İslamı bir iç değer olarak içine yerleştirmemiş olmaktan veya bugünkü tabirle içselleştirmemiş olmaktan kaynaklanan bir sıkıntı var gibi.
21. yy. buna ciddi anlamda etki yapmıştır, diyebilir miyiz? Çünkü yaşadığımız çağ, erkeğin fıtratını hürce yaşamayı baskılayan bir çağ. İnanan erkeklerin bu zamanda karşılaştığı risk nedir?
Önce birinci planda bir kere herkes bir şekilde ibnüzzaman, yani zamanın çocuğu. Zaman onların ruh hallerini etkiliyor ve onun tesirinden kurtulamıyorlar ve dünyevîleşme süreci bugünkü insanlar üzerinde çok ciddi etkiler oluşturuyor. Burada iki durum var: Ya çok enfüsî âlemde güçlü bir iç dünya oluşturacak ve o dış rüzgârdan kendini muhafaza edecek; ya da o kimlik olarak algıladığı İslâmı dünyevîleşmiş dış yapıyla mezcetmiş bir bakış açısıyla ortaya koyup onu yaşamaya çalışacak. Ne İslâmdan vazgeçecek, ne de toplumun oluşturduğu genel değerlerden vazgeçecek. “Dünyevîleşmiş bir Müslüman modeli”: Bu günkü modern dünyanın özellikle yansıttığı veya dayattığı şey bu. Yani moderniteyle beraber başlayan bir durum, belki de postmodern dönem Batıda aynı arayışın sancısı. Bir şekilde mana, maddenin içersinde yer alması gerekiyor, o arayışın bir başlangıcı belki postmodern yapı. Türkiye’ye veya İslâm dünyasının geneline de bakıldığında o modernitenin dayattığı maddenin ön plana çıktığını görüyoruz. Dünyevîleşme süreci bu şekilde başlıyor. Tabii o dünyevîleşmenin içinde de nefis, heva beraberinde yükseliyor. Ve onların sizin âleminizde oluşturduğu şeylerden çok fazla kendinizi koruyamıyorsunuz. Ve toplumun o genel değerleri sizi bir şekilde tesiri altın alıyor. Hatta burada en sağlam yapı cemaatler. Bir cemaatin mensubu olmak kişiyi muhafaza edecek hal olması gerekiyor, ama o bile şu dönemde çok fazla koruyucu etkisi olan ve geniş kesimleri tesiri altına alan rüzgârın karşısında dimdik duramıyor. Çünkü nihayetinde cemaatlerin de bir dünyevîleşme süreci var. Ve o süreç ister istemez o cemaatin genel yapısına da sirayet ediyor. Marjinal kimliğin getirdiği bir tek avantaj var: O da kendi sahip olduğu değerlere daha sağlam tutunup muhafaza edebilmek. Yani gerek cemaatlerin, gerek Müslüman adı altındaki kimliğin marjinal olduğu dönemlerde insanlar daha sağlam bir şekilde bunu muhafaza ediyorlardı. Bugün artık toplumun geneline mal olduğunda, toplumun genelindeki zaaflardan da ister istemez kesişim kümesinde bu sefer bir cemaat kimliğiyle dahi olsa, onun o genel yapısı içinde olan insanlar da o dünyevîleşme rüzgârından etkileniyorlar.
Bu bahsettiklerinizin aile hayatına yansıması nasıl? Meselâ, dindar ailelerde artan boşanmaların sebebini dünyevîleşmeye mi bağlamalıyız?
Bence birinci plânda dünyevîleşme var. Dünyevîleşmeyle birlikte madde ön plâna çıktığı için, evliliklerde ilk planda gözetilen şey, ekonomik endişeler. Yani bayanın ekonomik özgürlüğünü elinde tutma arayışı, erkeğin de kendine ekonomik açıdan destek olacak bir eş arayışı. Yüzeysel gibi görünse de, derinlerde çok etkileri olan bir durum. Tabii burada ekonomik endişelerin birinci plânda olduğu ve eşlerin de birbirini sadece maddî anlamda tatmin ettiği, meselâ fizikî özellikler, diğer taraftan statü, sosyal konumun sağlama alma ön plânda. Bunlarda çok uzun vadeli tesirleri olan unsurlar değil. Zaten o dünyevîleşmiş insan modelinde biraz aç gözlülük, hevesinin çabuk bitmesi ve çabuk tüketilen değerler karşımıza çıkıyor. Bugün dindar ailelerin aile saadetini oluşturan temel yapılar içerisinde uhrevî birliktelik algısı ne yazık ki zayıf. Lâfa geldiğinde bunu dile getirmek mümkün. Herkes böyle bir şeyi ifade ediyor, ama algı olarak bakıldığında, benim hem bu dünyada, hem ebedi âlemde hayat arkadaşım algısı, çok ön plânda değil. Ön plânda olan nedir, kimin ne kadar gelir getirdiği, kimin sosyal hayatta daha statü sahibi olduğu, eşinin fiziksel anlamda kendini tatmin edip etmediği. Bunların hepsi aslında dünyevî şeyler. Belki uhrevî bir bakış açısında ana yapıyı tamamlayan unsurlar. Tamamlayıcı bir unsurken, şuan ana mesele haline dönüştü. Bir de iç dünya da Allah algısı ve Allah algısının oluşturduğu yaptırımlar tesirini eskisi gibi güçlü devam ettirmiyor. Meselâ bir boşanmada âlemlerin Rabbinin bu olaya soğuk bakıyor olması, insanların gündeminde değil.
Şöyle de bir durum var, zengin erkeklerin ya da paranın sıcak cazibesini sonradan fark eden erkeklerin ikinci bir eş algısı. 2. bir eş olmasa da aldatma durumları ortada. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bence olayın iki boyutu var: Yani olay tamamen erkekler kaynaklı bir olay değil. Dindar hanımlar bir kere bütün meziyetlerini ve güzelliklerini sergileyebilme boyutunu, daha güzel daha dikkatli giyinme boyutunu dışa yansıtıyor. Evde ne kadar paspal olabilirse o kadar paspal, ama dışarıda çok alımlı olmaya çalışan bir dindar hanım modeli de var bugün. Nihayetinde erkeğin fizyolojik bir yapısı var. Ve bugün cemiyet hakikaten insanın kendini muhafaza edebilmesini güçleştiren çok cazip şeyler sunuyor. Televizyon bombardımanı, gazeteler, etrafta alımlı ve kendini sergilemeye çalışan kadınlar var. Bir hanımın eşini kendine bağlayabilme endişesi bu gün ne kadar var, sorgulamak lâzım. Zaten evliliğe başlarken de sanki bitirmek niyetiyle başlarcasına ekonomik özgürlüğümü elime alayım, ondan sonra evleneyim, deniyor. Bu ne demektir, sıkıştığım yerde hemen ben, “leküm diniküm veliyedin, sen yoluna ben yoluma” diyeyim. Tabii bu bilinçaltında işi çok kolay hale getiriyor. Yani dışarı meyleden eşini, merkeze çekmek gibi bir uğraş olmaksızın, boşanma yoluna gidilebiliyor. Uç örnekler de var, eşinin yaptığını yapmaya meyleden, aynı acıyı yaşatacağım, diyen ve eşini aldatmaya meyleden tesettürlü hanımlar yavaş yavaş türemeye başladı.
Nedir bu, kişilik bozukluğu mu ortaya çıkıyor?
Aslında şöyle, kişilik bence bütün insanlar için ciddi anlamda zedelendi. Bir tarafta kulsunuz; Rabbinizin emirlerini yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Bir taraftan da çevrenin çok cazibedar sunumları var. Hem erkek için böyle, hem hanım için böyle. Tesettür Risalesinde de Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, olay fizikî boyuttan bakıldığında, her hanım kendi eşinden daha yakışıklısını bir şekilde görüyor; diziler, gazeteler, magazin… Erkeğe bakıldığında da durum aynı. Her erkek fizikî anlamda kendi hanımından daha güzelini görüyor. Burada olay güzellik veya yakışıklılık üzerine bina edildiğinde, değerler bu şekilde oluştuğunda ki bugünkü eğitim tarzı, ortaya konmuş değerler ve toplumun genel yapısı hep bunları pompalıyor. Kişilik bir taraftan dindar olmaya meyilli, bir taraftan toplumun genel eğilimi altında. Belki tam bir şizofrenik yapı, bir taraftan tesettür bir taraftan ağır bir makyaj. Yani hangi tarafta olduğunu tam netleştirememiş. Tesettürü örtünmekle gizlenmek için mi, yoksa toplumun bir şekilde yavaş yavaş kabullendiği bir değer olduğu için mi yerine getiriyor. Onun net bir şekilde belli olmadığı insan tipleri var. Bence bugün toplumun geneli için bir kişilik ve kimlik problemi mevcut. Hem erkeklerde, hem hanımlarda böyle. Olayın kişilikle bağlantılı şöyle bir boyutu var, dindar erkekler diye tabir ettiğimiz erkekler grubu biraz daha yokluktan ve sıkıntılı bir hayattan yeni yeni zenginleşen noktaya geliyorlar. Sağlam bir kişilik ve kimlik yapısı olmayınca o geldikleri sosyal statüdeki çevre unsurlarından çok daha fazla etkileniyorlar. Daha düne kadar beraber olamadığı insanlarla beraber oluyor ve onların hayat tarzları bir şekilde dışarıdan cazip gözüküyor. Hatta onların cazip göstermeye çalıştığı bir tabloyla yüz yüze: Üç-beş hanımla idare eden, metresleri olan bir arkadaş toplumunda ya da grup içinde o oturmamış kimlik ve kişilikle kendini eksik hissedebiliyor. Bu sefer burada dinî değerleri tırpanlamaya, onları yamultmaya ve bir çıkış yolu bulmaya gidiyor: “O zaman ben de bir dinî nikâh yaparım ve dinî nikâhla sorumluluk alanından çıkararak İslâmî bir kılıf uydurup günaha da girmeden, ben de aynı tarz hayatı yaşayabilirim.” Tabii burada, en yakınındaki insan yani eşi dahi bunu bilmeyecek şekilde yapıyor. Üç beş kişi bir araya gelip, dinî nikâh yapmak gibi çok da fazla nikâhın özüyle ve anlamıyla, ifade ettiği manayla uygun olmayan bir alana doğru gidiyor. Bugünkü dünyada temel bir kimlik ve kişilik problemi bana göre. Aslında kişiliğini sağlam oturtmuş biri bunu yapacaksa bile, eşini ikna edip, ortak bir kararla ancak yapar. Fakat bugün tamamı gizli-saklı, hatta 9–10 yaşlarına gelmiş çocuklarla eşi, ancak o zaman ikinci bir eşin varlığını öğreniyor. Ciddi bir problem bu. Birarada olduğu insanın, bir başka ailesi var, hatta o aileden de bir çocuk var, fakat eşin bundan haberi yok. Bu kadar işin içinde yalan ve dinî nikâh adı altında İslâmî bir kılıf ki nikâhın dinisi de lâdinisi de biraz garip. Nikâh belli bir anlam ifade eder, ilân ön plandadır, eşinin dahi bilmediği bir evlilik, nasıl bir nikâh, nasıl bir anlam ifade ediyor, öyle değil mi! Bunlar hep kendi dünyasında kişilerin kavramları çarpıtması ve temelinde de ciddi bir kişilik problemi.
Bir de nikâha kadar gitmeyen, ama bir şekilde aldatma sınırına vardıran bir kavram var karşımızda: çapkınlık. Bunun psikolojik alt yapısı nedir?
Erkekler imtihan bazında tamamen benlik ve nefis üzerine yürüyen bir imtihana tâbîler. Şeytanın aslında imtihanı kaybettiği nokta, benliğini ve ateşten yaratılmasını ön plana çıkardığı noktadır. Bu yüzden imtihana daha ciddi muhatap olanlar erkeklerdir. Yani hem nefis, hem de benlik boyutunda Y kromozomunun ve insanı sıkıntıya sokan androjenik yapının kattığı bir durumdur. Östrojen ve androjen kıyaslamasında androjenler, benliği daha da güçlendiren ve daha himaye edici bir duygu katar. Bununla birlikte fizyolojik yapı içinde o benliği güçlendiren nefis dediğimiz şehevani boyut da var. Meselâ östrojenik yapıda biraz daha kuvve-i gadabiye ön plândadır. Ama androjenik yapıda kuvve-i şeheviye biraz daha ön plândadır. Hanımlarda da bu tarz şeyler olmakla birlikte, erkekler buna çok daha yatkın. Fizyolojik bir alt yapı da var burada. Yani imtihanı o alanda daha çetin.
Bu imtihanı geçmek için ne lâzım?
Tabii bu imtihanı verebilmek için de, çok güçlü bir kimlik yapısı, güçlü bir şekillenmiş inanç ve o hormonal yapıyı bile kontrol altına alacak bir Allah sevgisi ve beraberinde Allah korkusu olması gerekiyor.
Bu nasıl olacak? Tahkikî iman dediğimiz boyuttan mı bahsediyoruz?
Tahkikî iman, ama bu bizim şuan çok yaygın kullandığımız şekliyle değil. Adam Allah’ın varlığını izah eden deliller ortaya koyabiliyor ya da ağzı bu konuda çok iyi laf yapıyorsa, sanki böyle bir tahkikî imanmış gibi biliniyor. Ama bence tahkikî iman hissedişte olan bir imandır. Belki biraz daha netleştirebiliriz, meselâ bir adam çok uç noktaya gelmiştir, karşı tarafa şehvet hissettiği bir durumda onun normal şartlarda önünü alabilmesi mümkün değil. Hormonlar açığa çıkmış, kontrol devreden çıkmış ve fizyolojik alanda bütün her şey, yaydan çıkan oka dönüşmüş. Öyle bir tabloda bu adamı frenleyecek bir tek şey olabilir, o an meselâ bir deprem sarsıntısı olursa, o sarsıntıyla önünü alamadığı o duygu ortadan kalkıverir. Şimdi, hissedişte öyle bir Allah algısı ve korkusu olmalı ki, 7,5 şiddetindeki depremin onda oluşturduğu tesiri, hadiseyle yüzleştiği anda hissedebilmeli. Bu tabii önceden yaşananlar ve önceden bilgi düzeyinde olanların duygu düzeyine inmesiyle ilgili bir hadise. Burada genel olarak camiye katılmak, sohbetlere gitmek bir ritüele dönüştü. Seküler bir hayat tarzı var. Orada dindar, ondan sonra dünyanın bir parçası. Tövbe eden, fakat hemen sonra aynı şeylere geri dönen bir yapı var. Tövbenin bir edebinin ve karşılığının olması lâzım. Ama bugün sürekli tövbe eden bir yapımız var. Tesbih çekerken artık nasıl sadece kelimeleri ifade ediyorsak “süb.. süb.. süb..” gibi, kelimelerin ifade edildiği ve karşılığının çok fazla olmadığı bir durumla, o an onun yapılması gerekiyor ve yapıyoruz gibi bir algıyla hareket ediyoruz. Tövbede de çoğu zaman tövbe ettiğimizin bile farkında olmaksızın, tövbeyi ifade eden cümleleri dile getirip dışarı çıktığımız bir ibadet tarzımız, Âlemlerin Rabbiyle bir iletişim tarzımız var. Bu ciddi şekilde gözden geçirilmesi gereken bir durum. Namaz kılan adam, camiye giden adam, Müslüman diye tanımlanan adam nasıl olur da bunları yapar? Olayın bence kaynağında sadece davranışlarda olan ama hissedişte olmayan, yani beynimizdeki korteks dediğimiz, bilgilerin olduğu düzeyde var olup, alt sistemlere, duyguların olduğu sistemlere inmemiş bir Allah algısı, İslâm ve Müslümanlık algısı olduğu için böyle. Bu inanç ve bakış açısı kişini hayatını çok fazla şekillendirmiyor. Dolayısıyla bulunduğu ortamda kendi camiasında farklı, ama oralardan uzaklaşıp başka yerlerde bulunduğu zaman farklı olabiliyor. Sanki Rabbinin kendini görmediğini zannedebilecek bir inanç gelişiyor. O yaptığı işi de sanki hocayı ikna etmekle ya da insanları bir şekilde ikna etmekle örtbas edebileceğini düşünüyor. Ama vicdanını rahatlatmaktan öte de bir anlamı yok bütün bu yapılanların. O da ne derece rahatlatıyor, ayrı bir mesele. Ve bu sefer ciddi kişilik yarılmaları ortaya çıkıyor. Yani bu her tarafı da etkiliyor. Ticaretini doğru dürüst yapamamasında o kimliğin yerleşmemiş olması yatıyor. Sosyal düzen içerisindeki erkek-hanım iletişiminde sağlıksız bir yapının ortaya çıkmasında yine bu yerleşmemiş kimlik var ve nihayetinde ailede de bu yerleşmemiş kimlik ikili oynamalara sebep oluyor. Sadece eşini aldatmıyor ki, ortağını aldatıyor, arkadaşını aldatıyor, sözünde durmamakla en yakın dostunu aldatıyor. Aldatmak noktasındaki hassasiyet kaybolunca, bütün her tarafa yansıyan bir süreç beraberinde geliyor. Çünkü sağlam yerleşmiş o Müslüman erkek kimliği, iç âleminde oluşmuş değil. Ve ifade ettiğiniz gibi bunun tek çıkış yolu var: her şeyi silip, resetleyip, yeni bir bakış açısı kazanmak. Özden, yani enfüsî boyuttan afaka, dış ortama doğru yansıyan bir hayat algısı ve o hayat algısının da kaynağında, Kur’ân’ın, sünnetin ve onların bu asra yansıdığı manaların oluştuğu bir algı sahibi olmak gerekiyor. Kimlik dıştan içe doğru şu an daha belirgin şekilde oluşuyor, hal bu ki, asıl sağlam olanı, içten dışa doğru, çekirdekten ağaca dönüşüm gibi, kendi iç dünyasında yerleşmiş ve yeşermiş duyguların ailede, sosyal hayatta, dünyanın genelindeki insan tablosunda ortaya çıkması gibi bir süreç olması lâzım. Yani enfüse, iç âleme dönmek, biraz bu dış ortamın gürültülü, şatafatlı, şaşalı dünyasını; otomobil markalarını, futbol takımlarını, iyi kıyafetleri, karizmatik erkek olma çabalarını bırakıp, iç âlemle meşgul olan bir insan yönüne doğru dönmek lâzım. Burada sosyal düzenin çok etkisi var. Meselâ herkes kendini bir futbol takımını desteklemek mecburiyetinde hissediyor. Neden böyle, çünkü, içinde bulunduğu ortamlarda, onun hangi takımı tuttuğu sorulduğunda, cevap verememenin ezikliğini yaşıyor. Ama kendi iç dünyasına sorarsanız, o bir eziklik midir, değildir. Toplumun genel yapısının tesiri altında kalıyor. Bu çok basit bir şey. Aynı hal, dün ben üç-beş tane hanımla beraberdim, diyen erkek topluluğunun arasında kendini zafiyet içerisinde hissetmemek için, önce kelimelerde, cümlelerde, ağızda başlayan bir süreç, ondan sonra yavaş yavaş bunun kabullenilebilir hale gelmesi söz konusu oluyor. Eşini aldatmanın normal olması şeklinde bir süreç işliyor.
Bu çapkınlık ve aldatma meselesinde, sorumluluğu tamamen erkeklere vermek doğru mu? Hani hep derler ya, bir kadın eğer gerçekten istemezse, bir erkek ona yaklaşamaz, diye… Kadınların bu sorumlulukta hiç mi payı yok?
Evet, bu çok ilginç bir durumdur, tesbihatta “fitnetin nisa, belâin nisa, şerrin nisa” şeklinde onlardan muhafaza olmak için Cenab-ı Hakka yalvarıyoruz. Bir hanım kardeşimiz vardı meselâ, bunu hazmedemediğini, niye burada “recul yani erkek” yok, hanımlar sanki fitne, belâ ve şer odağıymış gibi gösteriliyor, derdi. Burada olay aslında fizikî anlamda kadın ve erkek olmak anlamını ifade etmiyor. Hanım, meselâ dua ederken “min fitnetin, min şerrin racul” diye dua etmiyor. Erkek de hanım da, aynı şekilde dua ediyor, öyle değil mi? Aslında oradaki “belâ” hanımları da ilgilendiren bir belâ. Hanımlık özelliğinden, kimliğinden, hanımlık konumundan kaynaklanan, toplum içerisinde çok tesirini gösteren belâlar. Bir hanım aslında kendi hanımlık özelliklerini satmıyor ve bunları pazarlamıyor olsa, problem kaynağından çözülmüş olacak. İşin merkezinde olan sıkıntı, hanımların o iffet ve namus hassasiyetlerinin ortadan kalkması. Burada hanımlığı, dişiliği, topyekûn bir anlam olarak kabul etmek lâzım. Bu hassasiyete dikkat etmeyen hanımlar, başta hemcinslerine zarar veriyorlar. Bugün sağlıklı bir aile hayatı varken, eşinden olan bir hanımın, karşısındaki bu zemini hazırlayan nedir, yine başka bir hanımın cazibeli olan o tabloyu sergilemesi. Ve ilginç bir nokta, o itiraz eden arkadaşımız, bir başka hanımın kendi eşine yönelik böyle bir durumundan dolayı boşanma noktasına geldi. O aynı duayı çok daha içten edecek bir konuma geldi.
Böyle olacağını tahmin ettiğimiz halde niye gocunuyoruz?
Biz burada olaya hep benlik noktasından, “Ben hanımım, niye benden Allah’a sığınılıyor?” şeklinde bakıyoruz. Ama burada dişiliğiyle insanları yoldan çıkaran bir realiteden hem Cenab-ı Hak bahsediyor, hem de o duayı eden başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün selef-i salihin dediğimiz salih insanlar topluluğu bahsediyor. Bu bir sosyal gerçektir. Hiç kimse, “ben bu işe girmem, ben kendimi sapasağlam görüyorum, huriler gibi hanımlar dolu olan ortamlarda bile ben en ufak bir yanlış yola sapmam” diyecek özellikte değil. Neticede insan fıtratında nefis var ve imtihanın bir parçası da bu. Yani ateşe atlayıp da yanmam demek gibi bir şey bu. Bu sizin elinizde olan bir durum değil. Cinsî anlamdaki problemlerin merkezinde hanımlar var. Hanımlar bu meselede sağlam dururlarsa, karşı tarafın zaten oynayacak yeri kalmıyor.
O zaman erkeklerin dört hanımla ya da gayrı Müslimlerle evlenme “izni,” sahip olduğu bu zafiyetten mi kaynaklanıyor?
Demiştik ya, erkeğin imtihanını güçleştiren bir androjen yapısı var. Fizyolojik açıdan bakıldığında meselâ, östrojen yapıya sahip olan hanımın sabretme potansiyeli, erkeğe göre çok daha fazla. Bir erkeğin iç âlemindeki dürtüleri, meselâ sokakta bir erkeğe sarkıntılık eden genç bir hanım göremezsiniz. Hayvanî boyutta da böyledir, genç erkeklerin genç hanımlara sarkıntılığı söz konusudur. Genç bir hanım bir erkeğe sarkıntılık ediyorsa bile, ortada ciddi patolojik bir durum vardır.
Olaya fizyolojik açından da bakıldığında hanımlar biraz daha avantajlı yaratılmış. Ben hep onu diyorum, şefkat ön planda. Risale-i Nur’un da temel ölçü ve prensiplerinden olan acz ve fakr, fıtraten zaten bir hanımda var. Çok ayrı bir gayret göstermesine gerek olmaksızın, acz ve fakrı rahatlıkla yaşıyor. Ve diğer bir nokta, şefkat. Şefkat de zaten fıtratında var. İmtihan boyutundan bakıldığında, Cenab-ı Hak, erkeklerden Hz. Muhammed (asm) gibi bir peygamber çıkarmış, ama bütün insanlık adına bakıldığında imtihanın en ciddi yaşandığı nokta da erkek kimliği. Yani İslâmî bir hayat tarzına, bir hanım hep daha yakındır.
Erkeğin bu noktada avantajları var mı? Erkeğe fıtrî olarak en çok yakışan duygu nedir?
Erkek, erkeksi kimlik yapısından ve Cenab-ı Hakkın Celâl ve Cemal dengesi içerisinde Celâl’i biraz daha temsil etmesi gereken konumda. Celâl’e daha yakın bir özelliği var. Cemal de, yani güzellik, hanıma daha çok yakışıyor. Meselâ güzel bir erkek tabiri çok uymaz. Bu Celâli hissettiren, bunu hissettirmekle beraber, enfüsî âlemde de acziyetinin farkına varacak bir süreci yaşamalı. Hani nasıl yaşıyorsanız, öyle hissediyorsunuz ya, erkeğin imtihanı şu olmalı bence, o celâlî hayat tarzını, hissedişinde cemale çevirip, duygularında acz ve fakrı ön plana çıkarmalı.
Şimdilerde celâlini yitirmiş erkekler var, bir diğer deyişle feminenleşen erkekler… Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Burada özellikle toplumun genel eğilimleri etkili. Her insanın fıtratın şekillenmesi, biyolojik yapının şekillenmesi sürecinde, erkek ve bayan kimliği bir noktaya kadar birlikte gidip, belli bir noktadan sonra ayrışıyor. Ve her insanın iç dünyasında, meselâ kadında testesteron olduğu gibi, erkekte de östrojen var. Dolayısıyla zaman zaman östrojenik etkiler erkeğin ruh dünyasında veya testesteronun oluşturduğu etkiler kadının ruh dünyasında hissedilebilir. Bunu dengeli bir kimlik yapısıyla bir yere oturtmadığınızda kimlik arayışı içerisindeyken önünde sağlam bir örnek olmadığında, babasına veya erkeklere karşı beslediği olumsuz duygular da varsa bu tarz şeylere meylediyorlar. Çocukluk çağında sürekli böyle el bebek gül bebek yetiştirilip, kişiliğine ve kimliğine uygun tavırlar sergilenmeyen erkeklerden zaman içerisinde hanımlık tarafına meyledenler var. Bir şekilde siz aslana et, ata da ot vermelisiniz. Çocukluk döneminde, erkek çocuğuna enesini hissettirmek aslında olumlu da bir hal.
Bu nasıl olacak peki, denge nasıl sağlanmalı?
Erkeksi sorumlulukları bir nebze ön plana çıkartarak yapılmalı. Bir de babayla olan kimlik birleşiminin ön plana çıkartılması ve arttırılması gerekiyor. Babanın fıtratı düzgünse, feminen haller yoksa, çocuk bunu aynen modelleyecektir. Bir de son zamanlarda artık homoseksüelliğin olağan gibi gösterildiği bir süreç var. Amerika Başkanı Obama, ilk konuşmasına homoseksüelleri de selâmlayarak başladı, böyle bir dünyaya adım atıyoruz yavaş yavaş. Kimliğin çok temel unsurlarından biri cinsiyet algısı. Erkek ya da kadın olup da, cinsiyeti tam oturmamış insanların, kimlik arayışları böyle bir dünyada sağlıklı sonuçlanamıyor.
Tuba Nur Arıcan Telci
Bizim Aile Dergisi;
Aralık2008 sayısından
Bizim Aile Dergisi;
Aralık2008 sayısından