Konuya cevap cer

İhlası kazanmak ve muhafaza etmek...

             02 Haziran 2011 / 00:01

             Günün Risale-i Nur dersi...

        

                                      Bismillahirrahmanirrahim

    Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.

     -1-

     -1-

     -2-

     -3-

     -4-

    EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:

    Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,

    en büyük bir kuvvet,

    en makbul bir şefaatçi,

    en metin bir nokta-i istinad,

    en kısa bir tarik-i hakikat,

    en makbul bir duâ-i mânevî,

    en kerametli bir vesile-i makasıd,

    en yüksek bir haslet,

    en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.

     Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.  Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve  şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde  bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet  ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i  Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette,  herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve  mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet  derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i  kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.

    (Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41)  âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i  ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne,  sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı  için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna  tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i  imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

    Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu  mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir.  İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

    Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm (Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.

    İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

    BİRİNCİ DÜSTURUNUZ

    Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

     Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse,  bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra,  isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız  halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu  hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat  yapmak gerektir.

    İKİNCİ DÜSTURUNUZ

    Bu  hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların  üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

     Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir  gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını  görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter,  ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u  insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.

    Hem nasıl ki  bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin  önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit  edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla  birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler;  hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer  zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı  karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı  bütün bütün kırıp dağıtacak.

    İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve  Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine  lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki  saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve  sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran  bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin  yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla  tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

    Evet, üç elif  ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz  on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var.  Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk  edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz  kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile,  on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden  geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.

    Bu sırrın sırrı şudur ki:

    Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de  bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın  herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla  işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri  vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz  menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir  siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı  uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde  kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım  sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla  mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü  gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum,  yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)

    ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ

    Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

     Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları  içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.

    Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu  hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine  delil olur.

    Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve  İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi  sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve  İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece  fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım  ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz  sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla  muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine  katiyen şüphem kalmadı.

    Hem itiraf ediyorum ki, samimî  ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni  bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de  tam ihlâsa sokarsınız.

    Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o  mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika  keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat  ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen  alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa  binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını  yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.

    Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz, ("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.)  sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize  şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin  hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir  hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne,  zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek  için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben  sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan  onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa  zarar gelebilir.

    DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ

    Kardeşlerinizin  meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip,  onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

     Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı  var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ  fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî  denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı  nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren  yaşamaktır.

    Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât,  şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik  vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye  olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en  fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş  olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.

     Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından  sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak  yer bulamaz.

    Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye  olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik  kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur  yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima  nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut  etmeyeceklerdir.

    Bediüzzaman Said Nursi

    SÖZLÜK:

    BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.

    Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.

    CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.

    CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.

    Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.

    DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.

    DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.

    ENÂNİYET : Benlik, gurur.

    ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.

    ESBÂB : Sebepler.

    FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.

    FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle  sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.

    FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.

    FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i  Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.

    Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.

    Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.

    HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.

    HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.

    Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.

    HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.

    HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.

    HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.

    Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.

    HILLET : Samimî dost.

    Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.

    HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.

    HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.

    HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.

    Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.

    HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.

    ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.

    İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.

    İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.

    İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.

    İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki  ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat  edinmek.

    İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık

    İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.

    İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.

    İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.

    İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.

    KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.

    KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.

    Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın  velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler.  4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.

    KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.

    LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.

    Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik,  narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.

    MÂBEYN : Ara; iki şey arası.

    Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.

    MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.

    Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.

    MÂNİ : Engel.

    Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.

    MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.

    Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.

    MES'UL : Sorumlu.

    MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.

    MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.

    MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.

    Mu'cize-vârî: Mucize gibi.

    MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.

    Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.

    Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.

    MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.

    MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.

    MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.

    Müteallikât: İlgili, alakalı.

    NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.

    NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.

    NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.

    Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.

    Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.

    Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan  sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi  olma temayülü, eğilimi.

    RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.

    SÂFÎ : Temiz, pâk, duru

    SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.

    Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.

    SAVLET : Saldırı.

    SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.

    Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.

    SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.

    SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.

    ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.

    ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.

    ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.

    TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.

    Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.

    Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler

    TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.

    TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.

    TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.

    TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.

    Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.

    TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.

    TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.

    Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.

    Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.

    Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.

    Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.

    Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.

    UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.

    UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.

    Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.

    UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.

    Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.

    ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.

    Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.

    Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.

    VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.

    VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.

    Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…

    ZİYÂDE : Fazla, çok.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst