Konuya cevap cer

Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması  ve kalb ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının  duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan  kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve  sezişin devam ve istikrârına "makam", onun zevâl bulup gitmesine de  "nefsânîlik" demişlerdir...   Bu itibarla, "hâl"e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının "üns"  esintileri, "makam"a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp  benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.

Hâl;  yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz her şeyin  gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhidi ihtar ederek, insanı sürekli  metafizik gerilime ve alternatif arayışlara sevk eder. Makam ise, sa'y ü  gayretin sisli-dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakikati kendi  kemâlât arşına bağlar. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridâtın  duyulup-sezilmesi ve her lâhza, kalblerde "kenzen" bilinene doğru ayrı  bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o  vâridâtın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsça bir  davranış sayılmıştır.

Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Sâdık u  Masduk, bir makam münasebetiyle: "Allah sizin cisim ve sûretlerinize  değil, kalblerinize nazar eder.."[SUP][1][/SUP] diyerek Hak cânibince  önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş'âr ile  âyineyi, tecelliye tevcîh buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir  rivayette, kalblerin yanında ameller de zikredilerek: "Allah sizin  kalblerinize ve amellerinize bakar..."[SUP][2][/SUP] beyânı ise, hâlin devamıyla ulaşılan "makam"a hâl hatırına bir iltifâttır.

Hâl,  mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler, bu  tecellilerin yayılma sahası kalb ufku, avlayıp bir kalıba ifrağ eden de  his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış  bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdirlere bağlı  gel-gitlerin ağında, her zuhûr bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler  içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve  renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.

Hassas ruh ve  mârifete uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin  akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını  öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı idrâkle ona mukabelede bulunurlar.  Kalb balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da irtibatsız kalmış kopuk  ruhlar, bunları birer vehim ve hayâl sanabilirler; varlığa Hakk'ın  nuruyla bakanlar için ise bunlar ayânlardan ayân gerçeklerdir.

En  büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu  itibarıyla dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi  donatsın!- "Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum..."[SUP][3][/SUP] buyururlardı.

Zaten,  Nâmütenâhî'ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka  ihtiyacını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün  değildir...

اَللَّهُمَّ  يَا مُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَاْلأَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَا إِلَى أَحْسَنِ  الْحَالِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ  الْمُخْتَارِ

Sızıntı, Ekim 1990


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst