Günümüzdeki İktisat İliminin Tarifi
[FONT=verdana,sans-serif]İlhan ÖZTİN[/FONT]
[FONT=verdana,sans-serif]İktisat: “Sınırlı insan ihtiyaçlarını, sınırsız imkanlardan yararlanabilmesi için bir disiplin geliştirmesi gereken bilim dalıdır. Bu bilimin amacı da; Allah'ın sunduğu sayısız ve sınırsız nimetleri bütün insanlığın adilane ve hakça paylaşımına sunması ve beşeriyetin refahını arttırmaktır.”
“Gereken” diyorum; çünkü şu anda iktisat bilimi bırakın böyle bir disiplini geliştirmek, aksine insanların ortak kullanımına sunulmuş varlık âlemini, sadece sermaye çevrelerinin menfaat,çıkarlarına hizmet edecek şekilde, dünyamızı hoyratça harcamaya yönlendirmeyi amaç edinmiş görünüyor.
Bu dünya; Yaratıcımız yüce Rabbimiz tarafından, insanlığın ortak kullanımına sunulmuş, Allah'ın mülküdür. Üretim kültürünü geliştirerek, yine insanlığın faydasına sunmak, fakat sadece bu günü değil bizden sonraki nesilleri de düşünerek üretmek,tüketmek ve kullanmak esas maksadımız olmalı değil mi? Son zamanlarda elektronik postalarda dolaşan ve bir Kızılderili ata sözü olduğu söylenen, “Bu dünyayı gelecek nesillerden emanet aldık.” mealindeki ifade, konuya çarpıcı bir bakış açısı da getiriyor.
Diğer taraftan bu bilim dalının tarifinde ortak yaklaşım, “İnsanların sonsuz sayılacak miktardaki ihtiyaçlarını, sınırlı olan kaynaklar ile en iyi şekilde karşılayıp gidermenin yollarını araştırmak, böylece genel olarak insanlığın refahını arttırmaktır.” biçiminde sunulmaktadır. Oysa tanımın içinde yer alan, “Genel olarak insanlığın refahını arttırmak.” tabiri nasıl sırıtıyor görebiliyor muyuz? Tabiî bu nereden ve nasıl baktığınıza bağlı bir değerlendirmedir. Zira özendiğimiz(!) batı medeniyetinin, beş menfî esas üzerine bina etmiş olduğu mevcut yapısını meşrulaştırma çabasıdır da diyebiliriz.
Bediüzzaman Hazretleri Sünühat adlı eserinin 44.cü sayfasında, bu beş menfi eses üzerine bina edilmiş medeniyet esaslarını sıralayarak; işin iktisat teorisini ilgilendiren son esasına şöyle yaklaşmaktadır:
“Cazibedar, yani insana en çekici gelen hizmeti; insanın meşru veya gayri meşru heva ve hevesini, nefsin arzu ve isteklerini kamçılayıp coşturarak, şekillendirdiğ,yönlendirdiği "sözde" arzuları tatmin etmek suretiyle, bu isteklerini kolay ulaşabilir hale getirmektir. O heva ve nefsin arzusu ise; keyfiyeti itibariyle insanı melek derecesinden, köpek derekesine indirir. İnsanın mânevî çöküşüne sebep olur. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, hayal aynamızdaki tasvirleri, kurt, ayı, yılan, domuz ve maymun gibi görünür.
İşte onun için bu mevcut medeniyet, insanlığın %80 ini meşakkate atmış olup; halinden şikayet eder duruma düşürmüştür. %10 unu hayali ve sahte bir saadete çıkarmasına karşılık diğer %10 unu da, ortada bir yerde bırakmış. Oysa saadet ve refah odur ki; herkese veya çoğunluğa saadet olmalı. Bu bile en asgari bir kabuldür ki, İnsanlık âlemine rahmet olan Kur'an, ancak umumun veya en azından ekseriyetin saadetini içine alan bir medeniyeti kabul eder.
Hem nefsin arzu ve isteklerine, sınırsız bir hürriyet tanımının insanda yol açtığı baskıyla, zarûrî olmayan ihtiyaçlar, görenek,alışkanlık,taklit gibi bazı heveslerle zarûrî ihtiyaçlar haline gelmişlerdir. İnsanlığın temelinde bir adam dört şeye muhtaç iken, günümüz medeniyeti yüz hatta bin şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Dolayısıyla meşrû dairedeki çalışmaya dayalı emek, masrafa kâfî gelmediğinden; insanları hileye, harama yönlendirmekle, ahlâkın esasını ifsad edip; bozmuştur.”
“İnsanların sonsuz sayılacak miktardaki ihtiyaçlarını, sınırlı olan kaynaklar ile en iyi şekilde gidermenin yollarını araştırmak, böylece genel olarak insanlığın refahını arttırmaktır.” ifadesi, bir akademik kurumun iktisat bilimi için yaptığı tanımlamanın takdimidir. Halbuki biliyoruz ki insan, zaman ve mekân sınırlarıyla kayıtlıdır. Bu kayıt, insanın bizzat kendi fiziksel kullanım sınırlarıyla birlikte, ömür denen müddetle de sınırlıdır. Böyle sınırları olan insanın ihtiyaçları nasıl sınırsız olabilir? Bu mümkün mü?
