Hâfız Ali’yi unutmak

muvafýk

Member
KURGULANMIŞ HAYATLAR beni rahatsız eder. İstedikleri kadar bir tasarım harikası olsunlar, böylesi hayatlarda hep bir tasannu soğukluğu ve bir riya iticiliği hissederim.

Televizyonlarda, gazetelerde, okullarda ve işyerlerinde, şu veya bu topluluk içerisinde kendilerine bir yer biçmiş veya kendilerine bir yer biçilmiş insanlar vardır meselâ. Filan iktidar sahibinin oğlu, feşmekan zenginin kızı, filan sanatçının eşidir. Lanse edildikleri zemine uygun bir konum tasarlanır kendileri için; öyle sunulurlar. Meselâ, babaannesi İngiltere kraliçesi ise eğer, müstakbel veliaht olarak şimdiden parlatılması gerekir; ufacık eylemlerden büyük kahramanlıklar atfedilir kendisine. Bir komutanın bir cenazede gözüne mendil değdirmesi ‘duygulu anlar yaşandı’ ve ‘gözyaşlarını tutamadı’ türünden haberlere konu olur. Kendini erişilmez rollerin kahramanı ilan eden bir aktörün kızı ‘babasının kızı’ olarak ‘doğuştan yetenekli’ olur; ‘tüm zamanların en büyük müzisyeni’nin çocuğunda da büyük yetenek beklenir. Kendisini ülkenin en akıllısı bilen yazarın kızı bir davulcuya varacak olur da, durum davulcuya yazarlık payesi bahşederek kurtarılır.

Böyle böyle, nice kurgulanmış hayatlar, nice tasarlanmış konumlar görürüz karşımızda. Sözümona büyük, gerçekte kof; sözümona derin, gerçekte sığ; sözümona bilgece, gerçekte abuk sabuk hayatlar… Kendisine misyon biçilmiş, bir şekilde ‘kahraman’ olarak tasarlanmış insanların karton dünyaları…

Yapmacıklık ve riya şaheseri böylesi kurgulanmış hayatların ruhumda uyandırdığı soğukluk ve uzaklığa mukabil, sıradan hayatların içinden çıkan gerçek kahramanlık öyküleri her zaman ruhumu cezbetmiştir. Meselâ bu topraklarda, dün ve bugün, bilinmemiş, bilinse de lâyıkınca tarif edilememiş ne kadar destansı hayatlar, ne derece büyük kahramanlar vardır.

Bu hayatlara nazar ettikçe, bir roman diline sahip olmadığıma hayıflanırım. Hem bir senaryo tecrübesine ve bir sinema diline sahip olmadığıma…

Oysa gerçek hayatlar için birer örnek hayat olarak olabildiğince çok sayıda insan tarafından bilinmeyi hak eden hayatlardır bunlar.

Bediüzzaman ve talebelerinin hayatları, böylesi hayatlardır meselâ. Bediüzzaman’ın her bir talebesinin hayatından kaç roman çıkar, kaç filmin senaryosu yazılır kimbilir?

Meselâ Hâfız Ali’nin hayatı… Kaç romanı besler, kaç senaryoya ruh verir İslâmköylü bu mütevazı hâfızın kısa ama destansı hayatı…

Bu hayatın ne derece bereketli, ne derece takdire ve takdime lâyık olduğunun ipuçları, Bediüzzaman’ın talebeleriyle mektuplaşmalarında vardır. Meselâ Barla Lâhikası’nda yer alan, Nur’un başka bir talebesiyle yaşadığı gerilim üzerine Bediüzzaman’ın yazdığı, “Hayat vahdet ve ittihadın neticesidir…” dersini de içeren o güzelim mektuba onun o harikulâde mukabelesi. Yazdığı cevabî mektubun tek bir cümlesi bile, ne kadar sıcak ve ne kadar derin: “Gücendin mi?” Devamında, ancak o derece ihlaslı bir insanın söyleyebileceği o güzelim cümleler… Ve sonra, uzun yıllar sonra, Denizli hapsinde o cümleleri içtenlikle, ihlasla, inanarak söylediğini bilfiil gösterişi… Üstadına bedel ölmeye razı oluşu… Buna karşılık, Bediüzzaman’ın o yürek yakan cümleleri: “Hâfız Ali’yi unutamıyorum…”

O günün şartlarında Orta Batı Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan bir hâfızın, yakın bir köye sürgün edilen bir âlimle tanışmasıyla birlikte hayatının aldığı seyrin her karesi izlenmeyi, tahlil edilmeyi, yazılmayı ne kadar da hak ediyor! Sıradan bir hayat, nasıl da büyük bir destana dönüşüvermiş!

Beni her zaman büyüleyen bu hayatın Mart ayında bir sergi vesilesiyle öğrendiğim bir veçhesi de, apayrı tesir ediyor bana. Hatırladıkça, ruhumu ihtizaza getiriyor. Keşke diyorum, tahassüsü ve tefekkürü derin, sanatkârlığı güçlü bir senaryo yazarıyla muhayyilesi aklının ve kalbinin hizmetinde usta bir yönetmen kafa kafaya verseler de, buradan herkese ilham verecek bir film çıkarsalar.

Hâfız Ali’nin hayatındaki, bana bunu düşündüren veçhe, şu: İmana dair her dersin ‘rejime yönelik tehdit’ olarak görüldüğü bir devirde; her biri imanın bir hakikatine, Kur’ân’ın bir dersine hasredilmiş Risale-i Nur’un—Kur’ân alfabesiyle kitap basmak yasaklandığı için—elle çoğaltılmış tek bir nüshasıyla ‘yakalanma’nın bile suç sayıldığı bir devirde; ‘ele geçirilmiş’ risalelerin çuvallara doldurulup nemli depolarda çürümeye terkedildiği bir devirde, bir takım Risale-i Nur’u bir teneke kutunun içinde evinin duvarında saklıyor Hâfız Ali. Hayır, duvarın bir yerine delik filan açmıyor; bu amaçla yeni ve sağlam bir duvar yapıyor; ve bu duvarda teneke mahfaza içinde bir takım Risale-i Nur’un mevcudiyeti ancak 1970’lerde keşfediliyor.

Hâfız Ali’ye o duvarı yaptıran şartlar… O duvarın içinde bir teneke mahfaza içinde Risale-i Nur’u yerleştirmeyi düşünürken Hâfız Ali’nin düşündükleri… Bir açıdan nasıl bir direnç ve direniş, bir başka açıdan okuduğu o eserlerdeki sözün gücüne karşı nasıl bir itimad, ve geleceğe, bugün olmasa da gelecekte o eserlerin mutlaka muhatabını bulacağına dair ne kadar da güçlü bir ümit! Bugün gizlense de yarın açığa çıkacaktır; bu kuşaklar anlamasa da, ileride anlayanlar muhakkak olacaktır; bugün kıymeti bilinmese de yarın anlaşılacaktır diyerek, hem o esere nasıl bir saygı, hem gelecek kuşaklara nasıl bir şefkat!

Mart ayında, İstanbul İlim ve Kültür Vakfına ev sahipliği yapan Rüstempaşa Medresesi’nde gördüğüm o Hâfız Ali yadigârı tabloyu her hatırlayışımda, ‘sıradan’ görünen hayatların sakladığı büyük hazineyi; o günün şartlarında ücra bir Anadolu köyünde yazılmış bir büyük destanı; karşımızda, gözümüzün önünde işlenmeyi bekleyen o güzide tarihçe-i hayatları düşünüyorum.

“Hâfız Ali’yi unutamıyorum” demişti Bediüzzaman. Bir Anadolu köyünde böylesi destansı bir ‘tedbir’ düşünebilen bir büyük ruhu unutmak mümkün mü sahi?

Yazılacak ne kadar çok şey, yapılacak ne kadar çok iş var.

İyisi mi yol açmalı, yol göstermeli, yola koyulmalı…

21/05/2008

© 2008 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu
 
Üst