[/FONT]
[FONT=verdana,sans-serif]İlhan ÖZTİN[/FONT]
[FONT=verdana,sans-serif]İktisat: “Sınırlı insan ihtiyaçlarını, sınırsız imkanlardan yararlanabilmesi için bir disiplin geliştirmesi gereken bilim dalıdır. Bu bilimin amacı da; Allah'ın sunduğu sayısız ve sınırsız nimetleri bütün insanlığın adilane ve hakça paylaşımına sunması ve beşeriyetin refahını arttırmaktır.”
“Gereken” diyorum; çünkü şu anda iktisat bilimi bırakın böyle bir disiplini geliştirmek, aksine insanların ortak kullanımına sunulmuş varlık âlemini, sadece sermaye çevrelerinin menfaat,çıkarlarına hizmet edecek şekilde, dünyamızı hoyratça harcamaya yönlendirmeyi amaç edinmiş görünüyor.
Bu dünya; Yaratıcımız yüce Rabbimiz tarafından, insanlığın ortak kullanımına sunulmuş, Allah'ın mülküdür. Üretim kültürünü geliştirerek, yine insanlığın faydasına sunmak, fakat sadece bu günü değil bizden sonraki nesilleri de düşünerek üretmek,tüketmek ve kullanmak esas maksadımız olmalı değil mi? Son zamanlarda elektronik postalarda dolaşan ve bir Kızılderili ata sözü olduğu söylenen, “Bu dünyayı gelecek nesillerden emanet aldık.” mealindeki ifade, konuya çarpıcı bir bakış açısı da getiriyor.
Diğer taraftan bu bilim dalının tarifinde ortak yaklaşım, “İnsanların sonsuz sayılacak miktardaki ihtiyaçlarını, sınırlı olan kaynaklar ile en iyi şekilde karşılayıp gidermenin yollarını araştırmak, böylece genel olarak insanlığın refahını arttırmaktır.” biçiminde sunulmaktadır. Oysa tanımın içinde yer alan, “Genel olarak insanlığın refahını arttırmak.” tabiri nasıl sırıtıyor görebiliyor muyuz? Tabiî bu nereden ve nasıl baktığınıza bağlı bir değerlendirmedir. Zira özendiğimiz(!) batı medeniyetinin, beş menfî esas üzerine bina etmiş olduğu mevcut yapısını meşrulaştırma çabasıdır da diyebiliriz.
Bediüzzaman Hazretleri Sünühat adlı eserinin 44.cü sayfasında, bu beş menfi eses üzerine bina edilmiş medeniyet esaslarını sıralayarak; işin iktisat teorisini ilgilendiren son esasına şöyle yaklaşmaktadır:
“Cazibedar, yani insana en çekici gelen hizmeti; insanın meşru veya gayri meşru heva ve hevesini, nefsin arzu ve isteklerini kamçılayıp coşturarak, şekillendirdiğ,yönlendirdiği "sözde" arzuları tatmin etmek suretiyle, bu isteklerini kolay ulaşabilir hale getirmektir. O heva ve nefsin arzusu ise; keyfiyeti itibariyle insanı melek derecesinden, köpek derekesine indirir. İnsanın mânevî çöküşüne sebep olur. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, hayal aynamızdaki tasvirleri, kurt, ayı, yılan, domuz ve maymun gibi görünür.
İşte onun için bu mevcut medeniyet, insanlığın %80 ini meşakkate atmış olup; halinden şikayet eder duruma düşürmüştür. %10 unu hayali ve sahte bir saadete çıkarmasına karşılık diğer %10 unu da, ortada bir yerde bırakmış. Oysa saadet ve refah odur ki; herkese veya çoğunluğa saadet olmalı. Bu bile en asgari bir kabuldür ki, İnsanlık âlemine rahmet olan Kur'an, ancak umumun veya en azından ekseriyetin saadetini içine alan bir medeniyeti kabul eder.
Hem nefsin arzu ve isteklerine, sınırsız bir hürriyet tanımının insanda yol açtığı baskıyla, zarûrî olmayan ihtiyaçlar, görenek,alışkanlık,taklit gibi bazı heveslerle zarûrî ihtiyaçlar haline gelmişlerdir. İnsanlığın temelinde bir adam dört şeye muhtaç iken, günümüz medeniyeti yüz hatta bin şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Dolayısıyla meşrû dairedeki çalışmaya dayalı emek, masrafa kâfî gelmediğinden; insanları hileye, harama yönlendirmekle, ahlâkın esasını ifsad edip; bozmuştur.”
“İnsanların sonsuz sayılacak miktardaki ihtiyaçlarını, sınırlı olan kaynaklar ile en iyi şekilde gidermenin yollarını araştırmak, böylece genel olarak insanlığın refahını arttırmaktır.” ifadesi, bir akademik kurumun iktisat bilimi için yaptığı tanımlamanın takdimidir. Halbuki biliyoruz ki insan, zaman ve mekân sınırlarıyla kayıtlıdır. Bu kayıt, insanın bizzat kendi fiziksel kullanım sınırlarıyla birlikte, ömür denen müddetle de sınırlıdır. Böyle sınırları olan insanın ihtiyaçları nasıl sınırsız olabilir? Bu mümkün mü?
[/FONT]