Haznevi Dergahı[genel]

esselamualeyküm
ihvan
Nakşibendii tarikatının bir kolu olan Haznevi dergahından bazı konuları bu geçici alt başlığa ekleyeceğim inşaAllah.
Konular peşe peşe gelebilir amaç flood değildir konuyu dağıtmamak tek başlıkta toplamaktır.
 
Nakşi tarikatinin güzellikleri

HAZNEVİ - NAKŞİ TARİKATININ GÜZELLİKLERİ HAKKINDA ŞEYH

İZZEDDİN HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ


Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Bil ki Nakşibendi Tarikatı (Allah kudretiyle onu muhafaza buyursun), sahabenin (Allah cümle ashabdan razı olsun) çoğunun yaşayışını esas alır. Bu tarikat asliyetini ve safiyetini geldiği gibi koruyor. Bu tarikatta ilave olmadığı gibi ondan bir şey de çıkarılmamıştır.

Bu tarikat bütün hal ve hareketlerde adet, ibadet ve muamelelerde Allah-u Tealâ'ya karşı bir huzur içerisinde, bidat olan şeylerden ve ruhsatlardan uzaklaşarak kâmil bir azimet ve sünnete bağlılık içinde zahiren ve bâtınen Allah'a karşı olan kulluğun devamlı olmasından ibarettir.

Bu tarikatta en büyük vasıta Sıddık-ı Ekber olan Ebu Bekir Sıddık (r.a.)'dır. Tarikatın iki rüknü vardır. Bu iki rükün kime nasip olduysa o kimseye sanki bütün üstünlükler ve hayırlar nasip olmuştur. Bunlardan birincisi: Hz. Peygamber'e (
sav.gif
) kemâl derecesinde ittiba etmek. İkincisi ise: Kâmil olan Şeyhe sevgidir.

Yine Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Allame İbn-i Hacer El- Haytemi Fetava-ı Hadissiyye isimli kitabının sonunda Nakşibendi tarikatından bahsederken der ki: ?Sofilerin cehaletinden uzak ve selim olan tarikat yüce olan Nakşi tarikatıdır.? Bu büyük alimin bu şehadeti bu tarikat hakkında şehadet olarak kafidir.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Apaçık ve tecrübe ile sabit oldu ki, Tevhid derecesine ulaşmak için müride en yakın ve kalıcı olan tarikat Nakşi tarikatıdır. Çünkü bu tarikatın aslı tasavvufa ve Peygambere varis olan mürşidin terbiyesine dayanır. Müridin nezdindeki seyr ve sülûke cezbe mukaddimdir. Bu tarikat şu mubarek sözde ortaya çıkar: "Allah göğsüme neyi koyduysa ben de onu Ebu Bekir'in göğsüne döktüm." (Hadis-i Şerif)

Bu üstünlüğün mimarı bu incilerin vasıtası Hz. Ebu Bekir'dir. Sünnete ittiba, bidattan uzaklaşma, azimetle amel, rezil işlerden uzaklaşma, fazilet ve ahlâkın güzellikleri ile süslenmeyi şiar edinmiştir.

Şeyh hazretleri (k.s.) şöyle buyurdu: ?Batın ilmini öğrenmek bazı insanların kurtuluşuna sebep olurken, diğer bazılarının helak olmasına sebep olur. Selim bir kalbi olmayan kimseye seyr ve sülük, muamele adabını öğrenmek farz-ı ayındır. Bu hakikat, hem önce gelen hem sonradan gelen alimlerce sabit olmuştur.?

?Allame İbn-i Hacer'in Tuhfet-ul Muhtaç kitabı gibi kaynak kitaplar derler ki: ?Selim bir kalb sahibi olmayan herkese kalb hastalıklarının ilacını, kibir, ucb, riya vb. öğrenmesi farzdır. Fakat bu ihtimal farz-ı kifayedir. Tıp ilmini öğrenmenin farz-ı kifaye olduğu gibi.?

?Gaye isimli kitabın şerhinde Şafii alimlerinden Hatip Eş-Şirbini şöyle der: ?Taharet; vacip ve sünnet diye ikiye ayrılır. Vacip ise bedeni ve kalbi diye ikiye ayrılır. Kalbi taharet; haset, ucb, kibir gibi. İmam-ı Gazali der ki: ?Kalbi taharetin haddini, sebebini ve ilacını bilmek farzdır.?

?En kötü ucb (kişinin kendini beğenmesi), kişinin hatalı görüşünü beğenmesidir. Üstelik bu görüşüyle sevinir, ısrar eder; kimsenin nasihatini kabul etmez, herkese hor bakar. Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "De ki (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi ?" (El-Kehf: 103-104)


Haznevi genel[gaçici alt başlık]
 
Haznevi Ailesi

HAZNEVİ AİLESİ

Haznevi ailesi İslam âlemi içersinde mümtaz ve son derece farklı bir konuma sahip, büyük alimlerden, fazilet sahibi ariflerden, insanları irşad eden hikmet sahiplerinden, takva kutbu irşad edici büyük salih zatlardan oluşmuş bir ailedir. Onlar bu özellikleri ile hem öncü ve örnek olup hem de aziz olan İslam dininin yükselmesine vesile olmuşlardır. Bu Yüce Allah'ın onların şahıslarında İslam âlemine sunduğu bir lütuf ve hamdi gerektiren bir ikramdır.

Bilindiği gibi 'sünnetullah' Allah-u Teala'nın âlemde geçerli olan yasalarını ve tasarruf şeklini bize gösteren ilahi nizamın uygulanış şeklidir. O'nun sünnetinde herhangi bir değişiklik yoktur. Zamanın geçmesi, mekânların değişmesi ilahi düzeni ve onun yasalarını değiştirmez. Aziz olan Kur'an-ı Kerim'in surelerinden birisinin ismi bilindiği gibi 'Al-i İmran' suresidir. Bu surede İmran ailesinin alemlere üstün kılındığı tüm insanlara duyurulmaktadır.
Bilindiği gibi Hz.İmran son derece dindar, insanları hak dine davet eden, önder ve büyük bir şahsiyetti. Yıllarca İsrailoğulları arasında ilahi dini yaydı, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy eyledi. Onun Yüce Allah'a olan bu bağlılığı, bu yakınlığı ve bu takvası feyz ve bereketleri kendi üzerine çekti. Bu öyle bir bereket idi ki nesline de yansıdı. Onun ihlası ve samimiyeti kendi neslinden dünyanın en hayırlı dört kadınından biri olacak olan Hz.Meryem'in dünyaya gelmesi şeklinde tecelli etti. Bu tecelli öylesine kuvvetli idi ki bununla da kalmadı. Ulul-azm peygamberlerden biri olan Hz.İsa (a.s) da bu yüce anneden dünyaya teşrif ettiler. Bu yüce Rabbimizin tecelli eden sünnetullahı idi. O dilediğini hesapsızca rızıklandırandır. O yaptığından hesaba çekilmeyendir. O alemlerin Rabbidir. Bu bereket sadece İmran ailesi ile sınırlı değildir. Kur'an'ı Kerim'e ve hadisi nebeviye (a.s.) baktığımızda Al-i İbrahim'in de aynı nimet ile bereketlendiğini görmekteyiz.

Tüm namazlarında müminlerden, namaz sonunda bir vefa numunesi olarak aynı bereketin Al-i Muhammed (a.s.)'in üzerine de indirilmesini istemelerini okunan salli / barik dualarından, salavat-ı şerifelerden anlamaktayız. Bu kabul olmuş bir dua ve tecelli etmiş bir sünnetullahtır. Evliyaların ekserisinin, tarikat pirlerinin çoğunun, dini tecdid eden mehdi misal alimlerin büyük bir kısmının ehl-i beyten oldukları tarihin şahit olduğu bir durumdur. Bu ilahi tedbir halen yürürlüktedir. Kim böylesi bir ihlasa yaklaşır, tam bir samimiyet ile Kuran ve sünnete yapışırsa onun da neslinden böylesi büyük şahsiyetlerin çıkması kaçınılmazdır. Bu Allah'ın (c.c.) fazlı ve Rasullullah (a.s.)'ın bereketidir.

Haznevi mürşidleri hem tertemiz nesillerinin bereketi ve hem de gerek Şeyh Ahmed (k.s.) ve gerekse diğer mürşidler olan Şeyh Masum (k.s.), Şeyh Alaaddin (k.s.), Şeyh İzzeddin (k.s.) ve Şeyh Muhammed (k.s.)'nun ihlasları ve kâmil imanlarının bereketi ile bu davayı seksen yıldır omuzlamış ve bugünlere kadar getirmişlerdir. Onlardan bahsetmek ve onların makamlarını anlayabilmek bizim gibilerin harcı değildir. Fakat tamamına ulaşılamayan bir şeyin tamamını terk etmek de uygun görülmemiştir.

Tasavvufi anlayışları Kur'an ve sünneti en güzel bir şekilde anlayarak yaşamak ve yaşatmak, yüce Rasul'ün (a.s.) sünnetini toplumlarda ihya etmek, bidatlardan kaçınmayı sağlamak, gerçek muhabbete ve muhabbetle ibadet etmeye muvaffak olmak, yakin bir imanı elde etmek olan bu büyük zatlar, sayılan bu amaçlara ulaşmak için dünyevi siyaset ile uğraşmamışlar, yöneticilerle düşüp kalkmamışlar, alimin ve ilmin izzetini korumuş ve insanların mallarını toplama peşinde koşmamışlardır. Onlar insanların imanlarını kurtarmaya çalışmışlardır. Hakikatin parlak yüzüne herhangi bir lekenin bulaşmaması, sadece hakkın gözükmesi ve alabildiğince güzelliğiyle zuhur etmesi için mum misal hayatlarını yakmış, gösterdikleri azami ve akıllara durgunluk veren çaba ile insanları aydınlatmış ve durmaksızın hizmet etmişlerdir.

Her tabakadan, sınıftan, ırk ve milletten insanla ilgilenmiş, onları herhangi bir şekilde dışlamamış ve takvayı asıl üstünlük vesilesi olarak tutmuşlardır. Müslümanlara karşı son derece şefkatli, anlayışlı, azami derecede onlarla ilgili, küfür ehline karşı ise izzetli bir tebliğ edici ve hakkı duyurucu bir önder konumunda olmuşlardır. Onların eli ile pek çok gayr-ı müslim hidayet bulmuş, iman nuru ile şereflenmiştir. Pek çok hıristiyan cemaatı müslüman olmadıkları halde onların büyük zatlar olduklarını kabul ettiklerini ve onlardan bereket umduklarını dile getirmişlerdir. Onlar İslam'ın sapasağlam ve yıkılmaz birer kalesi olmuşlardır.

Büyük o kimsedir ki kendi düşmanlarına dahi kendisini kabul ettirir. Haznevi mürşidleri öylesi zatlardırlar ki İslam dünyasının pek çok yerinde etkin ve tesirli olan, tasavvufa soğuk bakışlarıyla tanınan selefi alimleri tarafından dahi, yüce ve üstün zatlar, Kur'an ve hadis ehli mürşid ve alim kişiler olarak kendilerini kabul ettirmişlerdir. Onların vesilesi ile pek çok selefi alim tasavvufa karşı olan katı tutumlarından vazgeçmiş ve İslam'ı en güzel yaşama biçimi olan bu yola karşı eski tavırlarından vazgeçmişlerdir.

Şeyh Ahmed (k.s.) hayatta iken; 'Üç oğlum var. Üçü de kâmil-i mükemmel zatlardır. Benden sonra sırayla yerime geçsinler.' diye buyurarak; Şeyh Masum (ks) Şeyh Alaaddin (ks) ve Şeyh İzzeddin (ks) hazretlerine işaret etmiş ve dediği gibi kendisinden sonra sırayla bu zatlar irşat makamına oturmuşlardır. Şeyh Muhammed (ks) hazretleri için de 'O bizim şanımızı yüceltecektir.' buyurmuş ve yapacakları irşadın muazzamlığını ve makamlarının yüceliğini onaylamışlardır.

Bu zatlar tüm insanlık içindirler. Onların bereketi herkese şamildir. Arif olan için bir işaret dahi yeterlidir buyurulmuştur. Yüce Rabbimiz bizleri kendisini ve dostlarını sevenlerden eylesin ve bu büyük zatlardan ve bereket ve sırlarla dolu Haznevi mürşitlerinden ayırmasın. Allah (c.c.) muttakilerle beraberdir.

Haznevi Ailesi​
 
Hacegan Hatmesi

Hacegan Hatmesi

Hatmey-i Hacegan bu tarikat-ı aliyenin en önemli rükunlarından biridir.İçinde çok büyük sırları ve bereketleri barındıran hatmey-i şerif büyük hatme ve küçük hatme olmak üzere ikiye ayrılır.Yüce Allah'a(c.c.) karşı yapılan toplu bir dua,bir yakarış,acziyeti ifade ediş,bir zikir ve tefekkür halidir.Yüce Rasulullah(s.a.v.) Efendimiz kendi meclislerinde sahabeleri ile birlikte bir halka şeklinde otururlardı.Böylece herkes birbirini ve Efendimizi (s.a.v.) rahatça görebilirdi.İşte bu oturuş şekli hatmeninde oturuş şeklidir.

Yüce Allah'ı zikretmek bilindiği gibi,kalbi dünyadan uzaklaştırıp,sadece O'na yönlendirmek ve dünyanın dağdağasından,sıkıntılarından, çirkefli ortamından kurtulup, huzura,saadete,takvaya ve ihlasa bir yol bulmak içindir.Allah'ı (c.c.) anacak kişinin, kendisini etrafının uyarıcı ve oyalayıcı etkisinden kurtarması,kalbi huzuru sağlayabilmesi için büyük önem arzetmektedir.İşte bu sebepten dolayıdır ki hatmey-i şerife başlarken gözlerin kapanması ve bitene kadar kapalı tutulması istenmektedir.Hacegan hatmesine girecek mürid edepli bir şekilde oturur, gözlerini kapar ve 25 defa estağfirullah getirerek tüm günahlarından af diler.Kendi eksikliklerini,hatalarını hatırlar.Yaptığı kulluğun eksikliğini görür.Yüce Allah'ın kapısından başka bir kapı bulunmadığından ve bu kapı umutsuzluk kapısı olmadığından Yüce Rabbisine döner, günahlarından af dileyip,O'nun sonsuz rahmetine dalmak için hazırlanır.

Peygamber Efendimize(s.a.v) velinimetimize,o yüce Habibullah'a salavat-ı şerifeler getirilir.Böylece onun yüce önderliğine,eşsiz yol göstericiliğine ve risaletine bağlılık yenilenmiş,ona olan sevgi ve muhabbet tekrar dillendirilmiş olur.Bu yol onun sünnetine tabi olma,ona uyma,onun ahlakı ile ahlaklanma yoludur.Onun yolunu en güzel bir şekilde,aşkla,şevkle ve ilim-amel bütünlüğü içerisinde yaşayanların yoludur.Onların rehberliğinde,kendi nefsini ıslah etme ve o yüce ahlak hocalarının eli altında kendini eğitme yoludur.Rasulullah'a (s.a.v.) olan beyatı tazeleyen salavat-ı şerifelerden sonra Fatiha-yı şerif suresi okunur.Kur'an-ı Kerim'in ilk suresi olan ve Hamd sureside denilen bu sure ile Yüce Allah'a(c.c.) hamd edilir.O'nun sonsuz rahmetine,müminlere karşı olan özel lütuflarına,herkesi huzurunda toplayıp,hesap soracağına,tüm övgülerin O'na ait olduğuna iman tazelendikten sonra,niyaz makamına geçilip,hidayet talebinde bulunulur.Herkes kendi eksikliklerini aklına getirip,onlardan kurtuluş vesilelerini ve necatını Allah'tan(c.c.) ister.

1 - Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2- Hamd o âlemlerin Rabbi,
3- O Rahmân ve Rahim,
4- O, din gününün maliki Allah'ın dır .
5- Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!).
6- Hidayet eyle bizi doğru yola,
7- O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil. (Amin.)

Daha sonra İnşirah suresi okunur.Sekiz ayet olan bu sure pek çok sırları içinde barınıdrmaktadır ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Yüce Allah'ın(c.c.) göstermiş olduğu rahmetin büyüklüğünü bizlere anımsatmaktadır.Bu yüce halkada oturan kişi de Rabbisine yönelir ve O'ndan göğsünü iman,ihlas,takva ve muhabbetle genişletip, nefsin, dünyanın ve meşakketlerinin yükünü almasını,kendisini ezen bu yükten kurtarmasını bu sure vesilesi ile diler.Bilir ve anlar ki alimlerin ve sünneti yaşayanların tarikatı olan bu tarikat onun şanının yüceleceği ve Allah'ın rızasının kazanılacağı yoldur.Elbetteki zorlukları vardır.Fakat samimiyet,ihlas,teslim ve muhabbet sayesinde ona bu yol kolaylaşacaktır.Öyleyse ibadete,sünnete ve adapları yaşamaya canla başla koyulmalıdır ki başarıyı elde edebilsin.


(Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle)

1- Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?
2- Senden yükünü indirmedik mi?
3- O senin sırtını ezen yükü.
4- Senin şanını yüceltmedik mi?
5- Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
6- Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
7- O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
8-Ancak Rabbine yönel.

İnşirah suresinin sonunda 'Ancak Rabbine yönel' ayetinden sonra Yüce RABBİMİZİ en güzel ve en özlü şekilde anlatan, Tevhid sureside denilen İhlas suresi okunarak O'na yönelme pekiştirilmeye çalışılır.Rivayetlerde Kur'an-ı Kerim'in üçte biri olarak nitelenen bu önemli sure ile tevhid inancı kalplerde pekiştirilir.O'nun zatının sevgisi ile dolmak için,O'na yönelinir.


(Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle)

1-De ki; O Allah bir tektir.
2-Allah eksiksiz, sameddir. (Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir.)
3-Doğurmadı ve doğurulmadı.
4-O 'na bir denk de olmadı.

Hacegan hatmesinin en sonunda dua ve silsiley-i şerifin okunması vardır.Silsile bilindiği gibi tarikatlarda çok önemli bir yere sahiptir. Peygamber Efendimize(s.a.v.) kadar uzanan bir icazetliler halkasıdır.Onun kitaplarda aktarılamayan,onunla yaşayanlara sirayet eden yüce halinin,nesilden nesile, elden ele,yaşanarak aktarılmış halidir.Yaşayan sünnet ve Halet-i Rasulullahtır(s.a.v). Asr-ı saadetin yansıması ve nurlu kokusunun yayılma alanıdır.Bu yüce insanlar O'nu görmüş,O'ndan ilim almış,sonra diğerine o hali ve ilmi aktarmış,o da diğerine aynısını devretmiş ve bu zamana kadar gelmiş olanların yolunu temsil etmektedirler.Onların isimlerini anmak en yüce bir kadirşinaslık ve büyük bir vefa örneğidir.Onlar velinimettirler.Ümmetin alimlerinin şehadeti ile en seçkin insanlardırlar.Allah(c.c.) onları sevmiştir.Onları sevenleri de sevmektedir.Onların anılması kalplerde bir sevgi doğurmaktadır.Bu yol sevgi olmadan yürünemeyecek bir yoldur.

Dua tamamlandıktan sonra 25 sefer estağfirullah denilerek,günahlardan tekrar tevbe edilir ve daha güzel bir hayat sürmek için gözler açılır.
Küçük hatmede Fatiha ve salavat-ı şeriflerden sonra 'Ya Baki! Entel Baki'' denilerek Yüce Allah zikredilir.tefekkür alemine dalınır.Baki olan Sensin!Sen Baki isen ve bunu bize bildirmişsen ki Yüce Kuran'ın da bu hakikatı bildirdin,biz de buna iman ettik!Ey baki Olan Allah'ım! Sen madem ki varsın ve Baki'sin.Öyle ise bana korku yoktur.Çünkü sana bağlanana beka yolunu açmak ve sınırsız nimetlerinle donatmak Senin şanındandır.Öyle ise ne mutlu bana ve senin yoluna bağlananlara!

Eski bir devirlerde büyük kıtlıklar,bela ve musibetler olduğunda Nakşibendi büyükleri toplanırlar ve sevenlerini de toplayıp,bela ve musibetlerin kalkması için hacegan hatmesini yaparlardı.Bu yüce dua vesilesi ile kurtuluş ararlardı.Artık ahirzamanda olduğumuzdan ve belalar,fitneler her yeri sardığından mümkünse hergün yapılması salık verilmektedir.


Kalb-i Zikir

Bu yüce yolda kalp ile yapılan zikre çok önem verilmiştir.Kalp öyle bir et parçasıdır ki onun ıslahı tüm bedenin ıslahı ve onun fesadı tüm bedenin fesadıdır.İmanın,teslimin, muhabbetin ve marifetin pekişmesi ve kemale doğru gidebilmesi için Allah'ı(c.c.) zikretmenin çok büyük önemi vardır.Namaz ile günde beş defa Rabbinin huzuruna çıkan kul, O'na olan bağlılığını ve sevgisini göstermektedir.Tarikat namazda hasıl olan bu huzur halinin,namaz dışındaki vakitlerde de devam ettirilmesini ve insanın tüm anlarını Yüce Allah'ın(c.c.) hizmetinde ve O'nun huzurunda olduğunun bilincinde geçirmesini arzulamaktadır.Bu makamda Hz.Ali (k.v.) bir dualarında şöyle niyazda bulunmaktadırlar:


' Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Hakkın, kudsiyetin, en yüce sıfatın ve ismin hürmetine senden dileğim şudur: Gece ve gündüzden oluşan vakitlerimi zikrinle canlandır, ve beni kendi hizmetinde tut ve amellerimi kendi indinde kabul buyur; öylesine ki, artık bütün amellerim ve zikirlerim tek zikir şekline dönüşsün ve bütün hallerim senin hizmetinde geçsin. '

Bu yüce makamı elde etmek,gayret göstermeyi ve eğitimi gerektirmektedir.Burada devreye Nakşibendi Sadatları(r.anhüm) girmektedirler.Kalbin eğitilmesinde uzman olan bu zatlar kalbi zikiri önermekte ve tarikatlarında bir usül olarak belirlemektedirler.Kalbe güç veren,insanın Allah(c.c.) ile olan huzurunu artıran,onu gayrete getirip,ihlas sahibi olmasını hızlandıran şey kalbin 'Allah,Allah,Allah' diye zikretmeye başlamasıdır.Bu zikir hali dakika dakika artıp,saatlere yayıldıkça,insan Allah'a(c.c.) daha yakınlaşacak ve makamı daha da artacaktır.Bu talep edilmesi gereken bir durumdur.Kalbin güç kazanması,ciddiyet elde etmesi ve yakine ermesi buna bağlıdır.Hz.Ali(k.v.) yukarıdaki duasına şöyle devam etmektedir:
' Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Uzuvlarımı hizmetin için güçlendir; sana yönelmemde kalbime güç ve sebat ver; senden korkmada ve hizmetini sürdürmede bana öylesine bir ciddiyet ver ki, sana kulluktaki yarış meydanlarında sana doğru koşayım, ve bu yolda mücadele verenler arasında yer alıp hızla sana doğru geleyim, ve sana gönül verenler arasında senin yakınlığına meyil edeyim, ve ihlaslılar gibi sana yakınlaşayım, ve senden yakiyn ehlinin korktuğu gibi korkayım ve indinde müminlerle bir araya geleyim. ... Allah'ım! Ben sana zikrinle yaklaşmak istiyorum, ve seninle senden şefaat diliyorum; ve cömertliğin hakkına beni kendine yaklaştırmanı ve şükrünü eda etmeyi bana nasip kılmanı ve zikrini bana ilham etmeni istiyorum. '

Yüce Allah'ın(c.c.) her isminin ayrı bir manası ve ayrı tecellileri vardır.Her isim kendi mucibince tecelli etmek istemektedir.Rezzak ismi rızık vermeyi Şafi ismi şifa dağıtmayı,Aziz ismi izzetli kılmayı dilemektedir.Rızık isteyen O'nun Rezzak ve Rahman ismine,Şifa isteyen ise Şafi ismine sığınmalı ve bu isimleri çokça anarak,derdine çare bulmaya çalışmalı,Yüce Yaradanına onlarla sığınmalıdır.Kalbi hastalıkların tedavisinde bu isimlerin çok önemi vardır.Dünyada rızık telaşesi içinde olduğundan dolayı ibadet edemeyen ve güç sahiplerinden sanki gerçek rızık vericiler onlarmış gibi korkan bir kişinin kalbi hastadır.Onun kalbine Rezzak-ı Hakikiknin Allah olduğu hakikatı girerse bu hastalıktan kurtulmuş olur.Kalbe bir hakikatın girmesi ve onun kabul edilmesi zaman alan bir durumdur. İnsanın kalbinin bir hakikata inanması, ufak bir çoçuğun bir şeyi öğrenmesi durumuna benzemektedir.Nasıl ki bir çoçuğun herhangi birşeyi öğrenebilmesi için ona defalarca söylemek ve tekrar etmek gerekiyorsa,kalp için de durum aynıdır.Onun için bilmek ayrı bir şeydir,şuur etmek ve inanmak ise ayrı birşey,denilmiştir.Mesela çoğumuz bir ölünün bize zarar veremeyeceğini bildiğimiz halde,onunla aynı odada bir gece yatamayız.Oysa o canlı değildir ve hiçbirşeye gücü de yetmemektedir.Fakat kalp bu hakikatı bildiği halde onun şuurunda olmadığından insan korkmaktadır.Bu korkudan kurtulmak için kalbe bunun zarar vermeyeceğinin öğretilmesi ve inandırılması gerekmektedir.Bunun için tekrar ve tekrar bunun söylenmesi ve amel edilmesi gerekmektedir. Allah-u Teala'nın isimlerinin teceli etmesi ve kalbe yerleşmesi de uğraşmayı,amel etmeyi ve tekrar tekrar isimleri ihtiva ettikleri manaları da düşünerek söylemeyi ve kalpte pekiştirmeyi gerkmektedir.Nakşibendi-haznevi Sadatları burada da üstün anlayışlarını sergilemiş ve İsm-i cami olan Allah ismini müridlerine ders olarak vermişlerdir.Allah ismi tüm esma-ül hüsnayı içinde barındırmaktadır.Dolayısı ile onu vird olarak çeken kişi hangi kalbi hastalığa müptala ise,o isim tecelli etmekte ve ona şifa vermektedir.İnsan Yüce Allah'a sığınmalı ve kendisini de zikir ehlinden kılması için dua etmelidir.Ariflerin yolunda gitmek ve onlara benzemeye çalışmak en büyük saadetlerden birisidir.Hz.Ali(k.v.) duasının bir bölümünde bu hakikatı şöyle belirtmektedir:

' Ey ariflerin en yüce arzusu! Ey dileyenlerin imdadına yetişen! Ey sadık kalplerin dostu! Ve ey alemlerin ilahı !
Ey ismi deva, zikri şifa ve itaati zenginlik olan! Sermayesi ümit ve silahı ağlamak olan bana merhamet eyle. ... '


Rabıtay-ı Şerif

Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) bizim yolumuz sahabenin (r.anhüm) çoğunun üzerinde olduğu haldir,diyerek önemli bir hususa dikkat çekmiştir.Sahabeler Peygember Efendimize (s.a.v.) aşık olmuşlardı.Öyle bir halde idilerdi ki O'ndan ayrı kalmaya dayanamıyorlardı.O hiç akıllarından çıkmıyordu.O'nun hayali hep gözlerinin önündeydi.Bu hayal ediş O'na olan bağlılıklarını daha da pekiştiriyordu.O'nunla olmadıkları zamanlarda da sanki O'nunla beraberdiler.Hayal alemlerini hep O süslüyordu.O'nunla yaşadıkları hatıralar,O'nun anlattıkları,tavsiyeleri hep gözlerinin önündeydi.Bu halet-i ruhiye içinde olduklarından dolayı tüm dünyaya İslam'ın yayılmasında vesile oldular.Gökyüzünde yol gösteren yıldızlar gibi yeryüzünde yaşayanlara ilham kaynağı oldular.

Yüce Nakşibendi sadatları sahabelerdeki(r.anhüm) bu hali çok iyi anlamış ve bu halin insanın kemallere kavuşmasındaki önemi gördüklerinden tarikatlarında bir usül olarak,bunu yerleştirmişlerdir.İnsanın ruhunda olan bu hayal yeteneği iyi bir şekilde işlenebilirse,onu motive edici bir güce dönüşür.Bu öyle bir güçtür ki sahabeler bu sayede yücelmişlerdir.

Eğer insan bir Allah dostu alim zatı bu şekilde sever,onun halini,onunla yaşadıklarını,onun sohbetlerini sürekli düşünürse,bu onda azim melekesinin gelişmesini sağlar.Onu harekete geçirir.Kendisini nurlanmış olarak hissetmesini sağlar.Saygın bir şahsiyeti hayal etmek,nefiste saygın olma azimini,ona benzeme aşkını doğurur.Örnek almak,numune insanlara bağlanmak ve onlardan istifade etmek, ancak onları sevmek ile olabilir.Sevgi ise paylaşımdır.Kendi dünyasını karşısındakine açmaktır.Rabıta ile insan kendi iç alemini,düşüncelerini,sevgisini ve hayallerini Allah için sevenlere açmaktadır.O'nun dinin yücelteni,kendi içinde yüceltmek, onu düşünmek,nurlu yüzünü anımsamak,yaşayan sünneti görmek ve nuru kendi üzerine çekmek demektir.Bu fiili bir duadır.Bu hal, Allah'tan bu yüce zatların yolunu gerçekten yaşamayı ve onlara benzemeyi dilemektir.Onlarla farklı bedenlerde olmamıza rağmen tek bir ruh olmak demektir.Bu sahabenin sünnetidir.Onların yaşadığı haldir.Bu tarikat vesilesi ile bu sünnet ve bu aşk yolu yaşamaktadır.Şeyh Ahmed Haznevi(k.s.) bizim yolumuz iki esas üzerindedir buyurmuştur.Birincisi Kur'an ve sünnete tabi olmaktır. İkincisi ise bu yola ve bu yolu temsil eden mürşide ihlas,muhabbet ve teslim ile bağlanmaktır.


Kur'an- Kerim Okumak ve Teheccüd Namazı Kılmak

Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi ve velî İbn-i Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı K erîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüştür. Tevrât, İncil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mûcize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler.Kur'ân-ı K erîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir."

İlahi Kitabımız ilk indiği zamandan günümüze kadar güzelliğini,yüceliğini ve tüm üstünlüklarini korumakta ve hidayet dağıtmaya devam etmektedir.İslam ümmeti ondaki hakikatın değerini bilip,ona bağlandıkça yükselmiş,ondan uzaklaştıkça da gerilemişlerdir.Selef alimlerinin ve onların izinden giden sadatların(r.anhüm) ona bağlılıkta gösterdikleri çaba her zaman takdire şayan olmuştur. Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Kur'ân-ı K erîm âlimlerinin durumunu sorduklarında; "Onlar bu yolda dizlerini çürüttü. Ömürlerini ve bedenlerini bu yolda harcadılar. Böylece Kur'ân-ı K erîm ilmine sâhib oldular. Bu ilme vâkıf olabilmek için, bu kadarla kalmadılar. Dudaklarında kan kalmadı. Göz yaşları sel olup aktı. Kur'ân-ı K erîm ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete eren bunlar oldu. Îmânlarını emniyet altına bunlar aldı." cevâbını ver miştir.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur'ân-ı K erîm okumak, Allahü T eâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur." O'nun huzuruna,O'nun kelamını vesile kılarak çıkmak,rahmeti celbetmekte ve insanın kalbi feyiz ve bereketle dolmaktadır.Kur'an-ı Kerim şifadır.Şifa dağıtmakta ve hasta kalplere deva olmaktadır.Bundan dolayı Nakşibendi Sadatları kendi bağlılarından her gün bir cüz Kur'an okumalarını istemişlerdir. Mekke-i M ükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:

"Anlayarak ve düşünerek Kur'- ân-ı K erîm okumaktan daha fazla kalbleri incelten, rikkate getirip hüzne sevkeden bir şey yoktur." Hz. Ebû Ümâme radıyallahu anh, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i:"Kur'an okuyunuz. Çünkü Kur'an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir" buyururken işittim, demiştir

Resûlullâh (sav)'in şöyle buyurduğu Ebû Hüreyre (ra)'den rivâyet olunuyor:
Allahu Teâla buyurdu ki:

Her kim benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz ben ona i'lân-ı harb ederim. Benim kulum, üzerine farz ettiğim şeyden daha sevgili hiç bir şey ile bana tekarrüb edemez. Bir de kulum nevâfil ile bana peyderpey tekarrüb ede ede nihâyet öyle bir hâle gelir ki, ben onu severim. Onu sevdiğim vakitte de onun işitmesine vâsıta olan kulağı, görmesine vâsıta olan gözü, tutup yakalamasına vâsıta olan eli, yürümesine vâsıta olan ayağı, (anlamasına vâsıta olan kalbi, söylemesine vâsıta olan dili) olurum. Öylesi benden (bir şey) isterse muhakkak veririm. Bana sığınırsa, onu hıfz ve siyânet ederim.

Ebû Hüreyre (r.a.)'dan rivayetle, o dedi ki: "Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:"Rabbimiz Azze ve Celle her gece dünya semasına iner. Gecenin son üçte birlik vakti kalınca şöyle buyurur: "Her kim bana dua ederse, ona icabette bulunurum. Kim de bir şey isterse, ona (istediğini) veririm. Her kim de bağışlanmak isterse, onu bağışlarım . Yüce Allah' ı n: "Her kim bana dua ederse, ona icabette bulunurum" sözü hakkında bir açıklama yapan İmam Kurtubî (rah.a): "el-Mufhem" adlı kitabında şöyle diyor: "Allah Azze ve Celle'nin bu sözü, hak olan bir vaadi olup, doğruluğu şüphesizdir. "Allah'tan ahdini (sözünü) kim daha çok yerine getirebilir ki .'

Hz. Ömer İbnü'l–Hattâb' ı n torunu Sâlim'in, babası Abdullah İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:"Abdullah ne iyi adam! Keşke bir de gece namazı kılsa!" buyurdu. Sâlim diyor ki:O günden sonra Abdullah geceleri pek az uyurd u.'

Hz. Abdullah İbni Selâm radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Ey insanlar! Birbirinize selâm veriniz, yemek yediriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılınız. Böyle yaparsanız selâmetle cennete girersiniz."

Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:"Ramazandan sonra en faziletli oruç, Allah' ı n ayı olan muharremde tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır."

Hz. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi: ' Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i:"Geceleyin öyle bir zaman vardır ki, müslüman bir kimse o zamana rastlayıp Allah'dan dünya ve âhirete daair hayırlı bir şey dilerse, Allah ona dilediğini verir. Bu her gece böyledir" buyururken dinled im.'

Adablarımız Hakkında
 
Risalet Tasavvuf ve Haznevi

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle

Hamd alemleri yaratan ve onları evliya kulları ile süsleyen yüce Allah'a olsun.Salat ve selam O'nun seçkin dostu,rehberimiz, önderimiz,en büyük insan HzMuhammed Mustafa'ya ve O'nun bu eşsiz çizgisini tüm zamanlara taşıyan ehl-i beytine,ashabına, sadıklara,şehitlere ve salihlere olsun
Bilindiği üzere Yüce Allah'ın katında son ve geçerli olan din,İslam dinidir.

İslam on üç yılı Mekke ve on yılı da Medine'de olmak üzere toplam yirmi üç yıl gibi uzun bir süre içerisinde tamamlanmış ve tüm güzellikleriyle kemale ulaşmış bir dindir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu hakikatı Tevbe Suresinin 33.ayetinde şu şekilede beyan buyurmuştur.'O Allah ki müşrikler hoşlanmasa da kemale ermiş son dininin, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için Resulü'nü hidayet(rehberi olan Kur'an) ve hak din(olan İslam) ile göndermiştir.'(9/33)

Bu yirmi üç yı llık risalet ve vahiy dönemi içerisinde,gerek son peygamber ve İslam dininin temsilcisi olan Hz.Muhammmed(s.a.v.) ve gerekse de onun etrafında sımsıkı bir halka oluşturan güzide sahabeleri (r.anhüm) çok büyük sıkıntılara,eziyet ve zorluklara katlanmak zorunda kaldılar.Kendi sevdiklerinin, akrabalarının,dostlarının ve kabilelerinin baskısı,hor görmesi,alay etmesi,işkence ve boykotları,vatanlarından hicret etmek zorunda bırakılmaları onları asla yıldırmadı.Davalarından kesinlikle dönmediler ve inançları üzerinde sebat gösterdiler.Bu inanmış insanlar daha sonraları tüm dünyaya yayılacak olan,ilk İslam cemaatının ve İslam ümmetinin çekirdeğini oluşturd ular.

Peygamber Efendimizin(s.a.v) bu zor süreç içinde, gelen vahiy doğ rultusunda müminleri yetiştirirken, hiç yılmayan bir azimle,insanları hak dine davet etmeye devam ediyordu.Mekke'de süren on üç yıllık çileli bir dönemden sonra o da Medine'ye hicret etmek zorunda kaldı.Kendilerine daha sonra 'Ensar' denilecek olan Medineli müslümanlar büyümekte olan İslam dinine ve tüm inananlara emniyetli bir merkez olması için Peygamber Efendimizi kendi şehirlerine davet ettiler.Böylece Medine şehri,İslam'a kucak açmış ve Allah'ın sevgilisini bağrına basmış bir şehir olarak,İslam tarihindeki yerini almış oluyordu.Bu vefa öylesine güzel ve anlamlıydı ki Peygamber Efendimizin mübarek kabirlerinin bu şehirde bulunması,sanki Medine şehrine bundan dolayı verilen bir mükafattı.

İslam'ın burada başlayan ikinci dönemi,Hz.Muhammed(s.a.v)'in vefatına kadar yani on yıl sürdü.Bu zaman zarfında İslam dini yayılmaya ve müslümanlar sahip oldukları inanç,ahlak ve adalet sistemi ile örnek bir topluluk ve önemli bir güç merkezi olmaya başladılar.Bu inanmayan ve çıkarları zedelenen fasit zümre için dayanılamaz bir vakıaydı.Bunun muhakkak surette önüne geçmeleri gerekiyordu. Onun için insanlığın o zamana kadar görmediği bu büyük şahsiyete, Hz.Muhammed Mustafa(s.a.v.)'e ve onun kutlu cemaatına savaş ilan ettiler.Bedir,Uhud ve Hendek olmak üzere üç büyük savaş ve pek çok sayıda gazve denilen daha az sayıda kişinin katıldığı muharebeler yaşandı.

Sonuç; İslam'ın önüne geçilemez,kıyamete kadar korunmuş olarak kalacak,tüm azametiyle ayakta duran bir din olduğu hakikatının perçinlenmesi şeklinde tezahür etti.Bu kesin bir zaferdi ve hediyesi de Mekke'nin feth edilmesi oldu.Böylece öncelikle tüm Arap yarımadasının ve daha sonra tüm dünyanın İslam ile tanışmasının önü açılıyordu. O zaman ki devletler ve yönetim merkezleri gönderilen elçilerle yeni dine davet edildiler.İrşad hareketi büyük bir hızla ilerliyordu.İnsanlar artık kitleler halinde geliyor,tevbe edip bu yeni dine yani İslam dinine giriyorlardı.İlk vahyin gelmesinden bu yana tam yirmi üç yıl geçmişti. Artık tüm geçmiş dinler nesh edilerek hükümleri kaldırılmış,hak din kemale ermiş ve tüm güzellikleriyle kendisini insanlara açmıştı.Yüce Rasul(s.a.v.) kendisine verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmişti.

Peygamber Efendimiz(s.a.v.) ümmetinden ayrı lırken,beyan buyurdukları Veda Hutbesi'nde Kur'an ve sünneti emanet olarak bıraktıklarını ve kendisinden sonra bunlara sıkı sıkıya sarılınması gerektiğini vasiyet ettiler.Bu yeri asla doldurulamaz ve kıyamete kadar gelecek tüm müslümanların hasretiyle yanacakları bir ayrılıştı. Yüce Peygamber vazifesini hakkıyla yerine getirmiş ve artık insanların arasından ayrılmalarının vakti gelmişti.Bu acı bir ayrılıştı.Tüm müminleri derinden sarsan bir olaydı.Fakat ortada duran bir din gerçeği vardı.Bu din yaşanmak ve insanlara ulaştırılmak için gelmişti.Öyleyse mücadele devam etmeliydi.

Sahabeler aldı kları eğitim doğrultusunda İslam'ı tüm dünyaya yaymayı vazgeçilmez bir vazife olarak bilen bir topluluk idiler.Bu çoşku ve gayret İran'ın fethi ve Bizans'ın gücünün zayıflatılması şeklinde tezahür etti.Yapılan fetihler müslüman devletin güçlenmesine ve hazinesinin ağzına kadar dolmasına sebep oldu.İlk vahyin gelmesinden sonra geçen yarım asırlık gibi kısa bir zaman zarfında müslümanlar çok büyük ve güçlü bir devlete sahip olmuşlardı.Bu güç, iktidar ve zenginlik demekti.Bunlar ise beraberlerinde dünyevileşme denilen bir baş belasını da getirmişlerdi.Bunun üzerine bir de İslam'a sonradan girenlerin kendi eski din ve kültürlerinden getirdikleri olumsuzluklar da eklenince,İslam toplumunda yavaş yavaş yozlaşmalar görülmeye başlandı.Lükse,eğlenceye düşkünlük ve takvadan uzaklaşma yavaş yavaş yaygınlaşıyordu. Bu durum öncelikle kimi yöneticelerde görülmeye başladı ve yavaş yavaş onlarla ilişkide olanlar arasında da yayıldı. İktidar sevgisi,dünyanın çekiciliği,sefahatten doğan kötü ahlak beraberinde fitneleri getirdi ve Peygamber Efendimizin(s.a.v) vefatından otuz üç yıl sonra Hz.Ali (k.v.)' nin şehit edilmesiyle, bambaşka bir döneme girildi.Bu yüce hilafet ve gerçek İslami yönetimden,saltanata,heva ve hevesin İslam'la beraber hakim olduğu bulanık bir döneme geçişti.Ehil olmayan insanların devlet kademelerini ele geçirdiği, yöneticilerin heva ve heveslerine tabi oldukları bu dönemde Hz.Hüseyin(r.a.)'in feci şekilde şehit edilmesiyle artık iş iyice çığırından çıkmıştı.

Bu durum gayret ehli insanları harekete geçirdi.İslam dininin bu fitneler içerisinde zarar görmesinin engellenmesi ve ayrıca ortaya çıkan yeni sapık fikirlerle ve bidatlarla mücadele edilmesi gerekiyordu.Zaten vahyin geldiği ilk günden itibaren Kuran'ın ve hadislerin korunmasına ayrı bir önem veriliyordu.Fakat bu yeni dönemle birlikte tüm İslami ilimlerde ayrı bir atılım görüldü.Böylece kelam ilmi sistematize edildi.Başlıbaşına bir ilim olarak ortaya çıktı.Kendilerine ehl-i hadis denilen zatlar Peygamberimize ait hadisleri toplamaya ve senetlerine göre tesbit edip,sahih olanlarla olmayanları belirlemeye çalıştılar. Büyük külliyatlar,hadis mecmuaları oluşturulurken,başlı başına bir ilim olarak hadis ilmi doğmuş oldu. Diğer islami ilimlerde hızla gelişti. Tefsir,fıkıh,arapça dilbilgisi, belagat,siret vb.ilimler bir sistematiğe oturtuldu.Her alanda kapsamlı çalışmalar yapıldı ve büyük eserler ortaya konuldu.Fıkıh alanında İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafii,İmam Malik,İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Cafer-i Sadık(r.anhüm) gibi büyük müçtehitler yetişti.Bunlar müslüman kitlelerin karşılaştıkları sorunlara İslami kaynaklardan hareketle çözümler getirdiler. Sahih bir islami hayatın yaşanabilmesi için ilim ehli tüm gayretini ortaya koymaktaydı.

Tüm bu saydı klarımızın dışında ayrı bir grup daha vardı ki bunlar daha farklı bir alanda gayret gösterdiler.Gerçi yukarıda belirtilen alanlarda da uğraşıyorlardı.Fakat asıl gayretleri insanların nefislerini ıslah edip,İslam'ı gerçekten yaşamaları ve Yüce Allah'a salim ve temiz bir kalp ile ulaşmaları idi.İslamın ilmi-zahiri boyutu yanında manevi,ahlaki, irfani ve ruhi boyutu ile de ilgiliydiler.Bunlar insanları irşad eden ruh terbiyecileri ve ahlak hocaları idiler.Kendilerine tasavvuf ehli veya irfan ehli de denilen bu zatlar muhabbetle Allah'a kulluk edilmesi,peygamberi ahlakın kazanılması,dünya sevgisinden,nefsin ve şeytanın afetlerinden kurtulunması konularında uzmandılar.Sahabelerin yaşantı tarzlarını andıran bir hayat süren bu zümre halktan beklediği ilgiyi fazlasıyla gördü.İnsanlar ateşin aydınlığına uçan kelebekler gibi onlardaki nura ve aydınlığa kanat açtılar.Bu yeni ve zor dönemde İslam'ın yayılması görevini de onlar üstlendiler.Zaten sahip oldukları ruhi olgunluk ve kemal sıfatlarla bu işe layık olanlar da onlardılar.

Etkileri toplumun tüm kesimlerine yayı ldı.Dünyevileşme belasından kurtulmak ve gerçek kulluğa ermek isteyen herkes onların dergahlarına gelmeye başladı.Kalbi huzur,manevi olgunluk ve ilahi marifet yolcuları nerede olurlarsa olsunlar onları buluyorlardı.Hanefi mezhebinin kurucusu ve dört büyük müçtehid imamdan biri olan İmam-ı Azam Ebu-Hanife(r.a) ;'Eğer İmam Cafer-i Sadık'la (k.s.) geçirdiğim iki sene olmasaydı,Numan helak olmuştu.'diyerek tasavvufun ve bu ilmin ehli kimselerin önemini ve vazgeçilmezliğini bu şekilde belirtmiştir.Aynı konuda İmam Şafii(r.a.) ise şöyle demiştir;'Hem alim ol,hem de mutasavvıf.Eğer sadece alim olur da tasavuf ehli olmazsan kalbin katı olur.Eğer tasavvuf ehli olur da ilim sahibi olmazsan,sen zaten yolu kaybetmişsin.Bu halinle başkalara nasıl yol göstereceksin.'

Böylece bu büyük alim ve müçtehid zat dahi bu zümrenin önemini ve onları n ilim, iman,ahlak hikmet,yakin ve muhabbet güzelliklerini herkese ilan etmiştir. Sadece ilim sahibi olmanın yetmediğini en yetkin bir makamda olarak beyan buyurmuştur. Gerçekten de gerek İmam-ı Azam'ın ve gerekse de İmam-ı Şafii'nin halen milyonlarca takipçileri vardır.

Aynı konuda büyük alim,Allah dostu arif-i billah Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) ise şöyle söylemiştir:'Tarikat şeriatın hizmetçisi ve onun en güzel bir şekilde uygulanmasıdır.Tasavvuf İslam'ın ve selefi salihin ahlakı ile ahlaklanmaktır.Tarikat eğer ehlinin elinde olursa insanları birleştirici,onları Allah'a ulaştırıcı,cazibe merkezi kemal ve olgunlukların kaynağıdır.'


Rİ SALET-VELAYET

İslam dini Hz.Adem(a.s.) ile başlamış ve son peygamber Hz.Muhammed (s.a.v) ile en son ve kamil haline ula şm ış tır.Her peygamber toplumuna yüce Allah'ın buyruklarını ileten bir elçi,onları hakka davet eden yüce bir davetçi,ruhlarını terbiye eden büyük bir mürebbi vazifesi görürken aynı zamanda Yüce Allah'a kulluk eden, ona yönelen bir abd durumundaydı.Tüm nebiler risalet yükü ve sorumluluğu yanında velayet bilinci ve kulluk şuuru içersinde olan kamil insanlar idiler.Son peygamber Hz.Muhammed(s.a.v.)'de aynı durumdaydı.Allah'tan aldığı vahyi insanlara ulaştıran bir rahmet deryası,nübüvvet ağacının en kutlu meyvesi olması yanında,Yüce Rabbine yönelen,kulluğun kimsenin ulaşamıyacağı zirvelerinde olan, risaletini eşşiz velayet güneşi ile daha da aydınlatan bir mürşid, bir veli ve büyük bir önder idi.Onun vefatı ile artık risalet son bulmuştur.Fakat velayet ve kulluk kıyamete kadar devam etmektedir.Yeryüzü hiçbir zaman Yüce Allah'a gerçekten kulluk eden,O'na yönelen,kalplerine gafletin uğramadığı,yüce ahlak üzere olan veli kullardan boş kalmamış ve kıyamete kadar da boş kalmayacaktır.

'Kim Allah'a ve Rasule (can-u gönülden) itaat ederse,işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler,sıddıklar,şehitler ve salihlerle beraberdir.Onlar ne güzel arkadaştırlar.'(Nisa Suresi-69.ayet) Bu ayeti kerimede Yüce Allah(c.c.)iman edenlere seslenmekte ve eğer samimi bir itaat gösterirlerse,kendilerine ayrı ayrı ve farklı nimetler verdiği bu dört zümre ile beraber olabileceklerini,onların eşi bulunmaz çok güzel dostlar olduklarını bildirmektedir.Ayetteki sıralamaya dikkat edilirse,nebilerden sonra sıddıklar gelmektedir ki bu onların makam olarak hemen peygamberlerden sonra olduklarını göstermektedir.Sonra ise sırasıyla şehitler ve salihler gelmektedir.Hepsinin de ayrı ayrı kulluk dereceleri ve sahip oldukları makama uygun velayetleri vardır.

Peki Allah'a kulluk eden zümreler içerisinde diğ erlerinden ayrılan ve Allah katındaki mertebeleri nebilerin makamından sonra gelen,Kuran'ın kendilerine sıddıklar dediği bu zatlar kimlerdir ve onları diğerlerinden ayıran özellikleri nedir.? Bu konumuzun daha net anlaşılabilmesi için cevaplanması gereken bir sorudur.

İlmin kapısı ve velayet ağacının köklerinden biri olan Hz.Ali (k.v.) ibadeti üçe ayırmıştır.Bunlar; a)Kölelerin ibadeti , b)Tüccarların ibadeti ve c)Hür olanların ibadetidir.

Kölelerin ibadeti;Allah'a cehennem korkusu ile ibadet edenlerin halidir.Bunlar cehennemden ve onunla ilgili gelen rivayetlerden korktukları için ibadete başlamış ve bu hal üzere kulluğa devam etmektedirler.O'nun yani Yüce Allah'ın azabından korktukları için vaciplerine sarılmışlardır.İnsanlar birbirlerinden farklı özelliklerde yaratılmışlardır.Birini amele sevk eden bir husus diğeri üzerinde o kadar tesirli olmayabilir.Onun içindir ki Yüce Kur'an'da hem azapla ve cehennemle korkutan ayetler ve hem de cennet ve nimetleriyle özendiren ayetler mevcuttur.Birinci guruba girenler Yüce Allah'a azametinden dolayı itaat etmektedirler.Nitekim köleler de efendilerinin azametinden ve verebileceği zarardan korktukları için ona itaat ederler.

Tüccarları n ibadeti ise daha farklıdır.Bu guruba giren insanlar,Yüce Allah'a, O'nun cennetine ve oradaki vereceği nimetlere kavuşmak arzusu içindedirler.Bunlar orada vaad edilen güzel beldelerden,o muhteşem nimetlerden ve belki hurilerden bahseden ayetlerden etkilenmiş ve bunlara kavuşmak için ibadete başlamış bir zümredirler ve halleri bu minval üzere devam etmektedir.Cennetin güzellikleri onlar üzerinde teşvik edici ve harekete geçirici bir etki oluşturmuştur.Bu ise takvalı olma sonucunu doğurmaktadır.Bahsedilen bu iki durum insanların çoğunun üzerinde olduğu hallerdir.Hem caizdir ve hem de Allah tarafından kabul edilmiş ve makbul görülmüştür.

Bu sayı lan iki kesim dışında başka bir gurup daha vardır ki bunların ibadet ediş niyet ve anlayışları diğer iki guruba hiçte benzememektedir.Bunlar sadece ve sadece Allah'a ibadete layık olduğu için,O'na olan muhabbetlerinden dolayı ve O, ibadeti istediği için O'na yönelen kullardırlar.İşte bunlar Hz.Ali'nin(k.v.) kendilerinden hür olanlar diye bahsettiği müminlerdir ve bu onların ibadet anlayışıdır.İnsanlar arasında az ve seçkin bir zümreyi oluşturan bu zatlar gerçek kulluk edenlerdirler.Yüce Allah' a çok farklı bir niyetle ve çok samimi bir şekilde tüm ruhlarıyla can-ı gönülden yönelmişlerdir.Onların farkını anlamak için gelecek şu misal daha aydınlatıcı olacaktır:

Farz ediniz ki Allah-u Teala kullarına, kulluk vazifelerini yerine getirmeseler de onları cennete koyacağını ve bu beyanından sonra eğer isterlerse yine de kulluk edebileceklerini ama sonucun aynı olacağını yani herkesin cennete gireceğini bildirmiş olsun.Yani insanlar serbestirler.Cehennemden korkmalarına gerek yoktur.Cennete girmek ve onun nimetlerine kavuşmak için ibadetin zorluklarına katlanmalarına da gerek yoktur.Dünyada keyiflerine göre bir ömür yaşayıp,cennete girme imkanları vardır.Eğer insaflı olarak düşünülürse,görülecektir ki böylesi bir durumda Allah'a ibadet edenler arasında,hür olanlar gibi kulluk edenler dışında ubudiyete devam eden hiç kimse kalmayacaktır.İnsanların çok büyük bir kesimi ubudiyetten uzaklaşacaktır.Çünkü cennete girmeleri kesinleşmiş ve Allah'ın azabından korkmalarına gerek kalmamıştır.Hür olanlar Cenab-ı Allah'a Allah olduğu için ibadet ediyorlar.Onun aşkı ve muhabbeti onların azığı ve beklentileridir.Onların gözünde O'nun yüce zatından başka hiçbir şey yoktur.O'nun muhabbeti tüm varlıklarını kuşatmıştır.İlahi marifetler onların gıdası olmuştur. Bunlar kendilerine Kur'an-ı Kerim'de sıddıklar veya diğer bir ifade ile evliyaullah denilen seçkin, himmetleri çok yüce,Allah aşkı ile yanan Allah dostlarıdırlar ve bu onların sahip oldukları kemal sıfatlardan sadece bir tanesidir.

Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri(k.s.) bu hususta bir sohbetlerinde şöyle diyorlardı:'Eğer evliya,nüceba,nükeba,ebdal,aktap denilen büyük zatlar olmazsa dünya harap olur, hayat durur,felaketler ardı ardına gelir.Çünkü insan ibadet için yaratılmıştır. Gerçek ibadeti yapanlar ise evliyaullah kesimidir.Diğer insanlar onların bereketi ile yaşamaktadırlar.Altın korunurken kabı da korunur.Ürün için tarlaya bakılır.Balta için sapı saklanır.Evliyaya yanaşın.Allah'ın lütfunu göreceksiniz. Ehadiyyet güneşinden nur ışınlarını müşahede edeceksiniz.Yüce Allah mealen; 'Şüphesiz Allah iyilik yapanlarla ve muttaki olanlarla bereberdir.'buyurmaktadır.'


HAZNEVİ MÜRŞİTLERİ

Haznevi dergahının kurucusu;büyük alim,fazilet sahibi ve arif-i billah olan Şeyh Ahmed El-Haznevi'dir.Babaları Hoca Murad Efendi ,Mardin ilinin İdil(Hazah) ilçesine bağlı Bahine köyündendir.Hoca Murad Efendi alim ve muttaki bir zat olup asil ve temiz bir aileden gelmektedir.Şeyh Ahmed babalarının İmam-Hatiplik yaptığı şu anda Suriye toprakları içerisinde kalan Kamışlı kazasına bağlı Hazna beldesinde 1886 yılında doğmuştur.

Doğduğu bu yerden dolayı da Haznevi namıyla anılmaktadır.Babalarından sonra ilk hocaları Diyarbakır'ın Silvan kazasının seçkin alimlerinden Müderris Molla Hüseyin Küçük Efendidir.Zamanın usulüne göre bu üstadlarının yanında okuyup,tahsillerini tamamlamış ve ilmi icazetlerini ondan almışlardır.Şeyh Ahmed daha sonra tasavvufa ilgi duymuş Şeyh Abdurrahman-i Taği'nin halifesi olan Hizanlı Şeyh Abdulkadir Efendinin sohbetlerinde bulunmuştur.Birinci Dünya Savaşından önce hocası Şeyh Abdulkadir Efendinin vefat etmesi üzerine ise, büyük veli ve Allah dostu Abdurrahmani Taği hazretlerinin oğlu ve halifesi olan Şeyh Muhammed Diyaeddin Nurşini Hazretlerinin sohbetlerine devam etmeye başlamıştır. Şeyh Hazret olarakta anılan Şeyh Muhammed Diyaeddin (k.s.) Bediüzzaman Said Nursi'nin de hocası olup, Üstad Bediüzzaman Tarihçe-i Hayat isimli eserlerinde onu ve onun mürşidi olan Abdurrahmani Tagi Hazretlerini (k.s.) kendisinin üstadları olarak belirtmiştir.Hatta aynı adlı eserinde yeryüzünde melek misal insanları görmek isteyenlerin Nurşin'e Şeyh Muhammed Diyaedddin (k.s.)'in dergahına gitmelerini ve onun müritleri ile tanışmalarını salık vermiştir.

Şeyh Ahmed(k.s.) bu yüce dergaha dahil olduktan sonra on beş y ı l boyunca Hazna'dan Nurşin'e bazen yaya bazen de binek üstünde olarak gitmiş,ilmi ve manevi tedrisatını burada tamamlamıştır.Talebeliklerinin ilk zamanlarında başlarından geçen bir olayı şu şekilde anlatmışlardır:
'Nurşin'e gittikten on beş yirmi gün sonras ı ydı.Hazretin evindeydim.Malum yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı.Birgün Muş tarafından o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyarete gelmişti.Hazreti ve talebelerini yemeğe davet etti.Hazret de onun davetini kabul edip, icabet edeceğini bildirdi.Nasıl olsa ben de gideceğim ve güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim.Bu durumdan nefsim çok zevk duydu. Hemen çarıklarımı ıslansınlar da rahatça giyeyim diye suya bıraktım.Hazret yolculuk hazırlıklarını tamamladığında ben de diğer talebeler gibi hazırlanmıştım.Hazret dışarı çıktı,yüzünü bana döndürüp;'Haydi gidiyoruz.Bütün mollalar benimle beraber gelsin.Yalnız Molla Ahmed kalsın.' diye buyurdu. Ben gitmeyip,kaldım.O zaman hocamın niye böyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki;'Bütün suç senindir.Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın.Güzel yemeklere tamah ettin.İşte bunun için Hazret seni götürmedi.Ey nefis senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lazımdır.Bunu yaparsan Allahu Teala'nın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun.'

Şeyh Ahmed on beş y ı l süren bu uzun talebelik döneminde Muhammed Diyaüddin Hazretlerinden çok istifade etti.İlim ve irfan yolunda çok ilerledi. Tasavvuf güzargahında çok yüksek derecelere çıktı.Üstadı ona ilim öğretmek ve insanları Nakşibendi üstadlarının usulüne göre manevi olarak yetiştirip, terbiye etmek için icazet ve hilafet verdi.Bunun üzerine o Hazna'ya dönmüş ve orada insanları irşada başlamıştır.Kısa bir süre sonra da asıl dergahın merkezini oluşturacak,Tel Maruf beldesine yerleşmiştir.O zamanları oğlu ve halifesi olan Şeyh İzzeddin(k.s.) şöyle anlatmaktadır:

'Küçük ya şta Hazna'daki Haznevi medresesinde tahsile başlad ı m. Medrese çok mahir ve muttaki alimlerden,çalışkan ve ahlaklı talebelerden müteşekkildi.Birinci dünya savaşının zifiri karanlığı,açtığı yara,oluşturduğu kıtlık ve sıkıntı devam ediyordu.Memleketimiz Fransızların işgali altındaydı.Her taraftan dine,imana, irfana karşı saldırılar düzenleniyordu.Büyük şeyh babam Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) köyden köye sürülüyordu.Buna rağmen o yılmıyordu.Kimi zaman çölde,kimi zaman çadırlar içerisinde talebe okutmaya devam ediyor,misafir kabul ediyor ve insanların irşadıyla aralıksız bir şekilde uğraşıyordu.Bu zor şartlara rağmen insanlar da ona teveccüh ediyorlardı.Babam korkuyu tanımaz,yorulmak bilmez,en korkunç olaylar karşısında dahi kırılmaz bir irade sahibi,cesaretli,vakur,maneviyatı son derece kuvvetli engin bir alim,tanınmış bir İslam önderiy di.

Medresemiz toprak bir bina idi.Duvarları delikler ve çatlaklarla dolu idi. İçerisinde akrep,fare gibi zararlı hayvanlar da eksik olmazlardı.Sergilerimiz hasırdandı.Rahlelerimiz ise içi saman dolu yastıklardı.Tüm bunlara rağmen ilim öğrenmek ve babamıza layık olabilmek için gece gündüz demeden çalışıp, didiniyorduk.Dünyamız bu anlattıklarımdan başka bir şey olmamasına rağmen Şeyh Ahmed(k.s.) medresenin kapısına gelir ve bizlere ;'Ey hocalar!Ey öğrenciler! İnancınızı ve ahlakınızı İslam'a uygun hale getirmek,cehalet karanlığından kurtulmak,insanlara hizmet etmek,halifelik makamına yakışır bir hale gelmek,helali ve haramı bilmek hülasa yüce Allah'ın rızasını kazanmak için ilim tahsil edin. İnsanların itibarını kazanmak,makam ve maddeyi elde etmek,ün salıp,şöhret kazanmak için ilim tahsilinin sonucu nedamet ve hüsrandır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyururlar ki;'Allah'ı rızasını kazandıran ilmi, dünya menfaati için tahsil eden kimse kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamıyacaktır.(Ebu Davut R.S 400)'d iye hitap ederlerdi.'

Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) tüm bu zor şartlara ra ğ men yılmadan çalışmaya devam ediyordu.Baskılar,sürgünler onu asla yıldırmıyordu.Cehalet her tarafta göze çarpıyordu.Şeyh hazretleri öyle oluyordu ki bazen bir çobana kelime-i şehadeti öğretmek ve düzgün bir şekilde söylenmesini sağlamak için saatlerce uğraşıyordu. Bir seferinde yine böyle bir çobana namaz kılabilmesi için Fatiha suresini ve Ettahiyyatü duasını öğretmeye çalışıyordular.Ne yaptılarsa çoban bu duaları ezberliyemiyordu.En sonunda Şeyh Ahmed(k.s.) çobanın tanıdığı ve birbirlerinden rahatlıkla ayırabildiği koyunlarına tek tek isim koymaya başladı.Bunun adı 'Ettahiyyatü',bu diğerinin ki'Lillahi',şuradaki 'Vessalavatu'diye.Böylece çoban duaları ezberleyebildi.Aradan bir süre geçtikten sonra bu çoban Tel Maruf'a ziyarete geldiğ inde,Şeyh Hazretleri camide ona bu duayı okutturdu.Gördü ki duanın içindeki bir kelimeyi mesela 'Vettayyibat'ı eksik okuyordu.Sebebini sorduklarında o isimli koyunun öldüğ ü şeklinde bir cevap aldılar .

Yıllar süren uğraşları elbette ki boş kalmadı.Pek çok alim ve fazilet sahibi kişiler yetiştirdiler.Gerek talebelerini göndererek ve gerekse de kendileri irşatlara çıkarak insanları eğittiler.Fakat tüm talebeleri ve halifeleri arasında ilimleri,takva ve Allah'a yakınlıkları ile bambaşka olan üç kişi vardı ki bunlar oğulları olan Şeyh Masum(k.s.) Şeyh Alaaddin(k.s.) ve Şeyh İzzeddin(k.s.)'dur.Onlar için şöyle buyurmuşlardır: 'Üç oğlum da kamil-i mükemmil şahsiyetlerdirler.Benden sonra sırayla yerime geçsinler.'Bilindiği gibi tasavvufi literatürde 'kamil-i mükemmil' tabiri ;Allah'a kavuşmuş, O'nun sevgisinde yeni bir hayat bulmuş,yüce marifetlerle,ilahi sırlarla donanmış ve insanları kamil bir şekilde irşad edebilecek bir özellik ve yetenek üzerinde olanlar için kullanılır.Bu vasıflarıyla onlar Şeyh Ahmed'in (k.s.) diğer halifelerinden ayrıdırlar ve tarikatın asıl gövdesi onlar vasıtasıyla bu güne kadar devam ederek gelmiştir.

Şeyh Ahmed(k.s.) tüm yüce s ı fatlarına ve kemallerle dolu,övülmüş hallerine rağmen çoğu zaman gözü yaşlı ve korku dolu bir halde bulunurdu.Yakınlarına ve sevdiklerine daima dert yanar ve kendisinde görülen bu hallerin ve insanların teveccühlerinin bir istidrac,nefsin veya şeytanın bir oyunu olmasından korktuğunu söylerdi.Kendilerini daima kusurlu ve hatalı görüyorlardı.

İnsanlardan gelen eziyetlere karşı çok büyük bir sabır sahibiydiler.Onun için onların İslam'dan bir şey öğrenmeleri,imanlarını kuvvetlendirecek bir sohbeti dinlemeleri ve kendilerini ıslah edecek bu yüce yola girmeleri herşeye bedeldi.Bu uğurda gördüğü kabalıklara,çektiği eziyetlere hiç aldırış etmiyordu.Öyle oluyordu ki kendisini ziyarete gelenler ayakkabıları ile oturduğu yere basıyor,yaptıkları izdihamla bazen onu incitebiliyorlardı.Ama o bunlara hiç aldırış etmez ve yakınlarından bu gibi kimselere kızanları böyle yapmamaları için uyarırdı.Bu yüce ahlakları ile pek çok insanın kalbini İslam'a,imana ve bu yüce ıslah yoluna ısındırdılar.Onların imanlarını kurtarmalarına vesile oldular.Çok büyük ve salih alimlerin yetişmesine vesile oldular.

Şeyh Ahmed (k.s.)'in 1950 y ı lındaki vefatından sonra irşad makamına Şeyh Masum(k.s.) oturdular.Şeyh Masum'da babaları gibi ilmi bir olgunluğa sahip, muhabbetullah sahibi bir mürşid-i kamil idiler.Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi hizmete çok düşkün olmalarıydı.Şeyh Masum(k.s.) kimseden korkmaz ve çalışıp hizmet etmekten asla usanmaz bir zattı.Öyle olurdu ki bazen onu tarlada çalışırken,bazen koyunları güderken,bazen medresede talebe okuturken, bazen de insanları irşad ederken görebilirdiniz.O yörede bulunan aşiret ağalarını toplar ve köylülere zulüm etmemeleri,adaletli ve merhametli olmaları konusunda sert bir dille uyarırlardı.Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker konusunda çok titizdiler.Tabiatları Hz Ömer(r.a.)'i andırıyordu..

Şeyh Masum(k.s.) aşiretler aras ı ndaki kan davalarını hallediyor,dargın insanları bar ıştırıyor,yüce ahlaki değerleri yerleştirmeye çalışıyordu.Değişik yerlere gönderdikleri alimlerle o yörelerin halkını ıslah ediyorlardı.Öyle yerler vardı ki Şeyh Masum(k.s) oraları irşad etmeden önce o bölge halkı namaz,abdest,helal,haram nedir bilmez bir haldeydiler.Birbirleriyle dü şman bir şekilde yaş ı yorlardı.Hele Mardin yöresinde bir köy vardı ki ahalisi cehaletlerinden dolayı hem namazdan niyazdan uzaklaşmış ve hem de öyle bir gaflete düşmüşlerdi ki camiyi ahır yapmış, içinde et pişirip,yiyorlardı.Cami pislikten içine girilmez olmuş,cam ve duvarları içinde yakılan ateşin isinden dolayı kapkara kesilmişti.Yerler hayvan pislikleri ve kemik artıklarından dolayı berbat bir haldeydi.Bu himmeti yüce şahsın bereketi ile onlar tevbe ettiler.Hane hane bu yüce tarikata girdiler.Onun edepleri ile İslam'ı en güzel bir şekilde yaşamaya başladılar.Cami yeniden düzenlendi ve eskisinden daha güzel bir şekilde restore edildi.Kalplerdeki korkunç perdeler kalkmıştı.Bu onlar için yeni bir doğuş idi.Sanki üzerlerine atılan ölü toprağından silkinerek kurtulmuş ve yıllar süren derin bir uykudan uyanmışlardı.

Şeyh Masum(k.s.) zaman ı nda bu tarikat biraz daha büyüdü ve insanlar arasında daha fazla tanınmaya başladı.Şeyh Alaaddin(k.s.) zamanında ise daha da büyüdü. Şeyh izzeddin(k.s.) zamanında ise çok daha fazla tanınmaya ve rağbet görmeye başladı.Şeyh izzeddin(k.s.) gerek Türkiye'de,gerek Avrupa ülkelerinde ve gerekse de Arap memleketlerinde yaptığı irşadlarla Haznevi yolunu,edeplerini,mürşitlerinin İslam'a bağlılıklarını,bu yolun İslam'ı en güzel yaşama yolu olduğunu tüm dünyaya ilan etti.Yaşantısı ile buna en canlı şahit oldu.

Şeyh Alaaddin(k.s.), Haznevi mürşitlerinin üçüncüsü,ilimde bir derya,yumuşak tabiatl ı ve Rasulullah(s.a.v.) aşkı ile yanan,simasının apayrı güzelliği ile Rasul-ü Kibriya'yı hatırlatan bir arif-i billah,bir mürşidi kamil idi.Efendimize olan aşırı muhabbetleri ayırıcı vasıflarıydı.Onu gören Yüce Rasul-ü Kibriyayı hatırlar,onun sohbetlerinde bulunan asr-ı saadetten eşine rastlanmaz esintiler hissederdi.O, zamanında yaşayan tüm meşayih arasından Rasulullah(s.a.v.) sevgisi ile sıyrılmış ve haklı bir şöhrete sahip olmuştu.Dininde tavizsiz,müminlere karşı şefkatli, küfür ehline karşı ise izzetli bir tavır içerisindeydi.1958 yılında irşad makamına oturdular.

Peygamber Efendimizin üzerine yazdı kları kasideleri çok meşhur olup,halen dillerde dolaşmaktadır.Şeyh İzzeddin(k.s.) onunla ilgili olarak şöyle bir olay nakletmişlerdir: 'Babam Şeyh Ahmed'in(k.s.) yanında oturuyordum.İçeriye ağabeyim Şeyh Alaaddin girdi.Doğruca babamız ve mürşidimiz olan Şeyh Ahmed hazretlerine yönelerek , ondan Rasulullah Efendimizin (s.a.v.)bütün sünnetlerine harfiyen tabi olabilmek için kendisine dua etmelerini istirham eyledi.Şeyh Hazretleri cevaben; 'Bunu senin baban bile yapmaya güç yetiremezken, sen nasıl yapacaksın.'diyerek cevap verdiler ve sünnetle ilgili dikkat edilmesi gereken konularda öğütlerde bulundular.Bu olay Şeyh Alaaddin'in(k.s.) imanının kemaline ve Rasulullah'ı(s.a.v.) ne kadar çok sevdiğine açık bir delildir.'

Şeyh Alaaddin(k.s.) bir gün Tel maruf'taki camide bulunuyorlard ı .Bir kişi kendilerine yanaşıp bir soru sormak istediğini söyledi.Sorabileceğine dair olumlu bir yanıt alınca da 'Şeyh Abdulkadir-i Geylani(k.s.) mi yoksa Şah-ı Nakşibend (k.s.) mi daha büyüktür?' diye sorusunu yöneltti.Şeyh Alaaddin Hazretleri(k.s.) hangisinin büyük olduğuna dair bir açıklama yapmayıp,cevaben şöyle buyurdular;

'Her bir evliyanı n ayrı bir makamı ve o makamına göre de bir vazifesi vardır.Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) kendisinden medet istenildiğinde,ruhaniyetiyle anında orada bulunur.Hakiki bir Nakşibendi mürşidi ise,metal parçalarının içerisine daldırıldığında onları kendisine doğru çeken bir mıknatıs gibidir.İnsanı tuttuğu gibi Allah'a kavuşturur.'

Şeyh Alaaddin 1969 y ı lında vefat ettikten sonra yerlerine Şeyh İzzeddin(k.s.) geçtiler. Bu Şeyh Ahmed(k.s.)'in vasiyeti idi.Şeyh İ zzeddin(k.s.) yüce Allah'a(c.c.); 'Rasullah Efendimiz(s.a.v.) yirmi üç yı l insanları irşad ettiler. Bende onun gibi irşad makamında bu kadar süre kalayım.'diye sürekli dua ederlerdi.Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında yirmi üç yıllık imanla,ihlasla,takvayla ve insanlara faydayla dolu bir ömrü tamamlamış oluyorlardı.

Şeyh İzzeddin(k.s.) bütün işlerinde ve davranışlarında yüce şeriatı kendisine ölçü olarak alırdı.İslam ulemasının,ehl-i sünnet vel cemaatın görüşlerine ters düşen her şeyi red ederdi.Canı,malı,evladı pahasına dahi olsa dininden zerrece taviz vermezdi. Kızgınlığında ve sevincinde her zaman kitap ve sünnete bağlı idi.

1950'li yı llarda yüksek şer'i fetva üyeliğine seçilmişlerdi.Görev almak için gitmeden önce orada kalacakları süre içersinde yiyecekleri yiyeceği belirleyip,kendi mallarından ayarlayıp,yanlarında götürdüler.Temiz olmayan,nasıl yapıldığını bilmedikleri,üzerine bereketin inmediği yiyecekleri asla yemezlerdi Kendilerine bakanlıkça verilen iaşeyi kabul etmeyip,ihtiyaçlarını kendileri karşılayıp,ayrılan meblağı hazineye geri iade ettiler.Göreve başladıktan sonra çok kısa bir zaman içersinde bilgisi,zekası ve görüşünün keskinliği ile diğer alimler arasından sıyrılıp, fetva heyeti içersinde ileri bir seviyeye geldiler.Bir gün diyanet işlerinde kullanılmak üzere alınacak araçlarla ve onların yakıt masraflarının hazineden karşılanması ile ilgili bir karar onaylanmak için fetva makamına gönderilmişti.Şeyh İzzeddin Hazretleri bu fetvayı imzalamadı ve diğer fetva üyelerinin ne yapacaklarını görmek için bekledi.Herkes imzalamış ve son imza olarak onun imzası kalmıştı.Kendisine geldiklerinde bu fetvayı imzalamadı ve 'Sizler hizmet için alınan bu araçların, kendi yakın ve akrabalarınızın işlerinde ve kendi özel işlerinizde kullanılmayacağından eminmisiniz.Bunları kendi menfaatınız için kullanacak ve sonrada yakıt parasını ayrılan ödenekten karşılayacaksınız.Ben bu olaya onay veremem.'dedi.Heyetin üyelerini,verecekleri fetvalarda akla değil nakle,yoruma değil rivayete,fikre değil fıkha dayanmaya ve bunun içinde kitap, sünnet ve salih ulamanın hükümlerine uymaya davet edip,görevinden istifa etti.Tel Maruf'a geri döndüklerinde o zaman irşad makamında bulunan Şeyh Alaaddin(k.s.) onu bu tavizsiz tavırlarından dolayı takdir ettiler.

1970'li yı llarda irşad için Kuveyt'e gitmişlerdi.Öğle namazı kılınmıştı.Sohbet olacağı cemaate bildirilmesine rağmen,ayakkabısını alan camiyi terk ediyordu. Çünkü daha önce sohbet için kürsüye çıkan herkes,cemaattan para istemekten başka bir şey yapmamıştı.Şeyh İzzeddin Hazretleri(k.s.)mikrofonu ellerine alıp,siyasetle uğraşmadığını ve verseler dahi kimseden para kabul etmediğini yüksek sesle ilan edince, insanlar onun sohbetini dinlemek için geri geldiler.Şeyh (k.s.);

'Mür şidin gözü insanlar ı n malında ve onların makamında olursa seviyesi düşer, kıymeti azalır. Maneviyatı zayıflar ve mana aleminden kesildiği için sözünün tesiri de azalır.Mürşid herkesten daha fazla söylediğini uygulamalıdır ki daha olgun, tesirli ve bilgi sahibi olabilsin. Peygamber Efendimiz(s.a.v.) buyurur; Yüce Allah bildiği ile amel edene bilmediğini öğretir.Ben siyasetle uğraşmıyorum.Zira Yüce Allah'ın dinini tebliğ etmeyi,kulluk vazifesini ifa etmeyi ve yüce sadatın (k.s.) adaplarını yaymayı herşeyden üstün biliyorum.Mal toplamıyorum.Verseler dahi kabul etmiyorum. Çünkü Yüce Allah beni zengin ve insanlardan müstağni kıldı.Her yerde herkese meydan okuyorum.Eğer bana maddi yardımda bulunan varsa ortaya çıksın, diyorum. Allah'a bundan dolayı hamd ediyorum.'diye vaaz ettiler.

Şeyh Hazretleri(k.s.)çok zeki,ak ı llı ve zarif bir zat olması yanında edep yönünden de zirveye ulaşmış bir şahsiyet idi.Kıble cihetine ve Şeyh Ahmed El-Haznevi Hazretlerinin türbesine karşı asla sırtlarını çevirip oturmazlardı.Medine-yi Münevvere'de bulundukları zamanlarda kendilerini yok edecek derecede tevazu gösterirlerdi.Mescidi Nebevi'de bir direk arkasına büzülerek ibadet ve münacaatlarını yaparlardı.Rasulullah (s.a.v.) efendimizin mübarek huzurlarında saatlerce murakabede durulardı.Öğle ağlar, sızlarlardı ki bazen yorgunluktan yere düşecek hale gelirlerdi.Aşırı ibadetten ve edepli olmak için gösterdikleri aşırı titizlikten dolayı zayıf düşer,mübarek yüzleri sapsarı kesilirdi.Şeyh Hazretlerinin (k.s.) Kur'an-ı Kerim'e karşı çok aşırı bir hürmeti ve saygısı vardı.Kur'an'dan herhangi bir ayet bir levha içinde bir duvarda asılı bulunsa,o yöne ayak uzatmaz ve sırtlarını çevirerek oturmazlardı.Kur'an'ı diz üstü oturarak,kıbleye doğru büyük bir huşu içerisinde okurlardı.Bir sohbetlerinde şöyle söylemişlerdir;

'Kur'an-ı Kerim'i okuduğunuz zaman teenni ile düşünerek ve yavaş yavaş okuyun.Rahmet ayetlerine geldiğinizde ümit ile dolu bir halde Yüce Allah'tan ihsanını ve lütfunu isteyin.Azap ayetlerine geldiğinizde Allah'ın lütfuna sığının ve azabından korunmayı dileyin. Müminlerin sıfatlarını belirten ayetler geldiğinde o sıfatlarla donanmayı,onların mertebelerine ve kavuşacakları nimetlere ulaşmayı dileyin.Kafirlerin sıfatlarından bahsedildiği ayetlerde onların katılıklarından, gafletlerinden,karanlıklarından ve karşılacakları sondan Allah'a sığının.Esmaül hüsna'nın herbirinde ayrı ayrı durun ve manalarını düşünüp,bir süre öylece kalın. Çünkü Yüce Allah'ın her isminden kalbe yansıyan ayrı bir tecelli,akla uzanan ayrı bir nur,zihne gelen ayrı bir mana,içi sevindiren bir meltem,nefis coşturan başka bir muhabbet ve insana yön veren bir irşad mevcuttur. '

Bir müftünün Şeyh Hazretlerine(k.s.) tartikatlar ı n insanları böldüğünü, müslümanları tefrikaya düşürdüğünü söyleyip, itiraz etmesi üzerine,cevaben Şeyh İzzeddin Hazretleri(k.s.) Şeyh Ahmed(k.s.)'dan şöyle naklediyorlardı:
'Bir mür şid bir yöreye giderse daha önce orada bulunan mürşid sevinmelidir.Halk ı hak dine davet ve irşad etme ağırlığı ve insanlarla uğraşma yükümlülüğü omuzundan kaldırıldı diye memnun olmalıdır;'Ben de artık huzur içerisinde Rabbime ibadet edebilirim.'demelidir.Bu duyguda olmayıp,yeni gelen mürşidin irşadından ve gönülleri fethetmesinden üzülen kimse şeyh değildir.Şeytandır!Zira haset şeytanın özelliğidir.Şeytan hasedden doğan kibirliliği yüzünden Hz.Adem (a.s.)'e secde etmedi.Lanetlendi ve ebedi şekavete uğradı.Tarikat şeriatın hizmetçisi ve en güzel bir şekilde uygulanmasıdır.Tasavvuf İslam'ın ve selefi salihinin ahlakı ile ahlaklanmaktır.Tarikat eğer ehlinin elinde olursa insanları birleştirici,onları Allah'a ulaştırıcı,cazibe merkezi ,kemal ve olgunlukların kaynağı olur.'

Müslümanların uğradığı musibetler karşısında Şeyh İzzeddin Hazretleri çok acı çeker ve yıpranırlardı.Böylesi bir zamanda üç gün boyunca kasırdan dışarı çıkmadıkları görüldü.Onu gördüklerinde gözleri ağlamaktan kan çanağı gibi olmuştu.Çok bitkin ve üzüntülü bir haldeydiler.'Müslümanların başına gelen böylesi olaylar karşısında, bir müslümanın acıdan dolayı idrarından kan gelmelidir.' buyurdular. Müslüman cemaatlerin sindiği,ezanların dahi tepkinin ne olacağı kestirilemediğinden dolayı okunamaz hale geldiği zamanlar da Şeyh Hazretleri (k.s.) müritlerini toplayarak irşada başlardı.O ümmet için kendini feda etmekten asla çekinmezdi. 31 Temmuz 1992 tarihindeki vefatlarından sonra açıklanan vasiyetleri ile yerlerine Şeyh Muhammed(k.s.) geçti.

Şeyh Muhammed(k.s.); Şeyh İ zzeddin(k.s.) hazretlerinin en gözde talebesi, en mükemmel takipçisi,onun gözünün nuru gibi koruyup,adeta bir gül gibi yetiştirdiği, tüm müslümanlara ve insanlık ailesine faydalı olması için elinden gelen tüm himmeti üzerinde kullandığı,en yüce ahlaki,imani ve irfani değerlerle süslediği bulunmaz, mümtaz, eşine az rastlanır kamil-i mükemmil bir mürşid-i ekmel bir şahsiyetti .

Şeyh İzzeddin Hazretleri vefatlarından önce pek çok kereler değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)'dan övgü ile bahsetmiş ve onun hem kamil bir iman sahibi, muhabbetullah ile dopdolu arif bir zat olduğunu belirtmiş ve hem de insanları idare ve irşad etmede tam ve mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmişti.

Bu durum sadece Şeyh İ zzeddin Hazretleri ile sınırlı değildir.Bundan yaklaşık elli yıl öncesinden Şeyh Ahmed(k.s.) Hazretleri daha çok küçük bir yaşta olmasına rağmen onu övmüş,ondaki yeteneklere,üstün değer ve özelliklere dikkat çekmiş ve 'Bu zat bizim şanımızı yükseltecektir.' buyurarak konumunun önemine dikkat çekmişlerdir. Gerek Şeyh Masum(k.s) ve gerek de Şeyh Alaaddin(k.s.) onun üzerine çok titremişler;iman,ihlas,muhabbet,hizmet,fedakarl ı k,yüce ahlak ve daha pek çok yüce meziyetler sahibi yeğenlerinin en iyi şekilde yetişmesi için çalışmışlardır.Onun üzerine o kadar titriyorlardı ki onunla ilgilenip,oyun oynadıkları zamanlarda herhangi bir şekilde incinmesi durumunda çok üzülüyor ve bu duruma sebep oldukları için birbirlerini suçluyorlardı.Bu o kamil zatların ferasetleri ile hissettikleri ve gerçekleşecek olan hakikatın bir tecellisiydi.

Gençlik yı llarında kendilerine ders vermiş,hocalık yapmış olan büyük ve fazilet sahibi,değerli alim Şeyh Mustafa Buga onun ile geçirdiği yılları hayatının en güzel anları olarak nitelendirmekte ve bundan dolayı gurur duyduğunu bildirmektedir. Şeyh Muhammed Hazretlerindeki üstün ve eşşiz vasıfları her konuşmasında dile getiren Şeyh Mustafa Buga,onun kendisini kat be kat geçtiğini pekçok kereler dile getirmişlerdir. Haznevi ailesini,özellikle Şeyh İzzeddin Hazretlerini ve Şeyh Muhammed Hazretlerini çok yakından tanıyan bu zat,İslam alemi içersindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir.Telmaruf'ta Şeyh İzzeddin(k.s.)'i anma merasiminde yaptıkları bir konuşmalarında Şeyh Muhammed Hazretlerini müslüman alimleri toplamaya ve ümmetin sorunlarına çözümler bulacak çalışmalar başlatmaya çağırmış ve onun üstün vasıflarını böylelikle açıkça teyit etmişlerdi.

Şeyh Arabi Kabbani,Lübnan müftüsü ve Lübnan' ı n ileri gelen değerli alimleri, Suriye Diyanet İşleri Başkanı,Türkiye, Mısır, Kuveyt,Arap Emirlikleri ve Sudan'dan gelen alimler ve yazarlar Telmaruf'a yaptıkları ziyaretlerinde ve katıldıkları münasebetlerde Şeyh Muhammed Hazretlerinden ve Haznevi mürşitlerinden her zaman büyük üstatlar,saygı değer alimler,muttaki önderler olarak övgüyle bahsetmişlerdir.Bu sadece onlarla sınırlı bir olay değildir.Kuveyt'in ve diğer beldelerin selefi alimleri de tasavvufa karşı olmalarına rağmen Şeyh Muhammed Hazretlerini tanıdıkları zaman onun değerini hemen anlamakta,ona ve fikirlerine büyük bir saygı göstermekte,tasavvufi anlayışına ve izledikleri yola büyük değer vermekte ydiler.

Fıkıh alanında İslam dünyası içersinde çok ileri bir yerde olan,belki de ilk sırada yer almakta olan alim zat Vehbi Zuhayli'de Telmaruf'a davetli olarak gelmişlerdi. Tasavvufa ve tarikat ehline o kadar da sıcak bakmıyorlardı.Fakat Şeyh Hazretleriyle tanıştıktan,onun ilminin büyüklüğünü,tevazu ve takvadaki bensersizliğini,halim ve sevecen tavırlarını,o üstün ahlaki meziyetlerini,inceliklerini ve sünnete bağlılıklarını gördüklerinde nasıl bir zat ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı.Bu sıradan bir zat değildi ve bu karşılaşma da sıradan bir karşılaşma değildi.Kalpler yumuşadı ve fikirler değişti.

Şeyh Hazretlerinin dergah ı ilim üzeredir.Haznevi mürşitleri hepsi zamanlarının en büyük alimleri arasındadırlar.Bu kol alimden alime devredile gelmiş bir yoldur.Şeyh(k.s.) Tel'maruf'taki şer-i ilimler medresisinde iki bine yakın talebe okut up ve bunları n yeme,içme,barınma gibi tüm ihtiyaçlarını kendi öz malından karşılamakta ydı .Fakir olan,durumu olmayan ama İslami ilimleri öğrenme aşkı içinde olanlara kapılarını ve tüm imkanlarını açmakta,onları İslam ümmeti için faydalı bir hale getirmeye çalışmakta ydı .Bu destek sadece okul yılları ile sınırlı kalmamakta,mezun olanlardan durumu iyi olmayanları da kendi imkanları ile münasip bir şekilde evlendirmektedirler.Bu talebelerden istediği;gittikleri beldelerde İslam'ı öğretmeleri,emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker farizasını yerine getirip,bu yüce adapları hem yaşamaları ve hem de yaygınlaşması için gayret göstermeleridir.

Şeyh Hazretleri çıktıkları irşat amaçlı seyahatlerinde toplumun her tabakasından insan ile ilgilen ir ve dini şuur ve bilincin oluşmas ı ya da daha da kuvvetlenmesi için gayret göster irlerdi.Resmi yetkililerin ve medeniyetin uğ ramadığı ücra yerlere dahi tebliğ için gitmekte ydiler.Bu duruma oranı n ahalisi bile şaşırmakta ydı la r.Onlar bu yüce zatı tanıyınca,onun sohbetini dinleyince ona öylesine bağlanmakta ydı lar ki bu tariflere sığmaz bir haldi.Şeyh Hazretleri onlara dinlerini öğretecek bir alim göndermeyi teklif ettiğinde onlar bunu hemen kabul etmekte böylece hem Nakşi-Haznevi yoluna girmekte ve hem de dünya ve ahiret saadetini elde etmekte ydiler.
Şeyh Muhammed (k.s.) hazretleri mübarek topraklarda 2005 yılında ramazan ayında geçirmi ş oldu ğ u elim kazadan sonra açıklanan yüce vasiyetnameleri ile kendilerinden sonra yerlerine alim ve mutasavvıf bir zat olan, yüce ahlaki meziyetlerle bezenmiş,engin ve yüce görüşlü,eşşiz insan Şeyh Muhammed Muta El-Haznevi'yi halife olarak bıraktılar. Böylece tüm tarikat ve ir şad işlerini,müridlerin idare edilip, e ğ itilmeleri vazifelerini,müslümanların hallerinin ve ahlaklarının iyileştirilmesi görevini,ilmi yayma ve birleştirici olma gibi çok geniş vazifeleri bu yüce şahsiyetin omuzlarına yüklemiş oldular.

Şeyh Muhammed Muta(k.s.) bu eşşiz ve yüce ailenin İslam ümmetine sunduğu yeni bir hediyedir.O ilim ve hikmet pınarları ile dolu,irfanın menbağı olan Haznevi Medresesinde yetişmiş,Şeyh Muhammed Haznevi(k.s.) gibi bulunmaz bir alim ve irfan ehli zatın yanında icazet almış bir şahsiyettir.Şeyh Muhammed Haznevi(k.s.) hazretleri,diğer evlatları arasında sadece ona icazet vermiş ve kendi mübarek elleriyle,gözyaşları ile ıslattığı sarıklarını sarmışlardır.

Şah-i Hazna lakabıyla ünlü Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.) bir sohbetlerinde 'Büyüklük kıyamete kadar bu kapıdan asla ayrılmayacaktır.'buyurmuşlardır.Allah(c.c.) kendi emanetini koruyan ve ona ihanet etmeyene ihanet edecek değildir.Kur'an ve sünneti yaşayarak ve bu yüce adaplara uyarak büyüklük elbisesini giyenlere,onlar bu elbiseyi çıkarmadıkları sürece rahmet etmekten geri duracak değildir.Kendi dinin yükselten,bu uğurda her türlü meşakkete katlanan,asla yılmayan,korku duymayan ve gevşemeyen zatları,yüzüstü bırakacak değildir.Onları herkesten üstün ve kimseye yüzsuyu dökmeyen bir hale getirecek ve kendi rahmetini ve hidayetini onlar eliyle dünyaya yayacaktır.Kendi önünde tam bir teslimiyetle eğilen bu zatların önüne,tüm dünyadan insanları toplayıp,önlerinde boyun eğdirecek ve onlar eliyle hidayet dağıttıracaktır.Kendisini bir an dahi unutmayan,ondan asla gafil olmayan bu zatların,şanlarını,ahlaklarını ve suretlerini insanların hafızalarından çıkarmayacak,onları hep düşünmelerini sağlayacaktır.Bu hatırlayışa feyiz ve bereket koyarak,onların makamlarını daha da arttıracaktır.

Risalet Tasavvuf Ve Haznevi
 
Tasavvuf Yoluna Bağlanmanın Önemi

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle


İnsanın eğitim süreci Hz.Adem(a.s.) ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir.İlk eğitim, daha dünyaya inmeden evvel Hz.Adem ve tertemiz eşi HzHavva'ya,şeytanın nasıl bir düşman olduğunu anlatmak ve insanın kendi nefsine uyunca neler kaybedeceğini göstermek amacı ile meşhur meyvesi yenmesi yasaklanan ağaç olayı ile verilmiştir.

Dünyaya iniş ve imtihan olma sürecinin başlangıcı ile birlikte uyarı ve peygamberlik misyonu da başlamıştır.Yaşanan hayatın çekiciliği,nefsin hazır olan lezzetlere duyduğu haz onu erdemlerden geri bırakmakta ve uzun emelli olmaya sevk etmektedir.Öfkesine ve şehvetine tabi olan insanın her geçen gün biraz daha dünyaya bağlılığı artmakta ve artan hevesini tatmin için daha çok çaba göstermektedir.Bu ise insanın zulüm etmesine sebep vermektedir.Kişi kendi arzularını elde etmek için aklını,gücünü ve diğer yeteneklerini devreye sokmakta ve hile,desise,yalan,iftira,öldürme,aç bırakma v.b. yollara başvurmaktan çekinmemektedir.Aklı, heva ve hevesinin elinde adeta bir köle olmaktadır.Adeta aklın ve vicdanın önü bir perde ile örtülmüştür.

Peygamberler (a.s.) işte bu durumdan insanları kurtarmak ve onları kemallere yöneltmek için gelmişlerdır.Onlar insanoğluna sunulan en büyük nimetlerdendirler.Varlıkları ile alemi şereflendirmiş ve her asra damgalarını vurmuşlardır.Bu gün dünyanın neresinde hayırdan ve iyilikten yana birşey varsa, bu onların irşadlarından kalan bir parıltıdır.

Bu cehd ve gayret yolunda nebiler yanlız olmamışlardır.Her devirde onlara destek çıkan ve yollarını sürdürmelerinde yardımcı olan kişiler muhakkak çıkmışlardır.Son peygamber,efendimiz ve rehberimiz Hz.Muhammed'in (s.a.v.) ahirete irtihalinden sonra her ne kadar nübüvvet sona ermişse de insanların terbiye edilmesi ve ıslah yolu kıyamete kadar devam etmektedir.Gerçek alimler peygamberlerin varisleri olarak bu vazife ile vazifelendirilmişlerdir.İnsanoğlu kıyamete kadar eğitime muhtaç olacaktır.

Bir insanın kendi kendine bir sanatta veya bir ilimde ustalaşması ve derinleşmesi,bir eğitmen ve hoca olmaksızın imkansızdır.Onun tecrübelerinden,göstereceği açılımlardan ve ona sunacağı eskilerin mirasından yararlanmadan kendi kendine uğraşmak hem çok zor,hem gereksiz ve hem de abes bir iştir.Herhangi birimizin kendi kendine tıp ilminde derinleşmesi ve kendisini ameliyat etmesi mümkün olmayan bir iştir.Ya da kendi kendine ders görmeden,bir hocadan ilim okumadan en karışık mühendislik hesaplarını yapması,uzay matematiği ile ilgili problemleri çözmesi düşünülemez.Bu işte muhakkak bir üstada ihtiyacı vardır.Aynen bunun gibi de insanın ahlakını düzeltmesi,erdemlerle dolabilmesi için bir ahlak hocasına ve ruh terbiyecisine ihtiyacı vardır.Kendi kendine ahlakını düzeltmek ve kamil bir insan olmak mümkün değildir.

Nefis gizli,sinsi,gaddar ve ne zaman,hangi şekilde saldıracağı belli olmayan bir düşmandır.Şeytan ve dünya ise aldatıcı ve hileci düşmanlardır.Bunların elinden kurtuluşun çaresi;selim bir kalbe sahip olmaktır.Eğer insan böyle bir kalb-i selim sahibi değilse,bu yolun üstadları olan sadatlara yani ruh terbiyecisi, hikmet ehli insanlara tabi olmalıdır.Onlar insan sarraflarıdırlar.Keskin zekaları ve ferasetleri ile kişiyi gördüklerinde veya onunla konuştuklarında halini hemen anlamakta ve ona gerekli kurtuluş reçetesini sunmaktadırlar.Bu babta Şeyh İzzeddin Hazretleri(k.s.) bir sohbetlerinde binaları yapan,köprüler inşa eden bir mühendis topluluğuna ;'Sizler ilminiz ile bu yapıları inşa edebilirisiniz.Binaları dikip,köprüler inşa edebilirsiniz.Peki bir insanın kalbinden kini ve nefreti sökebilir misiniz!Ondan dünya sevgisini giderebilir misiniz!İşte bu da bizim işimizdir.' demişlerdi.

Niyazi-yi Mısri (k.s.) için anlatılan bir kıssada onun tasavvufa ilk giriş yıllarından bahsedilmektedir. Çok zengin bir zat olan Mısri bu yola girdikten sonra tüm varlığını,kendi davası yolunda harcar ve bir o kadar daha da borçlanır.Fakat bunların hiç birine ehemmiyet vermeden vazifesini ifa etmeye devam eder.Birgün üstadı dergahta bulunan tüm müridleri toplar ve hepsinden Niyazi-yi Mısri'yi terslemelerini, ona selam vermemelerini ve hiç itibar göstermemelerini emreder.Herkes bu emri yerine getirirken,bir tek Şeyhi ona iyi davranmakta ve onunla ilişkisini devam ettirmektedir.Bu hal epey bir müddet böyle devam ettikten sonra bir gün üstadı onu yanına çağırarak,huzurundan kovar ve artık onunla işi kalmadığını ve bu tekkeyi terk etmesini ondan ister.Mısri perişen olmuş,afallamış ve bütün dünyası yıkılmış bir halde orasını hıçkıra hıçkıra ağlayarak terk eder.Bir mağaraya sığınır.Ağlayarak gözyaşları içerisinde Allah'a ellerini açarak dua etmeye başlar;'Ya Rabbi! Senden başka herşey yalanmış! Sadece Sen varmışsın!.Senin dışında herşey boşmuş! Ben sadece sana sığındım ve Sana yöneldim.' Bu yöneliş öyle içtendir ki onun üzerine çok büyük bir nur ve feyiz iner.Çok yüce bir mertebe elde eder.Yüce Allah ona rahmet nazarı ile bakmış ve onu yüceltmiştir.İçi imanın kemalı ile dolmuştur.O zamana kadar yaptığı ibadet ve hizmetler ile elde edemediği bir makama ulaştığını görmüştür.Tam bu anda geri döner ve birde bakar ki,mağaranın içinde şeyhi ve tüm müridler onu izlemektedirler.Onun peşinden gelmişlerdir.Şeyhi ona;' İşte tüm bu yapılanlar,senin bu mertebeye ulaşman içindi.' diye söyler.

Bu yüce zatlar kalplerin tabipleridirler.İnsanların eğitimi ve yüce ahlaki değerlerle boyanmaları için birer rehberdirler.Onlarla birlikte olmak,onların yoluna girmek en büyük kazançtır.Kişinin yalnız,tek başına kaldığı sürece, nefisini yenmesi ve şeytanın hilelerinden kurtulması mümkün değildir.Bu yola giren insanın imanı zayıfsa kuvvetlenir.İbadetlerde eksikleri varsa,onlar tamam hale gelir.İbadetlerini tam olarak yapan biri ise,gerçek ihlasa ulaşır.İhlas sahibi ise yakin sahibi olur.Yakini varsa,hal sahibi yüce makamlara eren birisi olur.Kalbi selim bir halde Rabbi Rahimine kavuşur.En önemlisi de nefsine muhalefet etmiş,onu serbest bırakmamış ve Allah'a (c.c.) tam kul olması için,onu bir mürşid eline verip,ıslah yoluna sokmuştur.

Efendimizin(s.a.v.) Özel Uygulamaları

Efendimiz (s.a.v.)'in kimi sahabelerinden aldığı özel beyatlar vardı.Mesala bir seferinde,ömür boyu kimseden birşey istememek üzere birkaç sahabeden beyat almıştı.Onlar ellerini Rasullullah'a (s.a.v.) uzatmış ve bu konuda ona söz vermişlerdi.Bu kişiler en ufak bir ihtiyaçlarını dahi kimseden istemiyorlardı.Kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlardı. Onlardan öyleleri vardı ki,zırhını giymiş,silahlarını kuşanmış bir halde atının üzerindeyken,mendil gibi bir şeyini düşürürdü de kimseden istemezdi.Tüm ağırlığı ile atından, üşenmeden iner ve o mendili alıp,tekrar atına binerdi.Verdiği sözü ve bu şekilde cereyan eden bağı koparmaz ve ölünceye kadar sözleştikleri hususa riayet ederlerdi.

Tasavvuf yolu ile yapılan bağlanma da işte bu tür bir beyata benzemektedir.Belli hususlara riayet etme konusunda bir anlaşma yapılmaktadır.Böylece Rasulullah(s.a.v.) Efendimizin bu sünneti canlandırılmaktadır.Bu yola giren, tevbe etmek,sünnete bağlanmak ve bu edepleri yerine getirmek üzere elini uzatmakta ve üstadının elini tutmaktadır.İhlas,muhabbet ve teslim yoluna sarılmakta ve mürşidinin tasarruflarına ve onun eğitim programına kendini bırakmaktadır.Böylece nefsini kırma,kendini görmeme ve kamil bir şahsiyete ulaşma yoluna girmektedir.

Bir mürşide bağlanmak ve kendine bir ahlak hocası belirlemek,onun tedrisine girmek özgür olmak içindir.Bu bağlanış birinin bir iple bir ağaca bağlanması gibi bir bağlılık değildir.Çünkü böylesi bir bağlılık kendi alanını daraltmak ve kendini güdükleştirmektir.İrfan yoluna giriş ve maneviyat önderlerine bağlanış zerrenin kendi varlığından geçip,okyanusa dalması ve umman olmasına benzemektedir.Su damlasının bulut olabilmek için kendi nefsinden geçip,eriyerek buhar olmayı kabul etmesi gibidir.Kendini gören,ilmine ve değerine güvenen kimse,ucb belasına düşmüş ve kibre kapılmıştır.Bundan kurtuluş tevazu,ilim ve irfan yolunun ufuk insanlarına tabi olmaktadır.İbn-i Sina bir seferinde, bir tarafı üçgen diğer tarafı küp gibi olan bir cismi,ilim sahiplerinden birisinin önüne atıp,ondan hacmini hesaplamasını ister.Amacı kendi ilmini göstermek,onu zor duruma sokmaktır.Bu alim ve mutasavvıf zat ise onun önüne bir ahlak kitabı atıp; 'Sen önce ahlakını düzelt.Ben ondan sonra bu cismin hacmini hesaplarım.'der.Görüldüğü gibi önemli olan ilim sahibi olmak değildir.Onu yaşamak ve hal sahibi olmaktır.Öyle büyük islam alimleri vardır ki,koca koca külliyatları kaleme aldıktan sonra,kalplerindeki problemleri çözmek için, yaşları ilerlemiş olmasına rağmen tasavvuf ehli alimlerin tedrisine girmiş ve onların rehberliğinde nefis tezkiyesi uygulamışlardır.



Ekollerin Ortaya Çıkışı

Asr-ı saadetin sona ermesinden ve Raşid halifeler döneminin bitmesinden sonra gelen fitneler dönemi İslam alemine büyük darbeler indirmiştir.Farklı fırkaların ortaya çıkması, bidat ehlinin çığırtkanlıkları,yaşanan kargaşalar,savaşlar,elde edilen dünyalıklar ve işlenen cinayetler büyük yıkımlara sebep vermiştir.Bu durum karşısında hamiyet sahibi İslam alimleri gayrete gelmişler ve İslami değerleri korumaya çalışmışlardır.Herbirisi farklı bir alana el atmış ve farklı ekoller meydana getirmişlerdir.Hadisleri toplayıp,uydurma olanları ayıran ve sahih olanları belirleyen hadis ekolü,yaşanan itikadi problemleri çözmek için kelam ekolü ve fıkhi problemlere cevap vermek için fıkıh ekolü doğmuştur.Peygamberimizin(s.a.v.) hayatını ve yaşanan olayları yazan tarihçiler ise,İslam tarih ve siret ilminin temellerini atmışlardır.Tefsir ,hadis ve fıkha dair usul ilimleri de bu arada gelişmiştir.

Efendimizin (s.a.v.) zamanında bu ekollerin hiç birisi ortaya çıkmamıştı.Fakat bunlar öz olarak,çekirdek olarak Peygamberimizin(a.s.) şahsiyetinde toplanmışlardı.O gelen her türlü problemi çözen tek merci idi.Ondan sonra ise,sahabelerden ilimde ileri seviyede olan müçtehid sahabeler, bu ilimlerden pek çoğunu şahıslarında barındırıyorlardı.Onlardan sonra ise büyük mezhep imamları bu işi üzerlerine aldılar ve kendi ekollerini geliştirdiler.İslamın irfani ve tasavvufi boyutuna ait ilimler de bu dönemde aynı sebeplerden dolayı ekolleşme yoluna girdi.İlk mutasavvıflar ortaya çıkmaya başladılar.Her ilim dalında olduğu gibi,irfan ve ahlak ilminde de özel terimler ve kavramlar oluşturuldu.Bir ilim dalı olarak tasavvuf ilmi de böylece doğmuş oldu.Günümüze kadar gelişe gelişe gelen bu ekol hala canlılığını korumakta ve İslamın yayılmasında diğer ekollere göre daha başarılı hizmet vermektedir.Çünkü direkt olarak insan ruhunun merkezi olan kalple ilgilenmekte ve insanı insan yapan imani,ahlaki ve irfani değerler ile uğraşmaktadır.

Anadolu'nun,Balkanların.Rumeli'nin,Uzakdoğu ve Afrika'nın İslamlaşmasında tasavvuf ehli insanların katkıları çok büyüktür.Bu coğrafyalara yayılan dervişler, ahlaki üstünlükleri ve sahip oldukları manevi hayat ile insanları etkilemişler,onların kalplerini İslam'a ısındırmışlardır.Böylece oralarda da İslamiyet yayılabilmiştir.İslam toplumu içinde ise,müslümanların yozlaşmasına,dünyevileşmesine karşı siper ve Asr-ı saadet özlemi duyanlara bir sığınak olmuşlardır.Bu yol bugün Haznevi Mürşidlerinin kutlu dergahında devam etmekte ve insanlığa nur,iman,ahlak ve maneviyat saçmaya devam etmektedir.

Tasavvuf Yoluna Bağlanmanın Önemi
 
Şeyh Hazret'in (K.S) Mektubatından Derlenen Seçme Sözleri

Şeyh Hazret'in (K.S) Mektubatından Derlenen Seçme Sözleri

Ölümden payımız, ibret almaktır. Ondan ibret alıp mutteiz olan kimse; ölümü, onda gidilir bir yol olup hiçbir kimse ondan kurtulmayacağını anlar, ona teçhizat olarak velileri sevmeyi, Allah'ın emirlerine imtisal etmekle nehiylerinden korunmayı hazırlar. İşte bunu yapana ne mutlu. Zarar, ondan ibret almayanadır.
**********************
Yüce Allah'ın (c.c.) yapacağı işe razı olmanız gereklidir. Rivayet ediliyor ki: Fudayl Bin Elİyad ( k.s.) oğlu ölürken güldü. Ona, bu durum gülme zamanı değil denildiğinde, "gerçekten bu işte Allah'ın rızası olduğunu bilirim. Ben de, yüce Allah'a bu işte muvafakatimi isterim." dedi.
**********************
Müridin mürşidine olan muhabbeti, ancak üstatlık, rehberlik cihetinden faydalı olur. Yoksa onda hiç bir fayda yoktur. Nitekim Üstadı A'zam (Radıyallahu anh) buyurdular ki: "Bil ki müridin üstadına olan muhabbeti, rehberliğinin hakkı içindir. Ebu Yezid ElBistami (k.s.): "Beni gören cehenneme girmez." dediklerinde, bu kelamının manâsını anlamayan kısır fikirli bazı kimseler: "bu ne diyor? Kendi nefsini Muhammed'den (ona, aline salâtu selamın efdali olsun. ) daha üstün görüyor. Çünkü Ebu Cehil onu gördüğü halde cehenneme girecektir." dediler. Bistami (k.s.) bunu işitince: "O Muhammed'i Allah'ın Resulü olarak görmedi. Onu Ebu Talib'in kardeşinin oğlu bilerek gördü. " diye buyurdular.
**********************
Eğer dünya, ahiret için bir mezra olmasaydı, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezili ve Allah'tan uzaklaşmaya, insanı ahirette faydadan mahrum etmeye, akıl sahibi olanların nezdinde, kıymetli olmayan bir evde insanın utançtan baş eğmesine sebep olan olurdu. Nitekim Fahri Kâinat (onun ve ona tabi olanların üzerine salâtu selâm olsun) buyurdular ki: " Dünya ( ahirette) evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar"
**********************
Yüce Allah (c.c.) katında dünyanın bir sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, ondan bir yudum su bile bir kâfire vermezdi. Onu yarattığı zamandan beri ona rahmet gözü ile bakmadı denilmiştir. Ne ona, ne de nimetine beka yoktur.

" Bu dünyaya gönül bağlama. Fani olan dünya geçer.
İhtiyarlık devresi geldi. Taze gençlik devresi geçecek."
**********************
Güneşin herkese apaçık zahir olduğu gibi, dünyanın kötülüğü de malumdur. Eğer dünyanın bir değeri olsaydı, insan ve cinlerin Resûlü, ( Ona, aline salâtu selâm olsun) ona iltifat eder, onun için bir şey hazırlardı.
**********************
Tarikat salikinin maksadının, amel etmekten başka bir şey olmaması gerekir. Çünkü bu dünya evi, Allah'a taat ve ibadet evi olup, yapılan iyi amellere karşı verilecek mükafat evi olmadığı muhakkikler nezdinde sabit olmuştur. Öyle ise erkek isen, erkeklerin ibadete çalıştıkları gibi çalış! Dünyada yaptığın iyi şeylerin karşılığı ahirette çoktur.
**********************
" Nefsini bilen, gerçekten Rabbini de bilmiştir." denilmiştir. Yani kendi nefsini noksan, kötü ve sırf adem ( yok) olduğunu, kemalâttan onun için hiçbir payı olmadığını bilen kimse, şüphesiz Rabbini bilir demektir. Öyle ise, salikte ne kadar nefsin çirkinliği ve noksaniyet görüşü artsa, o nispette Allah'a manevi yaklaşması da artar. Hatta onda akıl ve tefekkür olsa, yüce Allah'ı talep etmesi için kendisine izin verildiğine sevinir. Çünkü Allah yücelik vasfıyla, kul ise noksaniyetle muttasıf olduğundan, kendisiyle kulun arasında münasebet olmadığı halde Allah, onu muhabbetine davet etmiştir. Öyle ise, bundan daha büyük ne gibi bir şey vardır. Hangi nimet bundan daha üstündür?
**********************
Üstad'ı Azam ( Radıyallahu anh): "Herhangi bir şey için bende kıskanma yoktur. Hatta falan kimse zamanın gavsı veya halkın kutbu oldu denilse, talepten başka her iki manevi makamı da kıskanmam. Lakin ‘falan adamın şiddetli bir talep ve iştiyakı vardır.' denilse, ondan duyduğum kıskanmadan kalbim yanar." diye buyurdu. İşte, Üstadı Azam, bu sözleriyle, Allah'ı talep etmeye hiçbir şeyin muadil olmadığına işaret eder. Hem de bizden istenilen şey de budur. Diğer makamlara ulaşma işi, Allah'a havale edilir. Hülasa, salikten arzu edilen şey, şiddetle Allah'ı talep etmesi ve hayatını onda sarf etmesidir.
**********************
Hafız ElŞirazi (k.s.) demiş ki:
" Matlubum hasıl oluncaya kadar talepten el çekmem. Ya ruhum sevgiliye ulaşır, ya da bu ruh bedenimden çıkacaktır." Hatta sofiler tarafından: " Biz ölümden sonra talep halindeyiz." denilmiştir. Nitekim Hafız (k.s.) buna: " Ölümden sonra mezarımı aç, bak! Ki içimdeki aşk ateşinden kefenimden duman yükselir." sözüyle işaret etmiştir. Talepten maksat, salik matlubu olan Allah'tan başka masivadan yüz çevirmeye cehd edip külliyetiyle Allah' teveccüh etmesidir.
**********************
Bu tâifeyi sevmek, ebedî hayat ve dâimî bir kurtuluş meyvesi verir. Şüphesiz denilmiş ki: Bu muhabbete hiçbir şey denk olamaz. Onları sevmek, Allah (Celle ve alâ) ve Resûlünü sevmeye sirâyet eder. Nitekim Peygamber (Sallâllahu aleyhi ve sellem): "Kişinin haşri, (dünyada) sevdiği kimse iledir." buyurmuştur.
**********************
Öyle ise insanın mümkün olduğu kadar yaratılan âzalarını yaratılış gayesi yolunda sarf etmesi ve Allah'ın buğz ettiği kötü dünyaya az iltifat etmek suretiyle şükür etmesi lâzımdır. Hattâ yüce zatlar, dünyaya iltifat edip ona önem veren kimseyi akılsızlardan, ondan yüz çevireni akıllılardan saymışlardır. Çünkü akıllıların en akıllısı olan, Peygamberimiz (Sallâllahu aleyhi ve sellem), ondan yüz çevirmiştir. Nitekim buyurdular ki: "Dünya, (ahirette) evi olmayanın evidir, malı olmayanın malıdır. Akılsız olan onu toplar."
**********************
Hâce ElAhrar (k.s.): "Vecd ve hâlet sahibi olan kimse, bir yolda yürürken, kolayca geçebilmek için orada yatan bir köpeği rahatsız ederek kaldırsa, sonra kendindeki vecd ve hâletin zâil olmadığını görse bile, bu durum onun için hayır değildir. Belki bu halin Hak Teâlâ subhânehudan ona bir azap olduğunu bilmelidir." buyurdu.
**********************
Ey kardeşim! Bu kâinatın yaratılmasındaki hikmet: Allah'ın (Celle ve alâ) marifetine, ona yaklaşmaya, ona ibâdet etmeye çalışmaktır. Nitekim, buna Kur'ânı Kerîm'in: "Cin ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım." Âyeti celâlesi ile "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi sevdim de mahlûkatı yarattım." kudsî hadîsi buna işaret eder.
**********************
Allah'ın (Celle ve alâ) rızâsına sebep olan ve rahmetini celp eden şeye çalışmanız gerekir ki, başkaları da size uymuş olsun! Reisler, bu iki hâlden kurtulamazlar. Kavimlerini, ya Cennete veya Cehenneme sürükler götürürler. İnsanın ömrü aziz bir şeydir. Öyle ise, onunla aşağı olan dünyayı değil, belki en aziz matlûb olan ahireti talep etmek lâzımdır. Zira dünya, insanı Allah'tan uzaklaştıran şeyden ibarettir. Ondan uzaklaştırmayı icap etmeyen şey, yerilir dünyadan değildir. Çünkü o, onu kendine ahiret mezrasını eden kimse için güzeldir. Nitekim denilmiş ki: "Dünya aslanlara benzer. Allah'ın yolunda cesaret ve gayretli olanlara iyidir. Erkekler için acaib bir mülktür. Onu hayır işler için inşa ederlerse, acaib bir mezra ve akardır."
**********************
Hâl ve zevkler; ancak parlak şeriat, aydın İslam akidesi üzere bulunduktan sonra muteberdirler. Bu iki şeyden hangisine bir kıl kadar zarar gelse, mezkur hal ve zevkler adem ve mahrumiyet çerçevesindedirler. Salik ve mürşidlere arız olan bütün haletler, şeriat kanunlarıyla karşılaştırılması vacibdir. Ona mutabık olursa makbul, değillerse şeytandan olup, onlardan yüz çevirmek, onlardan ictinap etmek vacibdir.
**********************
İmamı Rabbani (k.s.): "Tarikat, ancak şeriat ve akidesinin iki kanatları tahsil olunduktan sonra, muteber ve hasıl olur. Peygamberimizin, onun al ve ashabının üzerine salavatların en kamili, senaların en tamamı olsun! Şeriatına mutabaat hasıl olmadan Allah'ın visal yolu nasıl bulunur? Allah'a muhabbeti olduğu davasında bulunan kimse, Nakşibendi tarikatına intisap eden kimsenin hali gibi, Peygamber'in (s.a.v.) mutabaatından ayrılmaması gerekir. Allahu Tealâ Kur'anı Kerim'de: "Resûlüm de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." buyurmuştur. Bu ayeti şeriften anlaşıldığına göre manevi aşkın seyri, yine Peygamber'in ( Sallâllahu aleyhi ve sellem) mutabaatına terettüp eder. Allah onun, al ve ashabının üzerine salâtu selâm eylesin!
**********************
"Her canlı ölümü tadacaktır." ve "Ölüm için doğmuşlardır ( sonları ölümdür)" sözleri malumdur. Allah'a yaklaşmaya ehil olup, hayatında ölümden sonraki duruma çalışana ne mutlu. Gerçekten dünyada Allah'a aşık olanların, onunla teselli ettikleri şey ölümdür. Ölüm, dostun dostuna kavuşması için bir vesile edinilmiştir. Kur'anı Kerim'de: " Kim Allah'a kavuşmayı arzu ederse, şüphesiz ki Allah'ın tayin ettiği vakit gelecektir." buyurulmuştur.
**********************

Nakşibendi tarikatından maksat, (Allah sadatının yüce ruhlarını kutlasın.) Allah'ın muhabbetini tahsil etmektir. Muhabbetten murad, sırf Allah'ın zatını sevmek ve müride bir dünya menfaati sağlamak veya ondan bir zararın def edilmesi gibi bir ivaz veya gaye olmamak demektir.
" Eğer ( yaptığım taatte ) sekiz cenneti ( kendime gaye edip) gözümün önünde bulundursam veya cehennem korkusundan ( Allah'a) hizmet etsem, kendi şahsına selâmet talep eden bir mü'min olurum.
Çünkü bu ikisi de bedenimin menfaat payıdırlar. Bir aşık, Allah aşkıyla gıdalanırsa, onun nezdinde Adn ( cenneti) tek bir yaş tute değmez.
**********************
İşte ey kardeşim! Düşün ki, Nakşi tarikat sadatının nazarları yalnız Allah'ın zatını talep etmekte hasr olunmuştur. Nazarları ahiret nimetine bile tecavüz etmediği halde, muzahraf ( yaldızlı ve karışık), üstü bal ve şekerle kaplanmış öldürücü zehir kabilinden olan dünya lezzetlerine nasıl tecavüz eder? Hatta onlarca, mahbubdan gelen şey, sevimli, zevk ve elemler ise bir olur. İmamı Rabbani ( Radıyallahu anh): "Muhabbeti zatiye denilen bu sevgi hasıl olunca, sevgilinin nimet ve elemi, sevenin yanında eşit olur." buyurmuştur. Tarikatta salikin önüne gelen her şey, onun için hayırdır. Ey gönül! Doğru yol üzerinde bulunan kimse, yolu kaybetmemiştir. Bununla beraber; filhakika dünyevi çileler, eziyetler, Allah'a yaklaşmanın sebebidirler.
**********************
Hülâsa, dünya ve dünya nimetleri, cennet ve nimetine muhaliftirler. Öyle ise akıllı kimse, bâki olanı ( ahiret nimetleri) fani olanın üzerine tercih eder. Aziz ve yüce Allah'ın Kur'anı Kerim'de: " Doğru insanlarla bulunun." kavliyle emir eylediği ve bu tarikatın reisi de onun hakkında: "Tarikimiz sohbettir." dediği sohbetin terkinden de kalbinin acısı şiddetleniyor. Bil ki: Böyle sohbetsiz geçen zaman zarardır. Ömrün boşa zayi olmasıdır. Şu ömür ki onun hakkı, ilkin onu tedrici olarak şerefli sohbetin tahsili yolunda sarf edip, mümkün olduğu kadar sohbeti terk etmemek ve sonra tarikatta, sonu olmayan adabı tahsil etmeye kullanmaktır. Çünkü sohbet bütün kemalât ve marifetlerin mukaddimesidir. Geçen zaman iade edilemez, kaza da edilemez.
**********************
Bil ki bazı rivayetlere göre, sahabei kiramın (r.a) Fahri Kâinat efendimize (Sallâllahu aleyhi ve sellem) gidip, "Şüphesiz, kalbimize bazı şeyler vâki olur ki onunla telâffuz edersek kâfir oluruz." diye durumlarından şikayet ettiklerinde, Efendimiz (Sallâllahu aleyhi ve sellem): "Bu gibi şeylerin hatıra gelişleri, imanın kemâlindendir." diye cevap buyurdular. Âriflerin bâzısı da şeytan hırsız gibidir. Hırsız, bir karanlık eve girince eline geçen herhangi bir şeyi alıp onunla yetinir. Daha iyisini talep etmez. Ev aydınlık ise, eşyanın en iyisini çalıp gitmek için acele eder. Şeytan da böyledir. İnsan kalbi, günahlar karanlığı ile karanlık olduğu müddetçe, vesveseli şeylerden herhangi birisini o kalbe düşürmesi ile râzı olur. Kalb taat ve riyazetlerle aydınlanınca, ondan îmânı sıyırıcı vesveseleri içine atmaya çalışır. Allah, bizi ondan korusun.
**********************
Hâce Alâaddin buyurmuş ki: " Sâlik için daima kendini kusurlu müşahede etmesinden başka kendisinde ümit edilecek manevî bir makam yoktur." Her an kusur kapısından girip, Allahu Teâlâ'nın kerem ve lûtuflarını, kendisinde istidat ve kabiliyet olmayıp ondan uzak ve onu terk ettiğini mülâhaza etmesi, lûtuf ve inâyetine sığınması gerekir. Sâlik kendisinde bu kusuru görmesi, Allah'a karşı olan muhabbetinin eksik ve yok olmasına sebep olmaz. Hattâ muhabbetin artmasına sebep olur. Çünkü muhabbet, Allah'a itâat etmek demektir. Nitekim:

"Allah'a isyan eylediğin halde ona karşı muhabbetin olduğunu açıklıyorsun.
Rabbime and ederim ki, bu işi kıyas etmek gerçekten gariptir.
Şayet Allah'a olan muhabbetin doğru olsaydı, ona itâat ederdin.
Çünkü seven sevdiği kimseye itâatkârdır." denilmiştir.
**********************
Sâlik nefsinin kusurunu görmek, onu kötülükle itham etmek ve ona güvenmemek, bu tarîkatta en önemli şeylerden olup, tâlip olan kimse, bu hususta çalışmalı, hâletlerin zuhuruna itimat etmemeli ve zâhir olup olmamasını, Allah'a (Celle ve alâ) havale etmelidir. O hususta Allah'ın (c.c.) kuluna seçtiği şey, kulun kendine seçtiği şeyden evlâdır. Kulu için neyi seçerse, onda hayır vardır. İşte bu nedenle: "Tâlip ihtiyarsız olması gerekir." denilmiştir.
**********************
Şükür, insanın bütün emir olunduğu şeyleri yapmak, nehiy olunduğu şeylerden sakınmak, bedenindeki bütün uzuvları yaratılış gayelerine göre vazifelerde sarf etmektedir. Yani işitme duyusunu sohbeti ve Kur'ânı Kerîm'i dinlemeye, görme duyusunu Kur'ânı Kerîm'e ve sâlih zatların yüzlerine bakmaya sarf edecek, ayaklarını camilere gitmeye vesile edecek. El ile ise Ehlullah'a hizmet edecektir. Azalarını Allah'ın (Celle ve alâ) yapmasına râzı olmadığı ve nehiy eylediği şeyde sarf etmeyecektir.
**********************
Ey sâdık kimse! Üstadı Azam'ın (Radıyallahu anh) mutabatını ve ona mensup olduğunu düşünüp, o nispeti Allah'a yaklaşmaya sebep etmen lâzımdır ki, böyle yapılırsa dolayısıyla dünya rütbesi de hâsıl olur. Onu, dünya menfaatinin husulüne vesile etme ki âhiretin faydalarından mahrum kalmayasın. Zira bir kimse, âhireti veya sırf Allah'ın (Celle ve alâ) zâtı için ona yönelse, nitekim lâyık da budur, dünyasının işleri de, bununla hâsıl olur. Nitekim hadîsi Nebevî, (sahibine, âline salâvatların en kâmili selâmlardan en tamamı olsun) da bu mânaya delâlet eder.
**********************
Hâce Muhammed ElRuci: "Mürid, tâatta çalışıp keramet ve manevî haletlerin kendisine hasıl olmasına bakmaması gerekir. Çünkü tasavvuf ehlinin bütün tahkikçileri, bu dünya evini amel etmek yeri olarak görmüşlerdir. Mükâfat evi ise, âhiret olup, şayet îmânı kuvvetlenmesi için, bir kimseye bu dünyada mükâfat olarak bir şey verilse, kendisi onu vaktinden önce acele ederek talebinde bulunduğu, ona verilen o nimet yerinde olmayıp belki yeri âhiret günü olduğu kanaatindedirler." Öyle ise cesaretli bir adam isen, tâat ve ibadete çalış. Âhirette mükâfatı çoktur. Bununla beraber, Nakşibendîlerin tâattan maksadları, yalnız zâtı Bârî'nin rızasının talebine hasr edilmiş. Allah'ın (Celle ve alâ) zatından başka bir şeyi düşünmezler.
Ey kardeşler! Eskiden beri dünyanın âdeti böyledir. Ayrılık yeni peyda olan şeylerden değildir. Onda; ilim, irfan, taâtler ve Allah'a (Celle ve alâ) yakın olmak, onun için sevmek, onun için kızmakla, yani halkı Allah için sevmek ve onun için halktan kızmakla meşgul olan kimse, şüphesiz rahat olup dünyada büyük bir saâdet payı alır. Bu mezkûr şeylerin zıddıyla meşgul olan kimse, dünyada esenliği kayıp eder. Çünkü dünya meşakkat ve gurur evidir. Zira müşahede edildiği üzere; onda kardeşler, babalar, anneler, çocuklar, birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Öyle ise akıllı kimseye, âhiret işlerine ve Allah'ın (Celle ve alâ) muhabbetine çalışması lâzımdır ki, dünyevî meşakkat ve bağlarından kurtulup rahat olsun.
**********************
"Allah muhabbetinin esiri ol ki, esaretten (dünyanın keder ve bağından) kurtulasın. Aşkın derdini göğsün üzerine bırak ki, sevinesin." Yoksa bu musîbetin benzerleri, sene be sene, ay be ay gelir. Onlardan kurtuluş yoktur. Nitekim, Allah (Celle ve alâ) Kur'ânı Kerîm'de: "Ey mü'minler! And olsun, (itaat edeni âsi olanlardan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Ey Resûlüm! Sabr edenleri (ihsanlarım) ile müjdele." diye buyurmuştur. Hattâ bu musîbetten daha üstün, daha şiddetli hâdiseler vâki olmuş ki bu ona nispeten bir hardal tanesinin dünya dağlarının en yükseği olan dağın nispetine benzer. Yani Peygamber'in (Sallâllahu aleyhi ve sellem) vefatı. Şüphesiz, Peygamber'den (Sallâllahu aleyhi ve sellem) : "Benim ümmetim için, (ölüm hususunda) benim vefatımın musibeti gibi hiçbir musîbet başlarına gelmez." rivâyet edilmiştir. Yine Peygamberimiz (Sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "İnsanlardan veya mü'minlerden birsinin başına bir musîbet gelse, vefatımın musîbetiyle, başına gelen diğer musîbetlerin üzüntüsünden teselli edip sabr etsin! Çünkü ümmetimden birisinin başına bundan daha şiddetli bir musîbet gelmez." Mü'min kişinin hakkı böyle olması gerekir. Zira Peygamber Efendimiz' (Sallâllahu aleyhi ve sellem) : "Herhangi biriniz beni malından, evlâdından, nefsinden daha çok sevmedikçe, hakkıyla iman etmiş olamaz." buyurmuştur . Madem ki, Peygamber (Sallâllahu aleyhi ve sellem) sevgililerin en sevgilisi ve en üstünüdür, musîbeti de daha şiddetlidir. Ondan sonra da hesapsız sayılmayacak kadar musîbetler vâki olmuştur. İşte onlardan da ibret alıp teselli ediniz! Şu da düşünülmelidir ki: Eğer, başına musîbet gelen kimsenin, ölüsüne karşı olan sevgisi dünya için olsa, gerçekten dünya muhabbeti zâil olup gitmiştir. Allah (Celle ve alâ) için olsa, Allah bâkîdir, ölmez. Rivâyet edilmiş ki Sıddîkı Ekber Ebubekir (Radıyallahu anh), Hazreti Peygamber'in vefatında sahabîlere hitaben buyurdular ki: "Ayılın! Şayet Muhammed'e ibâdet eden varsa, şüphesiz Muhammed (Sallâllahu aleyhi ve sellem) öldü. Allah'a (Cele ve alâ) ibâdet eden varsa, şüphesiz Allah diridir, ölmez."
**********************
Ey dostlar! Sabr etmek şartıyla başa gelen musibetin ecrine hiçbir şey denk gelmez. Allah ( Celle ve alâ) Kur'anı Kerim'de: " Onlar, o kimselerdir ki kendilerine bir bela geldiği zaman, teslimiyet göstererek ‘Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine ona döneceğiz.' derler. O teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. Onlar, hidayete erişmiş olanlardır." Allahu Tealâ bu ayetlerde belaya karşı sabr edenlere üç şey ispat etmiştir.

1. Rahmetle beraber yücelik.
2. İkinci ayette, harfi atıf olan ( vav ) bulunduğundan mezkur rahmetten sonra, nimet manasını ifadan rahmet.
3. Hidayet.

Peygamber'den ( Sallallahu aleyhi ve sellem) özetle şöyle rivayet edildi: " Musibet zamanında: ‘Biz Allah'ın kuluyuz ve yine ona dönceğiz.' diyen kimseden başkası musibetin ağırlık yükünü sırtına almamıştır." Yani bu sözü söyleyen kişi sabretmiştir.
**********************
Ey kardeşim! Tarikattan maksat, kalbi manevi kötülükten tasfiye ve teskiye etmektir. Bu iki vasfın hülâsası, kul, kendi nefsine ait olan menfaat için hiçbir şey yapmayacaktır. Ne#C4ACE6e kaldı ki dünya için yapsın. O zaman hali nice olacaktır? Nefsin arzusu için bir şey yaptığı zaman velev ki ahirete ait olsun, yani cennete girmek için veya cehennemden kurtulmak gayesiyle amel eden kimse gibi yapsa bu tarikatın ehlinden sayılmaz. İşte ey kardeşim! Nefsini düşün. Allah'tan başka bir şeyi düşünmekten onu temizle. Onu töhmet altında bulundur. İbadetten her ne zaman zevk aldığını anlarsan, ondan ve onun hilesinden kork. Nitekim: "Nefs salih amelde çalışsa da, ona dikkat et! Şayet o nafile ibadetlerden lezzet alsa da yine onu serbest bırakma." denilmiştir. Nefsinin hoşuna giden ibadetin zevkini korku ile bulandır! Hile etmesinden dolayı, ona itimat etmemek, ondan uzaklaşıp, her şeyde hatta yiyecek ve içeceklerde dahi ona muhalefet etmek lazımdır! Yiyen kimse, nefsin iştihası bir miktar kalacak kadar yemelidir. İçmekte böyle olmalıdır. Hatta insan kendi şahsını ortadan kaldırıp varlığı olmadığını bilmesi ve hatta içinde bulunduğu bütün manevi nimetler ariyet olan şeyler kabilinden olup, kendisi müflis çırılçıplak olarak, üzerinde elbise bile olmadığını bilmesi lazım olduğu ve bu düşünce, daima gözü önünde bulunması lazımdır.
**********************
İnsan nefsini ıslah etmeyi, başkalarının ıslahına tercih edip bu tarikatın reisi Şahı Nakşibend ( Kuddise sirruh) lakabıyla bilinen zatın nehy eylediği gibi " Mürşid olan kimse, mumun gibi kendisini yakarak başkalarını aydınlattığı gibi olmamalıdır." Başkası ile kalkıp oturması, kendi nefsinin ıslahı için olsun! Şayet, başkasıyla yaptığı arkadaşlıktan nefsine bir ucub hasıl olmayıp da Allah'a kurbiyetini bilse devam eder. Yoksa o kimsenin arkadaşlığını terk etsin! Ancak, bu iki durumun arasındaki fark, ince olup havaslardan başka kimse bilmez. Öyle ise, salik için emr olunduğu amelde çalışıp onunla meşgul olması evladır. Ki tahsil eylediği makam zayi olmasın. Ey kardeş! Bu tarik, tariklerin en yücesidir, alâsıdır. Allah'a giden yolların en yakınıdır. Nitekim Hace ElAhrar ( Kuddise sirrih) bu tarikat ehli hakkında buyurdular ki: " Bu tarikatın ehli; nispeti, bir hile ve riyakarlık için kendilerine kabul etmezler." Mevlana Cami de ( Kuddise sirruh): "Nakşibendi büyükleri, öyle acaib kafile reisleridirler ki, yolcu kafilelerini gizlice hareme ( Allah'a giden yola ) kavuştururlar." buyurmuştur.
**********************
İmamı Rabbani, (Kuddise sirruh) ElMebde ve ElMe'ad risalesinde sofuların tarikatından, hatta İslam dininden büyük fayda, ancak kensinde taklit ile aşk, muhabbet ahlakı daha ziyade mevcut olan kimse içindir. Çünkü, bu tarikatın medarı taklittir. Tasavvuf vatanındaki manevi hüküm, mutabata bağlıdır. Peygamberleri (s.a.v) taklit etmek taatte onlara uymak, insanı yüksek derecelere ulaştırır. Asfiya (iç ve dışları kötülükten safi olanların) mutabatı, büyük makamlara çıkmasına sebep olur. İşte bu fıtri vasıf Ebu Bekir ElSıddık'ta ( Radıyallahu anh) daha ziyade oluşundan dolayı, tevakkuf etmeksizin hemen ( Peygamberin) nübüvvetini tasdik etmeye acele etmiş ve sıddıkların reisi olmuştur. Ebu Cehil'de ise, taklit ve tebeiyyet kabiliyeti çok az olduğu için, o saadete kabiliyeti olmayıp, mel'unların muktedası olmuştur.
**********************
Dünya ve ahiret nimeti Allah'a ( Celle ve alâ) yönelen kimse içindir. Nitekim Kur'anı Kerim'de: "And olsun ki Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzünde ancak iyi kullarımın mirasçı olduğu yazmıştık." ayeti celilesi buna kat'i bir delildir. Gerçekten dünya, ahirete tabi olur, ahiret ise, dünyaya tabi olamaz denilmiştir. Yani ahireti talep edip de tahsili için, onun esbap ve ibadette çalışan kimse, dünyası dahi ona hasıl olması mümkündür. Nitekim bu durum büyük zatlardan müşahade edilmektedir.
**********************
Dünya ve ahiretin Efendisinden ( Hazreti Peygamber'den) Allah ona, âl ve sahabisine salâtu selâm eylesin! Rivayet edimiş ki: "Dünyada sanki bir garip veya yolcu gibi ol!" Yani bir yabancı ve yolcu kimse gurbet yerinde ve geçtiği yolda o yerin imar sebepleriyle meşgul olmadığı gibi, akıllı kimsenin de aşağı olan dünyanın yaldızlı şeyleriyle meşgul olmaması gerekir. Zira dünyanın bu iş ve eşyaları yerinde kalıp, onlarla meşgul olan kimse, ölüp gideceği müşahede edilmektedir. Ne mutlu sana, ne mutlu dünyadan yüz çevirene.
**********************
Ey aziz kardeş! Bu dünyada insanların yaratılmalarının hikmeti, Allah'ın marifetini kesb etmektir. Nitekim Kur'ânı Kerîm'in: "Cin ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım." âyeti ile, "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi sevdim de mahlûkatı yarattım." hadîsi kutsîsi de bu manaya işaret ederler. Öyle ise Allah'ın marifetini tahsil etmekten başka işe çalışan kimse, onun için yaratıldığı vazifelerini gerçekten zayi etmiş olur. Bâhusus Nakşibendî sâdâtına (Kaddesallahu esrârehum) mensup olanların üzerine, o durumda dünya ve âhiretleri de yıkılır.
**********************
Ey dostlarım! Muhakkak ki dünya ve âhiretin selâmeti, dünya ile âhiretin efendisine (Sallâllahu aleyhi ve sellem) mutabattadır. Allah, onun, âlinin ve sahâbîsinin üzerine salâtu selâm (rahmet) nâzil eylesin. İnsanlar için yüz karası, aşağılık ve çirkinlik ise, ona mutabaat etmemektedir. Öyle ise akıllı olan kimsenin, kendisi için onda yücelik ve şeref olan şeyde çalışması ve çirkin, dünyevî, yaldızlı şeylerle mağmur olmaması gerekir. Çünkü o çirkin şeyler görünüşte güzel görünürlerse de, lâkin hakikatte üstü şekerle kaplı öldürücü zehir kabilinden olup, sahiplerini öldürerek, onu Allah'ın (Celle ve alâ) lâneti üzerine nâzil olan bir mekân ederler.
"Allah'ın zikri ve o zikre şâmil olan şeylerden başka, dünya mel'ûndur. İçindeki şeyler de mel'ûndurlar." denilmiştir. Evet, onda ilâhi marifetlerin tahsiline çalışıp taat ve Allah'ın râzı olduğu şeylere yönelen kimse için, dünya güzeldir.

"Dünya aslanlar (Allah yolunda çalışanlar) için iyidir. Erkekler için acaib bir mülktür.

Onu hayır işler için imar ederlerse acaib bir mezra ve akardır."
**********************
Ey kardeş! Kulun, Rabbinin (Celle ve alâ) onun hakkında yapacağına râzı olması lâyıktır. Ona seçtiği şey, kendisi bizzat nefsine seçtiği şeyden daha sevap, daha yüce, daha kâmil olduğunu bilmelidir. Bâhusus yüce Nakşibendî tarikatına, (Allah, ehillerinin sırlarını kutlasın!) mensup olduğunu iddia edenler, sevgilileri olan Allah'ın yaptığına râzı olmaları lâzımdır. Çünkü onlar, sevgilinin yaptığı her şeyi sevgilidir derler. Bu düşünce vasıtasıyla, bir musîbete giriftâr olan kişinin ıztırabı kolaylaşır. İşte bu tefekkürden ayrılma

Şeyh Hazret'in Sözlerinden
 
Şeyh Ahmed El Haznevi (K.S.)'nin Mektubatından Derlenen Seçme Sözleri

Şeyh Ahmed El Haznevi (K.S.)'nin Mektubatından Derlenen Seçme Sözleri

Erenlerin ancak onun muhabbetiyle kendisine vâsıl olduğu Allah'a hamd olsun. Arifler, kendisine tabi olmaları ile manevi makamı bulmuş oldukları Peygamberinin üzerine, müslümanların hidâyetleri sebebiyle, hidâyetlendiği o Peygamberin âline ve ashâbına salât ve selâm olsun!
**********************
Kardeşim, Allah Sübhanehu?yu zikr etmek süreksizdir. Hattâ kul her zaman onu yapmakla emrolunmuştur. Diğer ibadetler ise, her birisinin ayrı ayrı özel olarak bir vakti vardır. O vakitten başka bir zamanda yapılması câiz değildir. Hatta ibadetlerin en efdali namaz olduğu halde, şüphesiz ibazı vakitlerde kılınması caiz olmaz. Fakat kalben yapılan zikir bütün durum ve hallerde kuldan istenilmektedir. Kalb ile (sessiz olarak) Allah'ı zikretmek müridlerin kılıcıdır.
**********************
Kardeş! Zaman fırsatı bir ganimettir. Kişi sıhhatini ve boş vaktini kendine bir ganimet olarak bilmelidir. Öyle ise, ömrünü faydasız şeylere harcaması uygun değildir. Belki hepsinin Allah'ın (Celle ve alâ) rızasının olduğu şeylerde sarf edilmesi, beş vakit namazın cemâatle edâ edilmesi, teheccüd namazının terk edilmemesi, seher vakitlerinde istiğfarın kaçırılmaması, tavşan uykusuna benzer uyku ile, ibâdet yapmaktan geri kalınmaması, hazır dünya nimetlerinin lezzetiyle aldanılmaması, ölüm ile âhiret ahvalinin anılıp göz önünde bulundurulması gereklidir. Hatta vakitlerin devamlı olarak ilâhi zikirde sarf edilmesi vâcibdir. Parlak İslâm şeriatına uygun olan her şey, alış veriş de olsa, kişiden vaki olan bütün ameller zikir sayılır. Öyle ise, bütün yapılan işlerin zikir olması için, bütün davranışlarda şeriatın ahkâmına riâyet edilmesi gereklidir. Şüphesiz zikir gafleti kovmaktan ibarettir. Bütün fiillerde Allah'ın emir ve nehiylerine riâyet edildiğinde, gafletin etkisinden kurtuluş mümkün olup Allahu Teâla?yı devamlı zikrin sevabı hasıl olur.
**********************
İnsanın, dünyadan daha ziyade Allah?ın rızasına calışması gerekir. Zira Hak Sübhanehu Teâla, keremi kemâlinden, kulların rızkını vermeyi tekeffül edip, rızık için bizi, te#C4ACE6düt etmekten kurtarmıştır. Ailenin nüfusu çoğaldıkça rızıkları da o nisbette çoğalır. Öyle ise ölümden önce Hak sübhanehü tealanın rızasına yönelmek dünya ve rızık işini Allah?a (Celle ve alâ) havale etmek gerekir. Allah?ın rızası, hâkiki mürşidin rızasına; gadabı, mürşidin gadabına bağlıdır. Bu tarikat, Peygamberden (sallâllahu aleyhi ve sellem) sonra insanların efdali olan Ebü Bekir ElSiddik (Radıyallahu anh) in meşrebinden alınmıştır.
**********************
Kıskançlığın hiç bir ilacı yoktur. Kıskançlık, Allah?ın kaza ve kaderine itiraz etmektir. Çünkü kıskançlığın hakikati, sizin gibilerin malumu olduğu üzere, Allah, Sübhanehu Tealâ?ya itiraz etmek demektir.
**********************
Şükrün vücubunun, verilen nimetin miktarına göre olduğu da bilinmektedir. İnsana, nimet ne kadar çok gelse, şükrün vücubu, onda daha ziyadeleşir ve daha çoğalır. Binaenaleyh, muhtelif maddi sınıflara göre fakirlere nisbeten zenginlerin üzerine, şükrün vücübu kat katt daha fazladır.
**********************
Ey dostum! Yüce Allah?ın, kulu hakkında yaptığı her şeye kulun razı olması gereklidir. Rabbinin ona irade eylediği şeyin, onun kendi nefsine irade ettiği şeyden daha sevab, alâ ve olgun olduğunu bilmelidir. Bahauddin Nakşibendi?ye tarikatına (Allah ehlinin sırlarını kutlasın) mensub olduğu iddiasında bulunan kimsenin, dostu olan Allah?ın yaptığı şeye razı olması lazımdır. Zira bu tarikat ehline ,sevgili Allah?ın yaptığı bütün şeyler sevgilidir, diyorlar. İşte herhangi bir musibete düçar kalmış bir kimse, bunu düşünürse acısı hafifleyecektir.
**********************
Bir mürşidin yüceliği ve noksanlığı tâbilerinin hepsinin hareketlerinden değil, etbaının çoğunun hareketinden belli olur.
**********************
Kendi ayıblarını görmemezliğe geldiğindenden şüphesiz sen hak ve doğru yolda değilsin. «Kendi nefsinin ayıbıyla meşgul olup da başkasının ayıplarından konuşmayana ne mutlu. Halkı küçültmek, ayıplarından bahsetmek, vakti boş geçirmek, müslümanlar hakkında kötü zan beslemek gibi iş olmayan şeylerin terk edilmesi, kişinin İslâmiyet vasfının güzelliğindendir.» denilmiştir. Ey kardeş! Ölümün hikmeti, hayattakilerin tefekkür edip gaflet uykusundan ayılmaları, ondan ibret almalarıdır.
**********************


Keşif ehli ve temiz ruhlu olan arif ve alimler; bütün masiyet, gaflet ve şehvetin esasının, insanın kendi nefsinden razı olmasında; taat, gafletten ayılma ve iffetin aslının da insanın kendi nefsinden razı olmamasından olduğunu söylemişlerdir.
**********************
Mürşidimiz Hazret, (Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlasın). Mevlâna Celâleddin Rumi?den naklen buyurdular ki: «İnsanın kendini boyatması lazımdır. Boyatması, ya yapacağı taatlerde veya dünyada çektiği eziyet ve sıkıntılara karşı sabretmesiyle olur.»
«Allah yolunda salikin önüne gelen her meşakkat onun iyiliği içindir. »
**********************
Kardeşim! Terbiye edilmeden bakımsız olarak kendi kendine yetişmiş ağacın meyvesi yoktur. Şayet olsa da, tatsız olur. Her şeyin bir sebebi olmasının gerektiği, Allah?ın cari bir adetidir. Tenasül, doğma, şeklen, anne ve babasız olmadığı gibi, manevi ilerleme de, eğitimsiz mümkün değildir.
Fırsat buldukça sadatın sohbetlerinden istifade etmek gereklidir. Zira sohbetlerinden hasıl olan manevi faydalar, uzun müddet yapılan şiddetli riyazet ve meşakkatli mücadele ile hasıl olmaz. Çünkü bu yol sahabei kiramın (rıdvanullahi tealâ aleyhim ecmain) yoludur.
**********************
Nefis çok hilekârdır. Hile yapmayacağına itimad edilmez. Nitekim yüce Allah, Kur?an?da Yusuf Peygamberden (Allah, efendimiz Muhammed?in ve onun her ikisinin de âlinin üzerlerine salât u selâm eylesin.) hikâyetle buyurdular ki: ?Ben nefsim iyidir demiyorum. Şüphe yok ki, nefis kötülük yapmayı em#C4ACE6er.? Yine Kur?ânı Kerim?de: «Sen (Ey Resulüm) sevdiğini yola getiremezsin, ama Allah dilediğini yola getirir.» buyurmuştur.
**********************
Size, Allah ve Resulünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisini tavsiye ederiz. Onlara olan muhabetin alameti, emirlerine imtisal edip, nehiy eyledikleri şeylerden korumak, yüce devlete sadakat, millete şefkat etmektir. Ermişler, «Sevgilinin yapacağı her şeyi sevgilidir.» derler. Allâh, Musâ?ya (Aleyhisselâm) vahyeyledi ki: ?Gerçekten ben bir kulu sevdiğinim zaman, bana karşı ne derece sadakatı olduğunu imtihan etmek için, ona dağların tahammül edemedikleri musibet ve belâlar ile belâlandırırım. Kendisini sabırlı bulursam kendime dost edinirim. Bu belâdan dolayı beni halka şikâyet eder bulursam, kendisine iltifat etmeyip rezil ederim.? Resullah (Sallâllahu aleyhi ve sellem) : «Belâ cihetinden sizde en şiddetlisiyle belâlandırılan kimseler, Peygamberlerdir. Sonra arkalarından gelen iyi kişiler, onlardan sonra da sırasıyla iyi olanlarıdır.» Bir kavme Nebi ve Resullerden herhangi birisi gelmedi ki, illâ eziyet ve zararla karşılaşmasın. Fakat onlar, kendilerine yapılan işkencelere karşı sabrettiler. Dolayısıyle durumlarının sonucu güzelleşti.
**********************
Murâkabe ise, size önce söylediğimiz gibi; gece gündüz, aziz ve yüce Allah?ın manevi huzurunda bulunmamız, kendisinin bizi görüp yaptığımızı, söylediklerimizi, kalbimize gelen bütün hatıraları bildiğini tasavvur etmemizden ibarettir.
**********************
Ey kardeşler! Büyük veliler hattâ yüce peygamberler bile devamlı olarak çeşitli eziyet ve belâlara giriftar olmuş ve sabretmişlerdir. Arkalarından gelecek başka veliler de böylece sab#C4ACE6ip onlara tabi olmuş ta ki zamanımızın avam tabakası dahi bu gibi belâlara maruz kaldıkları zaman onlara bakıp kötü düşüncelere düşmesinler istemişlerdir.
**********************
Malumunuz olduğu üzere, insanların yaradılışından maksat, gizli ve aşikâr olarak Allah?a itaat etmek, kavil ve fiillerde
Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatıyla temessük etmek, dindeki ruhsatlardan, eski ve yeni bid?atlardan, bu zamanda insanların kendilerince dinde çıkardıkları bütün şeylerden korunmakla, alçak, fani, onunla aldanılan bu dünya ile mağrur olmamaktır. O dünya ki gerçekten güneşi batmaya, halkına hile edip, onları helak etmeye ve Allahu Tealâ?nın gazabına atmaya yakındır. Öyle ise, bağışlayıcı olan Allah?ın taati ve şerefli sadatı kiramı (Kuddise sirruhum) sevmekten ayrılmamanız gerekir. Zira sadatın muhabbetinden bir hisse alan ve tarikatlarında hareket etmesini nefsin üzerine alıp emirlerine itaat ederek, nehy ettikleri şeylerden kaçan kimse, büyük bir devlet ve ebedi bir saadete ulaşır. Çünkü bu nimetlere tekabül edecek hiç bir şey yoktur. Sadatın, müride olan himmetleri müridin çalışmasına gö#C4ACE6ir. Taat ve ibadette çalışması cehdi arttıkça, şerefli sadat, ona göre Allahu Tealâ?nın huzuruna müridin yükselmesi için yardım ederler. Müride gaflet uykusundan bir uyanma hasıl olup, büsbütün kendisinden gaflet zail olur. Kalbinde Allah?ın yüce manevi huzuruna ilerlemesi icin tam bir meyil olur. Nefsinin esaret ve arzusundan, şeytandan, dünya ve dünyada bulunan şeylerin hevesinden kurtularak, ebedi saadete ve rabbani zaferlere ulaşır.

Bu tarikatın uluları, mürid olan kişinin Allah?tan manevi feyz istemesi halini kendisine verilen manevi nimetlerin yarısına, arzusunu da Allah?a kavuşmanın yarısına denk saymışlardır. Zira istek ve talep ile Allah?a kavuşmak aziz ve yüce Allah?tandır. Kerem sahibi olan yüce Allah, kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında o kula manevi bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irade eylediğine delalet eder. Nitekim bunu şerefli tarikat mürşidlerimizin ağızlarından işittik.
**********************
Bu zaman İslamiyet ve din kıtlığı zamanıdır. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardaki dindarlıktan çok hayırlıdır. Nitekim buna Peygamberin (kendisine salâvatın en kamili ve selâmların en tamamı olsun) buyurduğu hadis delalet etmektedir.
**********************
Yine size şu tavsiye olunur ki: Ey kardeşler! Bu parlak şeriata ve mubarek sünnete (peygamberin hadislerine) mutabat etmeniz lazımdır. Zira tarikat şeriatın çekirdeğidir. Hatta bu tarikatın imamı yani Şahı Nakşibend (Allah yüce sırlarını kutlasın) buyurdular ki: «Şeriat?a aykırı olan herhangi bir tarikat, zındıklıktır». Bu tarikat üç esas üze#C4ACE6ir.

a) Muhabbet
b) İhlas
c) Mürşide teslim olmak
**********************
Ehlullah nezdinde, dünyanın hiç bir değeri yoktur Zira dünya bir çok kere kulu yüce Rabbinden uzaklaştırıyor. Dünyaya; kulu yüce Rabbinin tâatinden alıkoyması ve uzak tutması, kötü ve şer vasıflar yönünden kâfidir. Yine: Dünyanın kıymetinin ne derecede olduğunu anlamak isterseniz, kendilerinde dünya serveti bulunanlara bakınız ki; o servet insanların iyilerinden daha çok, Cenâbı Hak nezdinde, en şerir olanların yanında bulunmaktadır.
**********************
Arifler, «dünya üzerinde bulunan kimseler fânidirler.» diye dünyayı târif etmişlerdir. Dolayısıyla ona önem vermeyip kendilerini sevgisinden uzak tutmuş ölüme hazırlamış, Hakka tabi olup, bâtılı terk edip, dünyanın öldürücü zehrinden nefislerini rahat ettirmişlerdir.Hadisi şerifte: «Dünyada sanki bir garib veya yolcu gibi ol.» diye buyurur. Ayrılık yeni olaylardan değildir. Zira dünya eziyet ve gurur evidir. Müşahede edildiği üzere, onda kardeşler, oğullar, baba ve anneler, birbirlerinden ayrılırlar. Akıllı kimsenin ahiret işlerine, aziz ve yüce Allah?ın sevgisini kazanmaya çalışması lâzımdır. Sabretmek şartıyla musibetten gelen sevaba hiç bir şey eşit olmaz. Mürşidimiz Hazret, (Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlasın!) bazı tabilerine gönderdiği taziye mektubunda «ölüm musibeti, musibetlerin en büyüklerindendir. Ondan gafil olmak da, ondan daha büyük bir musibettir.» diye buyurmuşlardır.
**********************
Ey kardeş! Fıkıh kitablarının beyanına göre, şübhesiz yüce Allah, marifetini (bilinmesini) kullarının üzerine vacib eyledi ve bu büyük bir nimettir. Allah, bunu (bilinmesini) herkesin üzerine farz kılmıştır. Öyle ise akıllı kimsenin, bunun tahsiline çalışması lazımdır. Muhabbetin tahsili için ehlullahlar birçok üsluplar geliştirmişlerdir. O yolların en kısası, Nakşibendiyye tarikatıdır. Çünkü esası, iki ana temel üzeredir: Biri sünneti seniyye Peygamberin (Sallallahü aleyhi ve sellem) yolunu takib etmek ile Allah ve Resulü?nün onlardan razı olmadığı ,bid?atlardan korunmak, diğeri ise salikin kendisine uyduğu mürşidini sevmesidir. İşte bu iki temel üzerine çalışmak lazımdır. Yani mümkün olduğu kadar şeriatın azimet olan ahkâmıyla amel edilip, ruhsatlarla amel etmeyi terk etmek ve bid?atları hiç yapmamaktır. Zira bid?at, hakikatte sapıklıktır. Çünkü yüce Allah?a giden yol, Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve sellem) yolunu takip etmektir. Bu tarikat ve tarikatın halkını sevmek Allahu Tealâ?nın yaptığı ihsanlardan sayılmalıdır.
**********************
Rüyada görülen şeylerle amel edilmesi vacib değildir. Hatta Peygamberi (Sallallahu aleyhi ve sellem) rüyada görmek doğru olduğu halde, rüyada bir kimseye bir şeyi yapmasını em#C4ACE6erse de, onunla amel edilmesi vacib değildir. Ey kardeş! Nefis, bizâtihi tâat ve ibâdet yapmakta cimridir. Saltanatı yüce olan Allah?ın ilâhi ahkâmını imtisal etmekten kaçar Alimler demişler ki, bir kimse, malının zamanın en akıllı kişilerine verilmesini vasiyet ederse, öldükten sonra, malı zâhidlere verilecektir. Zira onlar, olgun olan akılları sayesinde tamamen dünyadan yüz çevirmişlerdir.
**********************
Ey kardeş! Ömrün en şerefli devresi (gençlik) nefsin arzularıyla geçip, ömrün en rezil devresi (ihtiyarlık) elde kalmıştır. Elde kalan miktarı, Allah?ın rızasında sarfetmezsek, yarın kıyamet gününde hangi yüz ile Allah?a kavuşacak ve kendimizi kurtarmak için, hangi bir delil ile temessük edeceğiz?
**********************
Ey kardeş! Şüphesiz ölüm musibetlerin en büyüğüdür. Ondan gafil olmak, ondan daha büyük bir musibettir. Öyle ise, ona, fıkıh alimlerinin kitablarının cenaze bahsinde yazdıkları üzere hazırlık yapılması her mükellef olan kimsenin üzerine vacibdir. Bilhassa, insan kendi hasımları ve onunla alış veriş yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Ey kardeşim! Bilmelisin ki: Dünyada hayatını ahirete vesile eden kimseden başkası için esenlik yoktur. Gerçekten o meşakkat ve aldanma yeridir. Çünkü hakkında: «Allah?ın zikri ve o zikre şamil şeylerden başka dünya mel?undur. İçindeki şeyler de mel?undur.» diye hadisi şerif rivayet edilmiştir. Kardeşim, Allahü tealanın Kur?anı kerimde: «Her canlı ölümün tadıcısıdır» kelamının tasdiki için insana ölüm lazımdır. Ömrü uzayıp da ameli çok olana ne mutlu.
**********************
Kula layık olan durum Rabbinin (Celle ve alâ) yaptığı işe razı olması ve ona seçtiği şey, kul kendine seçtiği şeyden, daha doğru ve alâ ve daha kâmil olduğunu bilmesidir. Hele bilhassa, Nakşibendiyye tarikatına mensub olduğunu iddia eden kimse, sevgilinin (Allah)?ın yaptığı şeylere razı olması lazımdır. Çünkü Nakşibendiyye uluları, «Mahbubun yaptığı bütün şey sevgilidir, derler.» İşte başına bir musibet gelen kimse, böyle tefekkür ile musibet üzüntüsünün acısı kendisine kolaylaşır. Bu büyük musibetimiz hatırımıza geldiğinde, Peygamberin (Sallalahu aleyhi ve sellem) vefatını düşünmemizle sabretmek de kolay olur. İşte buna ve diğer belalara karşı «Biz, Allah?ın kuluyuz ve gerçekten Allah?a döneceğiz (öleceğiz) deriz. »

Şeyh Ahmed'in Sözlerinden
 
Şeyh Alaaddin'in (K.S.)Dilinden Şeyh Ahmed

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adı İle

Hamd, kullarını Sırat-I Mustakim'e hidayet ederek üstün kılan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm mü'minlere karşı pek merhametli ve cana yakın olan peygamberimiz ile O'nun temiz ali ve tüm sahabileri ve kıyamet gününe kadar O'nun sağlam metodundan ayrılmayan bağlıları üzerine olsun.

Şimdi, aşağıda okuyacağınız bilgiler muridlerin terbiye edicisi, saliklerin mürşidi, şeriat sancağının taşıyıcısı, iksir mesabesindeki Nakşibendi nisbetinin açıklayacısı alim, ilmi ile amil ve kâmil Şeyh Ahmed Haznevi hazretlerinin menkıbelerinden seçilmiş bir kaç değerli inci ve yaralıların yaralarını iyileştirecek bir kaç şifalı merhemdir. Şimdi onun bu seçme menkıbelerini birlikte gözden geçirelim.

Ahmed Haznevi hazretleri - Allah (c.c.) ondan razı olsun -; Peygamberimize -salât ve selam üzerine olsun- fevkalade bağlı, O'nun sözleri, hareketleri ve hasletleri konusunda çok titiz, şeriatına olağanüstü derecede tutkun, bu şeriatın inceliklerini çok inceleyen, azimetleri ile amel edip bid'at ve ruhsatlarından titizlikle uzak duran bir zat idi.

Bu sözlerimizin en sadık delili, çevresindeki alimlerin etrafında birleşip ona biat etmiş olmalarıdır. Bu alimler titiz araştırmalardan, sözlerini derinliğine inceleyip şeriat ölçüsüne vurduktan sonra ona biat etmişlerdir. Bilindiği gibi alimler hep birlikte bir büyük veliye teslim olmadan önce böyle yaparlar. Onun hakkında söylediğimiz sözlerin diğer bir delili de sözlerine kulak veren her uyanık mü'minin kalbini, tıpkı bir mıknatısın demiri kendine doğru çekmesi gibi cezbetmesidir.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? aşağıdaki hadise göre amel etmekte çok titiz ve ısrarlı idi:
«Ameller niyetlere bağlıdır. Herkes niyet ettiğini elde eder.»
Her sözünde ve her hareketinde bu hadisi rehber edinirdi. Öyle ki, binlerce kişi tarafından kınansa bile hiç birine aldırış etmez, iyi niyetsiz bir kuruş bile harcamazdı.

Nitekim bir ara hizmetkârı Said üç yıl yüce eşikte barınan bir fakirin kovulmasını emretmişti. Çünkü sözkonusu fakir, bu emre yolaçan bir kusur işlemişti. Bu arada Şeyh hazretleri sohbete gelince o fakir orada bulunan ve çoğunluğunu gariplerin meydana getirdiği müridler topluluğunun önünde yalvararak tekkede bırakılmasını rica etti.

Şeyh hazretleri, adamın bu ricasını hemen yerine getirmekten kaçındı ve ona «yakamı bırak da niyetim saf hale gelsin» dedi. Fakat adam bu cevaba rağmen susmadı, daha ısrarlı şekilde yalvarmaya ve geri alınması için rica etmeye devam etti. Buna rağmen Şeyh hazretleri onun ricasına kulak asmadı. Ama bir süre sonra sözü geçen fakiri yanına çağırarak kendisine «şimdi niyetim saf hale geldi, gitme, burada kal» dedi. Bu konuda bizzat kendisi şu olayı anlatmıştır:

Bir ara hacca gitmek hususunda içimde güçlü bir özlem doğdu. Hemen yol hazırlığı yaptım. Fakat bir süre sonra içimden bu konuda nefsimi imtihan etme duygusu doğdu. Nefsime hacc yolculuğu için ayırmış olduğum malı fakirlere dağıtmayı ve hacca gitmekten vazgeçmeyi önerdim, teklifimi reddetti, hacca gitmeyi arzu ettiğini belirtti.

Bunun üzerine ben de nefsimin arzusuna karşı koymak için hacca gitmekten vazgeçtim. İyi niyete sahip olmaksızın, hiç kimseye bir çörek bile vermem.
Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? şeyhine aşırı derecede düşkündü. Öyle ki, şeyhinden bahsederken daima yanaklarından yaşlar akardı. Üstelik şeyhinin hallerini saklı tutmak konusunda da fevkalade titizdi.

Ben de bu yüzden şöyle bir adet edinmiştim: Şeyhimizin bir sohbetini dinleyip de aynı bilgiye tasavvuf kitaplarından birinde rastlayınca babama «bu konuyu falan kitapta gördüm.» demez, onu şeyhimizin kendi sözü imiş gibi ifade ederek «Şeyh hazretleri şöyle dedi.» diye naklederdim. Çünkü şeyhimizin adını anınca babamın büyük bir haz ve zevk duyduğunu görürdüm.

Bir ara şeyhimizin oğlu Şeyh Muhammed Masum hacc'dan dönmüş, bizleri misafirliğe kabul etmişti. Babamla birlikte sohbetini bir süre dinledikten sonra babam ev sahibi rahatsız olur endişesi ile kalkıp gitti. Babam gittikten sonra biz bir süre daha sohbete devam ettik. Daha sonra Muhammed Masum hazretleri eve gitmemi söyleyince emrine uyarak kalkıp eve gittim.

Eve varınca babamın lambayı söndürüp yatağa girdiğini gördüm. Fakat geldiğimi duyunca «kim o?» diye sordu. Benden «Alâuddin» cevabını alması üzerine «niye bu kadar geç kaldın?» diye sordu. Kendisine Üstadımızın oğlunun sohbetini dinlediğimi söyleyince bana «o halde yanıma gel ve ışığı yak. Üstad-ı Azam hazretlerinden söz edilince benim uyumama imkan olmayacağını bilmiyor musun?» dedi.

Babamın emrine uyarak yanına gidip lambayı yaktım. Bunun üzerine yattığı yerden doğrularak yatağı üzerine oturdu ve ben de Üstadımızın oğlunun sohbetinden aklımda kalanları kendisine anlattım. Bir adeti de, şeyhini görenin veya onun yanından yeni gelenin sohbetine gitmekti. Böyleleri ile sıkıntı verme endişesi baskın gelene kadar uzun uzun sohbet eder ve eve gelince bize «falancanın sohbetine gidiniz ve gerek şeyhimiz gerekse onun ailesi hakkında söylediklerini aklınızda tutup gelince bana anlatınız.» derdi.
Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun?şeyhinin huylarını huy edinmeye, onun hareket ve davranışlarını örnek edinmeye çok önem verirdi. Öyle ki, çoğu kere sağ kolunu cübbesinden çıkarır, mescide ve başka yerlere öyle giderdi. Çünkü şeyhi Rus savaşları sırasında yaralanarak sağ kolunu kaybettiği için, son yıllarda, hep böyle gezerdi. Zaten sık sık «beni üstadımın bir çok huylarını edinmeye muvaffak eden, bunu bana nasibeden Allah'a hamdolsun» derdi. O kadar ki, bağlılarından birini, bir iş buyurmak için çağırınca ders çalışan bir talebe gibi çekingen davranır ve bunu da şeyhine uymak için yapardı.

Şeyhinin tüm sohbetlerini ezberlemişti. Üstelik o sohbetlerin yapıldığı yerleri, o sırada şeyhin irşad için hangi köyde bulunduğunu, kendilerini ağırlayan ev sahibinin kim olduğunu, şeyhi ile birlikte iken ne gibi olaylar geçtiğini olduğu gibi hatırlardı. Öyle ki, bunları anlatırken kendisini dinleyenler, önünde duran yazılı bir metin olduğunu sanırlardı.

Şeyhin aile mensuplarına karşı o kadar saygılı, onların haklarına karşı o kadar riayetkar idi ki, bu konudaki bütün gördüklerimi anlatsam söylediklerime inanılmaz diye korkuyorum. Mesela Üstad Molla Abdülbaki'nin kızı le evlenişinden ölümüne kadar ondan ne içecek su istemiş, ne seccadesini hazırlamasını emretmiş ne ona bir kere bile olsun «lambayı yak» veya «çorba hazırla» demiştir.

Tam tersine eşine kendisi hizmet ederdi. Üstelik eşi çok iyi bir aile terbiyesi ile yetiştiği, iyi ahlaklı ve mütevazi olduğu için kocasının kendisine hizmet etmesini istemez, bu iltifat kendisine fevkalâde ağır gelirdi. Bu durumu izah ederken de «Saide'yi eşimdir diye değil, Üstadımızın torunudur diye seviyor, ayrıca ulu Allah bize Üstadımızın torunundan Abdülgani adında bir evlad nasib ttiği için iftihar ediyoruz» derdi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? tarikat adabı karşısında fevkalâde titiz davranır, bu alana bir savsaklama meydana gelince çok canı sıkılırdı. Hatta bir defasında tüm alimleri topladı ve kızgın bir ifade ile onlara «tarikatta meydana gelen her bid'atın, her savsaklamanın sebebi sizsiniz. Çünkü adabı yeterince öğretmiyorsunuz. Cahiller mazurdur» dedi. Bu şekilde öfkelenmesinin sebebi, teveccüh sırasında birinin gözlerini açtığını ve bir başkasının da arkadaşına arkası dönük olarak oturduğunu görmüş olması idi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? odasındayken gece gündüz hep kitap okurdu, önemli bir iş çıkmadıkça kitabı elden bırakmazdı. Hatta çoğu zaman ramazanda iftarla akşam namazı arasında bile kitab okurdu. En çok okuduğu eserler tasavvuf ile ilgiliydi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? fıkıh ilminde ve şeriat meselelerinin incelikleri konusunda uzmandı. Öyle ki, fetva konusunda tek merci haline gelmişti. Çünkü insanlar arasında geçen olaylarla yakından ilgilenmiş olduğu gibi, herkes de bu konuda ona baş- vuruyordu.
Fetva verirken pek fıkıh kitablarına bakmazdı. Oysa halk kendisine çok sayıda mesele sorar, bir çok ihtilâf1arı çözümler ve hiç kimse ondan başkasının hükmüne ve fetvasına razı olmazdı. Alimler arasında bir mesele dolaşıp da o konuda görüşünü söyleyince derhal bütün alimler onun görüşüne meyleder, onun sözünü desteklemeye koyulurlardı. Çünkü daha önce kitablara başvurarak her zaman haklı çıktığını denemişlerdi.
Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? her zaman görüşünde haklı çıkar, hiç yanılmazdı. Öyle ki, onun görüşüne uyan muradına erer, buna karşılık görüşüne ters düşen sonunda hayal kırıklığına uğrardı. Bizlere ilk söylediği görüşe uymamızı tavsiye ederek şöyle derdi:

«Benim adetim şöyledir: Bana bir şey soran olursa ilk plânda görüşümü söylerim. Eğer karşı taraf, ısrarla görüşümün tersini diler veya canının öyle istediğini hissedersem, bana karşı çıkıp da zarara uğramasından çekindiğim için kendi görüşümü bırakarak onun fikrini desteklerim. Benim kerametim yoktur. Fakat ender bazı istisnalar dışında verdiğim hükümler doğrudur. »
Zaten bu durum, onun bağlıları arasında, bir çok deneylerle perçinlenmiş kesin bir gerçek olarak bilinir hale gelmişti.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? gayet sağlam bir mantığa ve acayip bir ferasete sahip idi. Öyle ki, insanı görür görmez özel hallerini ve durumunu hemen anlayıverirdi. Nitekim bir kaç kızgınlık anında bize« benim aklım kılı bile yarar» demişti.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? kendisinden başka ancak kamil kimselerin erebileceği derecede çok yumuşak huylu, pek müsamahakâr ve Allah'ın kullarına karşı babalarından bile daha cana yakın olacak raddede şefkat sahibi idi.

Nitekim bir seferinde Dekuriye kabilesinden Hacı Culi'nin ailesi tarafından Kendur köyündeki Meliye aşiretinin reisi İsa Ağa'ya arabulucu olarak gitmesi rica edilmişti. Dekuriye kabilesi, İsa Ağa'nın kardeşi Muhammed Salih'i öldürmekle itham ediliyordu.

Şeyh hazretleri bu ricayı kabul ederek İsa Ağa'nın evine gitti. İsa Ağa da onun davetini kabul ederek tam bir gönül rızası ile katil zanlılarını bağışlayarak arabuluculuğu kabul etti. Bu sonuç sırf Şeyh hazretlerinin kerameti olarak karşılanmıştı.

Arabuluculuktan sonra köylülerin davetine icabet ederek orada teveccüh yapmak üzere Amude köyüne gitmeye karar verdi. Çünkü İsa Ağa'nın köyünde büyük bir kalabalık biriktiği için Amude köyünden gelenleri teveccühe alamamıştı. Amude köyüne varınca belde halkından, şeyhlerden, kabile reislerinden, devlet memurlarından ve bu arada çevre köylerden gelen karşılayıcılardan meydana gelen büyük bir kalabalık tarafından karşılandı.
Büyük bir izdiham oluşmuş ve binlerce insan biraraya gelmişti. Öyle ki, Şeyh hazretleri beldeye vardığı halde kendisini karşılayanların arabaları, atlılar ve yayalar henüz Kendur köyü ile Amude köyü arasında ve Amude köyünün iki saat kadar uzağındaydılar.

Şeyh hazretleri köye varınca ilk önce Şeyh Beşir Hamidi'nin evine uğrayarak bir yakınının ölümünden dolayı kendisini teselli etti. Arkasından halifesi Molla Muhammed Lâtif'in evine gitti. Teveccüh'ten sonra öğle namazını kılmak üzere camiye gidince halkı selamlamak için Muhammed Latif'in evi ile cami arasında uzun süre yakıcı sıcak altında ayakta durdu. Bu arada yerden kalkan toz bulutu başların üzerine yükseliyordu.

Bu sırada yakın dostlarından biri halka seslenerek: «Şeyh hazretlerini yordunuz, bırakınız da gölgeye sığınsın dedi. Fakat şeyh hazretleri bu söze kızarak şöyle dedi:

«Ne dostlarımın ve ne de evladlarımın hiç biri bana benzemiyor. İnsanların kalblerini nasıl kırarsınız? Oysa onlar özledikleri için, muhabbet ve ihlaslarından dolayı üzerime üşüşüyor, yanıma sokulmak için can atıyorlar. Allah'tan dilerim ki, huyumu sizlerinki gibi yapmasın.»

Öğle namazının arkasından Amude'ye geldikten sonra yaptığı ikinci teveccüh'ü gerçekleştirmiş, daha sonra dostlarından biri kendisini yemeğe çağırmış ve kendisini eve kadar götürecek olan araba caminin önüne yanaşmıştı. Fakat Şeyh hazretleri camiden çıkar çıkmaz halk yine üzerine hücum etmişti. O sırada yanında yürüyen bir dostu halka engel olmaya çalışarak; «Şeyh hazretleri şu ana kadar ağzına bir şey koyamadı. Sabahtan beri teveccüh, tevbe, ziyaret ve namazla meşgul olduğu için çok yoruldu. Bu şiddetli sıcakta onu bırakın da yemek yiyip istirahat etsin»dedi.
Şeyh hazretleri dostunun bu sözlerini duyunca ona dönerek; «vallahi, iki saat ayakta kalmayı halka engel olmanıza tercih ederim» dedi ve o yakınının hareketine çok kızdı.

Yine bu arada ondan fetva istemek ve aralarındaki çatışmaları çözmesini dilemek için taşradan yanına gelenler ayaklarının çamuru ve pisliği ile seccadesini Çiğniyor, yanında yüksek sesle, hatta bağırarak konuşuyor, kızgınlıktan değneklerini yere vurunca yerden kalkan toz başının üzerine yükseliyor, konuşurken neredeyse parmakları mübarek gözlerine girecek şekilde ellerini kollarını sallıyor, kimi ona «ya sufi», kimi «ya hacı», kimi «ya fakih» diye sesleniyordu. Bu durum karşısında, bazı yakınları bu taşralıların taşkınlıklarına engel olmaya çalışarak onlara Şeyhe karşı edepli davranmalarını emrediyorlardı.

Fakat kendisi bu yakınlarına kızıyor ve onlara «bırakınız, istediklerini yapsınlar. Benim onlardan hiç bir şikâyetim yok, niye onlara engel oluyorsunuz?» diyordu.

Bir keresinde ağabeyim Muhammed Masum'la bir kaç talebesine ders okutuyordu. O sırada biri içeri girdi ve seccadesine bastı. Adamın ayakları çok çamurlu idi. Bunun üzerine talebelerden biri adamın seccadeden uzak durmasını sağlamak için ona yüksek sesle bağırdı.

Şeyh hazretleri bu durumu görünce kızdı ve o talebeye ?niye adamın kalbini kırdın. Adam taşralı olduğu için yaptığının farkında değildir.» dedikten sonra su isteyip seccadeyi yıkadı. O arada da «seccadeyi yıkamak adamın kalbini kırmayı gerektirecek kadar zor bir şey değildir.» dedi.

Misafir gelince yanlarında bulunup onların hizmetlerini yapar ve hizmetlerinin bittiği kanaatine varıncaya adar yanlarından ayrılmazdı. Bu arada bir saat, iki saat hatta daha uzun bir süre şiddetli sıcakta veya şiddetli soğukta ayakta beklerdi. Misafirlerini bizzat ağırladıktan sonra odasına döner ve önüne yemek getirilirdi. Yemek yerken evlatlarından biri veya hizmetçisi gelip birinin kapıya gelerek, şeyhi görmek istediğini ve ona bir şey söyleyeceğini bildirince hemen yemeği yarıda bırakarak kapıdaki adamın işini görmeye koşardı.

Zaten her zaman bize kendisini arayan olursa hemen haber vermemizi emreder ve «eğer birinin benden bir dileği olduğunu öğrenir de adam beklemek istemediği halde gelişini bana haber vermezseniz, hakkımı size helal etmem» derdi. Böyle durumlarda ziyaretçisinin Olduğunu kendisine bildirmemizi ısrarla ister ve uykuda bile olsa kendisini uyandırmamızı söylerdi.
Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? bağlılarına karşı fevkalade müsamahakârdı, kendisine karşı işlemiş oldukları hiç bir kusurdan dolayı onları azarlamazdı. Buna karşılık aile fertlerine karşı çok titizdi, en ufak bir hatalarına bile göz yummazdı. Bu iki tutumun her birinin ayrı birer hikmeti vardır ki, onları ancak hikmet ehli olanlar bilir.

Birinci tutumun gerekçesi şudur: Bizzat kendisi bu gerekçeyi anlatmaya ayırdığı bir sohbetini şöyle devam ettirdi:

Şah-ı Nakşibend hazretleri halifelerinden birini kovmuştu. Çünkü bu halife şeyh hazretlerinin «bu yemeğin hiç bir kusuru yok» şeklindeki sözünden gücenmişti. Olay şöyle oldu: Halife her yemekten sonra tatlı yemek adetindeydi. Bir gün Şah-ı Nakşibend hazretleri kendisini yemeğe çağırmış ve adetini bildiği halde yemekten sonra önüne tatlı koydurmamış, hatta ?bu yemeğin hiç bir kusuru yok» demişti.

Halife, Şeyh hazretlerinin bu sözüne içinden alınmış ve Şeyh hazretleri de onun batıni aleminden haberdar olarak onu kovmuştu.

Ayrıca Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de bir halifesini kovmuştu. Sebep, halifenin irşad görevi yaparken bir devlet adamından altın yaldızlı bir mushafı hediye olarak almasıydı. Oysa Halid-i Bağdadi hazretleri, halifeye irşad görevi sırasında hiç bir hediye almamasını tenbih etmişti. Bu yüzden sözü geçen devlet adamı kendisine mushaf vermek isteyince önce «ben hiç bir şey almam» demiş, fakat devlet adamı «bu öyle göz dikilecek bir meta değil, Allah'ın kelamıdır» diye üsteleyince hediyeyi kabul etmişti.

İşte Halid-i Bağdadi bu hediye meselesini haber alınca «ben sana irşad görevi sırasında hiç bir hediye kabul etmemeni söylememiş miydim?» diyerek halifeyi tarikattan kovmuştu.

Oysa bu halife oldukça yüksek bir dereceye ermişti. Nitekim Şam'dan, evinin bulunduğu Diyarbekir şehrine döndüğünde bağlıları nisbetinin kokusunu alarak daha uzaktayken kendisini karşılamaya çıkarlardı. Buna karşılık tarikattan kovulduktan sonra evine gelinceye kadar hiç kimse onu karşılamaya çıkmamıştı. Demek ki, muridler henüz kovulduğunu duymadıkları halde onlar nazarındaki itibarını yitirerek gözlerinden düşüvermişti.

Şeyh hazretleri, bu sohbeti bitirince bana döndü ve «Alauddin, kalk ibriği al da dereye kadar gidip su alalım» dedi. O sırada mevsim bahardı ve yaylada kalıyorduk. Dereye varınca kendisine dedim ki: «Babacığım! Ulu Allah'ın sana nasib etmiş olduğu bu yumuşak huydan ve bu şefkatten dolayı her zaman O'na şükür secdesi yapmamız gerekir. Çünkü biz eğer Şah-ı Nakşibend veya Halid-i Bağdadi hazretleri zamanında olsaydık, onlar hepimizi tarikattan kovarlardı.»

Sözlerim bitince, babam önce aşağıdaki ayeti okudu:
«Eğer Allah, insanlara karşı işledikleri günahlara göre muamele etseydi, yeryüzünde hiç bir canlı varlık bırakmazdı.» (Fatır süresi, 45)
Arkasından şöyle dedi: ?Eğer bu zamanda herkese davranışları uyarınca muamele etsem, hepsini tarikattan kovmam gerekir. Çünkü günümüzde edebe uyan kimse kalmamıştır. Hatta bir çok muridi, tarikattan soğuyacaklarından çekindiğim için nasıl eğiteceğimi kestiremiyorum. Çünkü bunların ihlâsı, muhabbeti ve teslimiyeti fevkalâde zayıftır.?

İkinci tutumun (yani ailesinin mensuplarına karşı titiz davranmasının) gerekçesine gelince bizzat kendisi bu hususu şöyle açıklardı: ?Sizlerin başınızda sopa olmazsa, daha küçükten size gerekli terbiyeyi vermemiş olsam, her zaman davranışlarınızı gözetim altında tutup hatalarınızı zamanında cezalandırmasam, bu zamanda sınırları çiğner ve haddinizi aşarak helâke uğrardınız.?

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? insanlardan gelen eziyetlere ve onların zulümlerine karşı olağanüstü derecede dayanıklı idi. Öyle ki, insanın gücü o kadarından aciz kalırdı. Bunun bir örneği şudur:
Nusaybin'deki meşhur Tay aşiretinin şeyhi olan Muhammed b. Abdurrahman, Efendi hazretlerine büyük eziyetler yapmış ve giriştiği zulümler herkesçe bilinecek derecede aşikâr hale gelmişti. Bu zulümlerden biri şöyle olmuştur: Fransız hükümeti Şeyhi Türkiye sınırının uzağında yer alan Telmaruf adlı yere sürmesine rağmen yine oradan da üç yıllığına Deyrzur ve Heseke denen yerlere sürülmüştü. Çünkü muridler yüzlerce ve binlerce guruplar halinde sınırı aşarak tevbe edip tarikata girmeye geliyorlardı. Fakat bir süre sonra her iki hükümet de kendisine yönelttikleri suçlamaların asılsız olduğunu, hiç bir partinin taraftarı olmadığını, daha doğrusu hiç bir dünyevi maksadı olmayıp sadece insanları hidayete erdirmeyi amaç edindiğini kesinlikle anlayınca adı geçen Telmaruf denen yerde oturabileceğine dair izin çıktı. Orası ıssız ve yıkık bir yerdi, hiç kimsenin mülkü değildi. Şeyh hazretlerinin emri ile orada evler yapıldı, arazisi ekilebilir hale getirildi ve böylece orada bir süre oturdu.

Günün birinde yukarda adı geçen Tay kabilesinin şeyhi Muhammed bir akşam üzeri silahlı adamları ile çıkageldi. Maksadı Şeyh hazretlerini köyden çıkarıp orayı kendi eline geçirmekti. Muridler kendisine karşı koyup onu silahlı adamları ile birlikte geri çekilmek zorunda bıraktılar. Çünkü Şeyh hazretleri ile çevresi ondan daha güçlü bulunuyordu. Fakat Şeyh hazretleri gelince muridlerine engel oldu ve Tay şeyhinden köyü boşaltmak üzere sabaha kadar mühlet istedi. Fakat Tay şeyhi mühlet vermeye yanaşmayarak ateşte kaynayan yemek dolu kazanları yere döktü ve köyü derhal boşaltmalarını istedi. Bunun üzerine Şeyh hazretleri; eşi, çocukları ve tüm bağlılarını yanına alarak gece karanlığında Telmaruf köyüne göç etti. Ancak seher vakti oraya varabildiler.

Görüldüğü gibi Tay şeyhi zulüm ve haksızlıkla o köye el koymuştu. Buna karşılık Şeyh hazretlerinin ona karşı koymaya, zulmüne engel olmaya yetecek kadar gücü varken büyüklerimizin tutumlarını örnek edinerek, onların davranışlarını rehber kabul ederek ve onların dosdoğru yollarından giderek Tay şeyhinin haksızlıklarına tahammül etmişti.

Sonraları bu konuda «Tay şeyhi hicret konusunda Peygamber Efendimize ?salât ve selam üzerine olsun? uymama sebep oldu» demiştir.

Bütün bu anlattıklarımızın daha ötesi ve daha şaşırtıcısı da şudur: Sözü geçen Tay şeyhi bir ara hastalandı. Hastalığı ağırlaşınca adamlarından biri ile haber göndererek Şeyh hazretlerini yanına çağırdı. Gönderdiği habere göre eski yaptıklarından dönmek ve Şeyh hazretlerinin önünde yeniden tevbe etmek istiyordu. «Yeniden diyoruz», çünkü daha önce de bir kere önünde tevbekâr olmuş, fakat tevbesini bozmuştu.

Şeyh hazretleri bu haberi alınca onun yanına gitmek üzere hazırlık yapmaya girişti. Bunun üzerine kendisine şöyle dedik: «Şeyh hazretleri nasıl olur da onun ayağına gider? Adam kendisine elinden gelen zulmü, edepsizliği fazlası ile yapmış, hatta büyüklerimize bile çirkin şekilde dil uzatmaktan geri kalmamıştı» Bu sözlerimize karşı kızdı ve bize şu cevabı verdi:

«Nasıl olur da bu zalim adamın tevbesine ve hidayete ermesine sebep olmaktan geri kalabilirim? Vallahi, adam gönderip beni tevbe etmek üzere yanına çağırınca eğer gökyüzünden oluk oluk yağmur boşansa da bir binek hayvanı bulamasam, yaya olarak yürüyüp yanına giderdim.»
Gerçekten adamın yanına giderek yaptıklarını ona helâl etti. Adam da onun önünde yeniden tevbe etti ve bir süre sonra bu tevbe ile öldü. Bu olay Şeyh hazretlerinin şu sözlerinin en canlı örneği olmuştu:

«Nakşibendi tarikatına bağlı olanların zincirine giren ve sonra çeşitli günahlar işleyip haddini aşan kimse, bu tarikatın bereketi ile, son nefesinde bile olsa yaptıklarından dönerek tevbekâr olur. »
Ne satılan ve ne de satın alınabilen bu büyük nimete karşılık Allah'a şükrederiz.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? kendisini kıskananlara, inkârcılarına karşı fevkalâde müsamahakâr davranır, onlar ona şiddetle karşı çıkmalarına rağmen kendisi onlara karşı iyi davranırdı. Hatta bu inkârcılarından biri ?neuzubillah? onun ve bağlılarının kâfir olduğunu ileri sürmüş, onlara karşı harbetmenin kâfirlere karşı harbetmekten bile daha faziletli olduğunu söylemişti.

Diğer bir inkârcısı da hakkında kulakları tırmalayacak iftiralar düzerek kendisinin peygamberlik iddiasına kalkıştığını ileri sürmüştü. Herkes, hatta Hama ve Amman gibi uzak beldeler bile, bu iftiracıya cevap verilmesi hususunda sözbirliği yaparak bu iftiracıya karşılık büyük bir protesto gösterisi düzenlenmişti. Ayrıca çok sayıda tekzip mektubu gönderilerek gerek gazete sahibinin ve gerekse sözü edilen iftiracının cezalandırılması istenmişti, fakat bütün bunların tümü şeyh hazretlerinin emri ve bilgisi dışında yapılmıştı. Çünkü bu protestolara katılanlar, ileri sürülen şeyler katıksız yalan olduğuna göre delile ve burhana ihtiyaç olmadığı görüşünde idiler.

Diğer bir inkârcısı da şeyh hazretleri, daha önce anlattığımız arabuluculuk hizmeti için Amude köyündeyken bir kağıt parçasına «neuzubillah, Şeyh Ahmed, Süfyan ve bağlıları da birer şeytandır.» diye yazarak geceleyin camı duvarına astı. Şeyh hazretleri bu olayı öğrenince «benim hakkımda söylenenler değil de bağlılarım hakkında söylenen çirkin sözler ile küfür iftiraları ağrıma gitti.» dedi

Bu çirkin haber kasabada duyulunca kasabanın belediye başkanı bir heyetle birlikte şeyhimizin huzuruna gelerek; «kasabadaki bütün erkekleri toplamak ve el yazı1arını cami duvarındaki yazı ile karşılaştırarak bu çirkin işi kimin yaptığını ortaya çıkarmak, arkasından da o kimseyi en ağır şekilde cezalandırmak istiyorum.» dedi. Buna karşılık Şeyh hazretleri belediye başkanına şu cevabı verdi:

«Ben böyle bir şey yapmanıza razı değilim. Bu işi yapanı ulu Allah'a havale etmek istiyorum. Büyüklerimin tutumu böyle idi. Beni de onlara uymaya sevkeden Alah'a hamdolsun.»

Zaten bizlere inkârcılarına ve kendisini kıskananlara karşı toleranslı davranmamızı, onlardan gelen eziyetlere katlanmamızı, onlarla karşılaşınca güler yüzlü ve tatlı sözlü olmamızı tavsiye ederdi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? yüce derecesine rağmen gayet mütevazı, alabildiğine güler yüzlü ve tatlı çehreli idi. Halkla konuşurken onların düşünce düzeyine inerek anlayabilecekleri bir dil kullanırdı. Bu yüzden onunla sohbet eden kimse, yanından ayrılmak istemezdi.

Bunun yanında dünyalık haz ve lezzetlerden hoşlanmaz, ne bulursa onu yer ve giyerdi. Çoğu zaman muridlerin yediği yemekten yerdi. Bizleri de sık sık «niye bazı yemekleri kendinize ayırıyorsunuz? Muridlerin sizden ne farkı var?» diye azarlardı.

Odasına genellikle hasır yayardı. Yalnız şeyhinin ailesinden biri veya seçkin bir misafiri gelince, sadece o zaman odasına elinden geldiği kadar güzel yaygılar yayarak misafirlerine saygı gösterirdi. Bir gün kendisine niye böyle yaptığını sorduğumuzda bize: «Peygamber Efendimiz ?salât ve selam üzerine olsun? hasır üzerinde uyurdu. Ayrıca bir çok kereler şeyhimizin odasına girdim, yerde hasırdan başka bir şey görmedim.» diye cevap verdi.
Sadeliğe ne kadar düşkün olduğunu gösteren başka bir örnek de şudur: Samimi ve yakın dostu Hacı İsmail ona bir lüks lambası hediye etmişti. Fakat bu lambayı odasında yakmamıza izin vermedi. Bu konudaki ısrarlarımıza: «iyi insan, evi aydınlık olan kimse değil, mezarı aydınlık olan kimsedir.» şeklinde karşılık verdi.

Nitekim öldükten ve kabri üzerine kubbe yapıldıktan sonra orada geceleyin Kur'an okunabilsin diye o lüks 1ambasını türbesinin kubbesine asmıştık. Böylece batınını ilahi tecellilerle ve zahirini sağlığında odasında yaktırmamış olduğu lüks lambası ile aydınlatan, kendisine bu mazhariyeti nasibeden Allah'a hamdolsun. Ayrıca velilerinin sözlerinde ve hareketlerinde acayiplikler yaratan Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederiz.
Bütün bunlar yanında, Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? çok yiğit, fevkalâde heybetli ve karşısındakilerde hürmet uyandıran bir şahsiyete sahipti. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile: «Allah uğrunda hiç kimsenin kınamasına aldırış etmezdi.»

Nitekim Haseke'de sürgündeyken bir keresinde Hefırkan aşiretinin reisi Haco Ağa ile birlikte Fransız işgal kuvvetleri komutanı ile görüşmeye gitmişti. Amacı, sebepsiz yere sürgünde tutulmasını protesto etmekti. Bu görüşme sırasında Fransız komutanına karşı hiç kimsenin cesaret edemeyeceği derecede ağır sözler kullandı. Ona özetle şöyle hitabetmişti:

«Kabile reisleri size gelirler ve sizinle görüşmeyi kendileri için şeref sayarlar. Bana gelince, sizin ayağınıza gelmiş olmayı kendim için noksanlık ve şerefsizlik kabul ederim. Çünkü siz her ay, ay sonunda evime dönmeme izin vereceğinizi, sürgün hayatıma son verip beni serbest bırakacağınızı va'dediyor, fakat ay sonu gelince sözünüzü tutmuyorsunuz. Ahde vefa, sözünüzde durmak ve adalet nerde kaldı? Bana karşı neden böyle davranıyorsunuz, hayret ediyorum! Çünkü ben Suriye vatandaşıyım ve hiç bir suçu olmayan masum bir insanım. Ayrıca her gurubun ve herkesin bildiği gibi siyasetle de hiç bir ilgim yoktur.»

Şeyh hazretleri, Fransız komutana karşı yukarıdaki sert sözleri söylerken yanında bulunan Haco Ağa, kendisine yumuşak konuşmasını ve aşağıdan almasını işaret ediyordu. Çünkü Fransız komutanın öfkelenerek kendisine uygunsuz şekilde karşılık vermesinden çekiniyordu. Oysa Şeyh hazretleri onun bu iyiliksever işaretlerine aldırış etmeksizin açık açık konuşuyor, Fransız komutan da kendisini dikkatle dinliyordu. Şeyh hazretlerinin sözleri bitince Fransız komutan ona şu cevabı verdi:

«Ey Şeyh, söylediklerinizde haklısınız, durumu biz de biliyoruz. Biz dini liderlerimizin devlet ve dünya adamlarına başvurmalarını istemeyiz.»
Bu konuşmaları dikkatle dinleyen Haco Ağa Fransız komutanının Şeyh hazretlerine karşı takındığı yumuşak ve saygılı tutumdan dolayı şaşırdı kaldı. Çünkü sözü edilen komutan çabucak öfkelenen ve halka karşı çok zalimce davranan bir kimse idi.

Bir keresinde de, yukarda adı geçen Tay kabilesinin şeyhi, anlatmış olduğumuz çirkin davranışlarından, ve zulümlerinden sonra Şeyh hazretlerinin huzuruna gelmiş ve hemen mubarek elini öpmek istemişti. Fakat Şeyh hazretleri onun elini öpmesine ağır ve acı sözlerle engel olmuş, kendisini alabildiğine paylamıştı. Söylediklerinin bir kısmı şunlardı:
«Tay aşiretinin şeyhi sen olacağına, keşke, senin yerine onların şeyhi şarapçı bir kadın olsaydı. Eğer böyle bir kadın onların şeyhi olsaydı, senden daha dürüst ve namuslu davranırdı.»

Bu sözlerin arkasından da, adamın hiç bir şey söylemesine fırsat vermeksizin kendisini yanından kovuverdi. Şeyh hazretlerinin, o adama karşı takındığı bu beklenmedik sert tavır, onun bir kerameti idi. Çünkü adı geçen şeyh o günlerde çok zalim ve nüfuzlu bir kimse olarak tanınıyordu. Hatta bu yüzden bazı devlet adamları da dahil olmak üzere herkes onun şerrinden çekiniyordu.
Şeyh hazretlerinin bu tutumunun diğer bir örneği de şöyledir: Milliyetçiler Fransız kuvvetlerine karşı başkaldırınca Fransız komutan bir adamı ile haber göndererek Şeyh hazretlerini yanına çağırdı. Şeyh hazretleri yanına varınca ona şunları söyledi:

«Ey Şeyh, seni çağırmamın sebebi şudur: Milliyetçiler karşısında bize destek vadetmenizi istiyoruz. Eğer bizim tarafımızı tutarsanız, ne isterseniz verir ve bu ülkede kaldığınız sürece istediğiniz her şeyi yaparız.»
Şeyh hazretleri, Fransız komutana: «Dini inançlarım sizi müslüman kardeşlerime karşı desteklememe engeldir.» diye cevap verince adam: «O takdirde sana sürgün yeri olarak verdiğimiz ve mülkiyetine geçirdiğimiz Haseke köyünü geri alırız.» diyerek Şeyh hazretlerini ağır bir dille tehdit etti. Fakat Şeyh hazretleri, bu tehditlere aldırış etmediği gibi ne tutumundan taviz verdi ve ne de işgalci komutana boyun eğdi.

Nitekim o günden sonra Fransız işgal yönetimi her fırsatta Şeyh hazretlerine karşı düşmanca bir tutum takındı. Sözü geçen köyü elinden aldı. Oysa köyde yirmi kadar ev yaptırmış ve su kuyuları açtırmıştı. Onun elinden aldığı köyü işgal yönetimi ile işbirliği yapan yukarda sözünü ettiğimiz Tay şeyhine verdi. Sözün kısası, Elhamdulillah, işgal kuvvetleri, yurdumuzu boşaltıncaya kadar Şeyh hazretleri, bir an bile rahat yüzü göremedi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? misafirlere ve muridlere karşı çok ilgi gösterirdi. Her birine değeri ve derecesine göre muamele ederdi. Yemekleri ile alâkadar olur, ekmeklerine bakar ve mercimek bile olsa onlara yemek dağıtılırken başında dururdu. Bu konuda bir eksiklik görünce kızar ve «muridlere mutlaka lezzetli yemekler vereceksiniz, demiyorum. Çünkü kalabalık oldukları için buna gücümüz yetmez. Fakat mevcut yemeği onlara kusursuz ve eksiksiz olarak veriniz ki, insan önüne koyduğunuz şeyi yiyebilsin, diyorum.» derdi.

Bunun yanında misafirlerin ve muridlerin durumları ile yakından ilgilenirdi. Öyle ki, onların ne yiyecekleri, nerede yatacakları, kendilerine nasıl hizmet edileceği, bütün bunlar onun görüşü, gözetimi ve ilgisi altında gerçekleşirdi.
Bütün bu gayretlerine rağmen, yine de sık sık «misafirler meselesi saçlarımı ağarttı. Çünkü onların ağırlanışında eksiklikler görüyorum. Onlara kendi elimle hizmet etmeye kalkışsam, bunu istemezler. Eğer böyle olmasaydı, onlara kendim yemek verir ve yerken hizmetlerini kendim yapardım. Çünkü insanın gerek Allah ve gerekse kullar karşısındaki en önemli iftihar kaynağı misafirlerine ilgi göstermesidir.»

Sayın okuyucu! Onun misafirlerini, başkalarının misafirleri kadar sanmamalısın! Tersine onun misafirleri bazen elli, bazen seksen, bazen yüz, bazan iki yüz, kimi zaman da bin veya iki bin kişi olurdu.
Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? çok sayıda açın karnını doyurur, yine çok sayıda çıplak kalmışı giydirir, ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını karşılar; bazı bağlılarının, acizlerin ve kendisine başvuranların bakımını üstlenirdi. Bütün bu masrafları çokluğuna rağmen kendi özel malından karşılar, muridlerinin ve çevresindekilerin malına güvenmezdi.
Zaten gerek çevresindekiler ve gerekse muridleri ona dünya malı sağlamamışlar. Hatta devamlı olarak medresesinde okuyan kırk kadar talebenin bakımını sağlamayı, yemeklerinin ve ekmeklerinin pişirilmesi için gereken odunu karşılamayı bile üzerlerine almamışlardır. Bu masrafların çoğunu kendi özel malından karşılar ve talebeler ile gerektiği gibi ilgilenebilmek için elbise, yatak ve benzeri gibi zaruri ihtiyaçlarını da üstlenirdi. Çünkü alimlere ve talebelere çok önem verir, onlara herkesten çok saygı duyardı.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? her taraftan kendisine başvuran yoksullara ve dilencilere karşı cömertçe davranırdı. Nitekim son hastalığı sırasında; «Elhamdulillah, asla hiç bir dilenciyi boş çevirmedim. Ömrüm boyunca bana karşı el açan hiç bir insanı hayal kırıklığına düşürmedim. İsteyen herkese haline, mevcut imkanlara ve nasibine göre bir şeyler vermeye çalıştım.» demiştir. Zaten hepimiz kapısının, hemen hemen her gün dilencisiz kalmadığını görüyorduk. Buna rağmen böyle söylemesinin hikmeti, bizi cömert olmaya teşvik etmek ve incelikli bir üslup ile bizi de bu yola sevk etmekti.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? yanında dünya meselelerinin konuşulmasını sevmezdi. Hatta bize «Benim yanımda dünya işleri konuşmayınız ve bana böyle meseleleri danışmayınız. Çünkü ben dünya işlerinizi kendinize bıraktım.» derdi. Buna rağmen odasında veya bulunduğu mecliste dünya meseleleri konuşsak ya da bu konularda ona danışsak, tarafımıza bakmaz, dahası bazen öfkeyle yanından kovar ve «Benim yanımda dünya işleri konuşmamanızı, bu konularda benden fikir sormamanızı tembih etmedim ve dünya işlerinizi kendinize bırakmadım mı?» diyerek bu emrine uymayanları azarlardı. Bununla birlikte bizleri sıkı sıkıya gözetler ve dünyaya aşırı şekilde daldığımızı veya uygunsuz bir davranış gösterdiğimizi tespit edince bizlere engel olurdu.

Ahmed Haznevi hazretlerinin ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? nazarında en önemli şey ilim öğrenmeye çalışmaktı. Her zaman bizi ilim öğrenmeye çalışmaya teşvik eder, durmadan bize bunu telkin ederdi. Öyle ki, gerek bana ve gerekse İzzeddin'e tahsil hayatımıza engel olur endişesi ile hiç bir zaman hizmet emretmemiştir.

Çoğu zaman bazı işleri kendi eli ile yapmayı tercih eder ve bizleri ders çalışmaktan alıkoymasın diye, o işleri bizim yapmamızı istemekten kaçınırdı. Bizleri ilim öğrenmeye teşvik etmek üzere sık sık şeyhinin «Dünyayı isteyen ilim öğrensin, ahireti isteyen ilim öğrensin, bunların ikisini isteyen de ilim öğrensin.» şeklindeki sözlerini bize hatırlatırdı.

Sohbetinde yeri geldikçe ilmin ve alimlerin faziletini anlatır, alimleri ders okutmaya ve talebeler ile yakından ilgilenmeye teşvik eder, ilim öğretmelerine engel olan işlerle uğraşmamaları gerektiğini belirtir, böyle işlere bulaşan alimleri azarlar, gerek dünya işlerine ve gerekse başka şeylere dalarak talebe okutmaktan uzak kalan alimlerle karşılaşınca canı sıkılırdı. Bu davranışının sebebi, alimlere karşı içinde beslediği şefkat idi. Onlara karşı büyük bir yakınlık duyduğu için ders okutmak gibi büyük bir ecri, büyük bir devleti kaçırmasınlar diye kendilerine nasihat ederdi.

Nitekim son hastalığı sırasında şöyle demiştir: ?Şu üç şeyden dolayı Allah'a hamdederim: Birincisi, hiç bir zaman hiç bir dilenciyi eli boş geri çevirmiş değilim.

İkincisi, ömrüm boyunca hiç kimseden bir şey istemedim. Yalnız bu konuyu biraz açıklamam gerekir. İlk zamanlar çok fakirdim. Çünkü bir yandan küçük yaşımda babamı kaybettiğim halde ilim tahsil ile meşgul oluyor, öte yandan da tarikata girmiş bulunuyordum. O sıralarda çoluk - çocuğumu geçindirecek bir gelirim yoktu. Saydığım iki sebep yüzünden de bir köye imam olamamıştım. Bu yüzden güvendiğim bazı kimselere halimi açıklıyordum ki, Allah'ın kendilerine vereceği ilham sonucu bana biraz yardım etsinler. Bir yandan da bu işten çekiniyordum, ağrıma gidiyordu. Bir gün şeyhimin halifelerinden Molla Muhammed Emin'e meseleyi açıklayarak «durumum böyle böyledir.» dedim. O da bana şaka yolu ile «böyle yapmazsan öl» diye cevap verdi. Buna rağmen kalbim rahat etmedi. Ayrıca Molla Muhammed Emin bana «sakın bu durumunu Efendi hazretlerine anlatma. Çünkü o öyle bir adamdır ki, insanları öldürür, yani bu yaptığına engel olur» dedi.

Ondan bu sözleri duyunca iyice endişelendim, daha çok korkmaya başladım. Nihayet Efendi hazretlerine giderek kendilerine şöyle dedim: «Benim ve çoluk çocuğumun geçimini sağlayacak gelirim yok. Ayrıca bir köyün imamı da değilim ki, köy halkının vereceği zekâtlarla geçineyim. Bu yüzden yaz gelince güvendiğim bazı kimselerden biraz zekât isterim. Zekât dağılımı sırasında orada bulunursam adam bana ayırdığı zekâtı bizzat elime veriyor, yok eğer o sırada şeyhimin evinde olursam adam bana vereceği zekâtı vekilime teslim ediyor. Bu konuda bana ne dersiniz? Acaba bir zararı var mı? » Sözlerim bitince Efendi hazretleri başını önüne eğdi ve bir süre öyle kaldıktan sonra bana «isteme, çünkü o da bir bakıma başkalarına el açmak sayılır. Allah'a güven.» diye cevap verdi. Efendi hazretlerinin bu emri üzerine, o günden sonra, o huyu tam bir gönül hoşnutluğu ve sevinç içinde bırakarak artık hiç kimseden zekât istemedim.

Efendi hazretleri beni böyle davranmaktan alıkoyduktan sonra bir gün adı geçen halifeye vararak: «Efendi hazretleri öyle yapmama izin vermedi» deyince halife de bana «bu işi ona anlatmamanı sana söylemedim mi? Sana, o insanları öldürür, yani böyle bir şeye izin vermez, demedim mi? » diye cevap verdikten sonra yine şaka yolu ile «şimdi git de zehir ye» diyerek bana takılmıştı.

Üçüncüsü, önceleri imkanlarımın gayet yetersiz olmasına rağmen, ömrüm boyunca hiç bir zaman evim talebesiz kalmamıştır. Hatta bir defasında sadece bir öğünlük akşam yemeğimiz kalmıştı. Ben ve eşim geçim yetersizliği yüzünden talebelerden ayrı kalacağız diye üzüntü içindeydik. Buna rağmen o akşam talebelerle birlikte bulduğumuzu yiyip yattık. Ertesi günü için ne bir avuç unumuz ve ne de başka bir yiyeceğimiz kalmıştı. Fakat Allah'a güven içinde sabahladığımız zaman ulu Allah beklemediğimiz bir yerden rızkımızı göndererek benim ve çocuklarımın annesinin sıkıntısını gideriverdi. Bu arada şunu belirtmek isterim ki, ulu Allah eşime gerek talebelerin ve gerekse muridlerin sayısız sıkıntılarına katlanma konusunda büyük bir sabır, tahammül ve arzu ihsan etmişti.»?

Şeyh hazretlerinin bu sözleri söylemesi, bizleri de bu hasletleri edinmeye teşvik etmek içindi. Çünkü bu hasletlere sahip olmak dünyaya ve dünyada bulunan her şeye bedeldir. İşte bu yüzden o en güzel şekilde kendi rengi ile renklenmemizi amaç edinmiştir. Onun istediği gibi davranabilmek hususunda Allah'ın bize başarı ihsan etmesini diliyoruz.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? muridlerin terbiyesi ve saliklerin irşadı hususunda yüce bir himmet ve şaşırtıcı bir tasarruf sahibi idi. İnsanlar her taraftan uzak mesafeleri aşarak ona geliyorlardı. O ise evinden, hatta odasından ayrılmazdı. Henüz meşhur olmadığı ilk zamanlar hariç, irşad için hiç bir yolculuğa çıkmamıştır.

Buna karşılık meziyetlerini duyan kalabalıklar ona koşuyorlardı. Daha doğrusu o, insanları meczub, kendilerinden geçmiş ve muhabbet şarabı ile sarhoş ederek kendine çekiyordu. Bu müthiş cezbeye tutulan insanlar ailelerini ve mallarını bırakarak fevc fevc tarikata giriyor, onun önünde tevbe ederek çirkin davranışlarından ve o güne kadarki kötü huylarından uzaklaşıyor ve artık dini görevlerini öğrenmeye, eski namaz borçlarını kılmaya ve daha önce işlemiş oldukları haksızlıkları tamir etmeye yöneliyorlardı.

Oysa bu insanların çoğu, onun önünde tevbe etmeden önce din konusunda Kelime-i Tevhid'den başka bir şey bilmiyorlardı. Ulu Allah onun eli ile binlerce insanı hidayete erdirmiş, şeriat sancağını havalandırmış ve Nakşibendi tarikatının kilometre taşlarını dikmiştir.

O bir sohbetinde şöyle demişti: ?Şeyh Abdurrahman Tahi ile şeyhim Muhammed Ziyauddin hazretlerinin Allah onlardan razı olsun? üzerimdeki himmetleri kendi elleri ile olmamıştı. Çünkü onların her ikisi de irşad için yolculuklar düzenleyerek halk arasında gezerlerdi. Bazen bu yolculukları iki ay, hatta daha uzun sürerdi. Amaçları, ulu Allah'ın onlar vasıtası ile insanları hidayete erdirmesi idi. Bana dediler ki: «Sen evinde otur, biz elde değnek insanları senin yanında toplar, Allah'ın izni ile kalabalıkları her yönden sana doğru akın akın sevkederiz.»?

Nitekim ulu Allah bütün köylerde onun aracılığı ile camiler ve medreseler kurdurmuş ve buralara imamlar tayin ettirmiştir. Bu imamların tümü onun yüce eşiğine bağlı idi. Böylece cemaatler, zikirler, hatmeler çoğalmış; halk arasında fitneler, kargaşalıklar, birbirini öldürmeler, soygunlar, zulümler ve hırsızlıklar ortadan kalkmıştır. Bu başarı her şeyden önce onun ihlası ve Allah'a sıdk ile yönelmiş olmasının sonucudur. Nitekim Peygamberimiz ?salât ve selam üzerine olsun? şöyle buyurmuştur: «Allah'a itaat eden kimsenin önünde her şey boyun eğer.»

Onun bir çok halifeleri, meşhur birer alimdi. Her biri bir yörede oturmuş, kendilerini halkı irşad etmeye ve ilim öğretmeye vermişlerdi.

Ahmed Haznevi hazretleri ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? muridleri terbiye etmek, eğitmek alanmda mahir ve hekim bir murşid idi. Öyle ki, çoğu kere emirlerini sadece işaretle verirdi. Birine bir hizmet teklif etmek isteyip de sözünün tutulmayacağından çekindiği takdirde bize «falancaya söyleyin de şu işi yapsın, ama sakın o işi yapmasını benim arzu ettiğimi ona açıklamayın derdi.» Niçin böyle davrandığını sorduğumuz zaman da bize şu cevabı verirdi:

?Sebep o kimseyi zarara sokmamaktır. Çünkü murid, şeyhinin açık emrine karşı geldiği takdirde kesinlikle edep dışına çıkmış ve zarara düşmüş olur.?
Bir başka huyu da şöyle idi: Eğer birine bir iş emretmiş, adam da emredilen işi titizlikle yaparak içinden «şeyhim bu işimi görünce benden razı olacak ve bana hayır dua edecek» diye geçirmiş ise derhal karşısına çıkarak ona kızar ve yapmış olduğu işteki kusurları yüzüne karşı sayardı. Öyle ki, adam riya ve gösterişe kapılarak amelinin sevabını yok etmek endişesi ile bir şey yapmaya teşebbüs etmekten çekinir ve pişman hale gelirdi.

Ayrıca muridlerinden herhangi biri bir edep kuralını çiğnediği takdirde yerine göre ya açıkça veya işaretle onu yaptığı edepsizlikten en kısa zamanda alıkordu. Nitekim yanından ayırmadığı halifesi MolIa İbrahim Kersevari şöyle bir olay anlatmıştır:

«Şeyh hazretleri, Hacc görevini yerine getirmek üzere Hicaz'a gittiği sırada kardeşi Molla Mustafa ile beni de yanında götürmüştü. Şeyh hazretlerinin bu kardeşi muridlerin çoğuna tarikat adabını öğretmişti. Bu yüzden ölünce Şeyh hazretleri onun hakkında ?MoIIa Mustafa'yı halifeler halkasına katamadığımdan dolayı üzgünüm. Kabiliyetinin kemaline ve istidatının yeterliliğine inandığım için ona halife olmasını teklif ettiğim halde teklifimi geri çevirerek kendisine böylesine ağır bir yük yüklememi rica etti. Çünkü aşırı tevazuundan ve kendini yetersiz gördüğünden dolayı, halifelik yükünü taşıyamayacağından çekiniyordu.? Demiştir.

İşte hakkında böyle konuştuğu kardeşi ile beni yanına alarak Hacc yolculuğuna çıkmıştı. Haremeyn sınırından içeri girdiğimiz andan itibaren hem Molla Mustafa'nın ve hem de benim kalblerimizi kırmaya başladı. Her gün bir veya birkaç kere bize kızıyordu.

Öyle olduk ki, hüzünden ve ağlamaktan dolayı hiç kimseyle oturup konuşamıyor, kendimizden, onun ha kızdı ha kızacak endişesinden ve sinirliliğinden başka hiç bir şey düşünemiyorduk. Bir yandan da Şeyh hazretlerinin bu tutumu yüzünden büyük bir şaşkınlığa kapılmıştık. Çünkü bizzat kendisi hacılara bir çok tavsiyeler yapıyordu. Bu tavsiyelerin başlıcaları, yol arkadaşları ile iyi geçinmek, onların verebileceği sıkıntıları sabırla karşılamak ve hiç kimsenin kalbini kırmamaktı. Bu tavsiyelerine rağmen bizzat kendisi bize karşı böyle davranıyordu.

Fakat Haremeyn sınırından çıkınca beni şefkat kokan bir ses tonu ile yanına çağırdı. Derhal koşarak yanına gittim. İçimden ?Elhamdulillah, belli ki bugün sinirli değil? diye düşünüyordum. Bana bir ibrik su getirmemi emredip önümüzde uzanan bir vadiye doğru yürümeye başladı. Derhal su dolu ibriği hazırlayıp arkasından yetiştirdim ve peşi sıra yürümeye koyuldum.

Vadiye varınca ansızın beni arkamdan tutarak yanağımdan öptü ve bana şöyle dedi: ?Ya Molla İbrahim! Senden hakkını bana helal etmeni istiyorum. Çünkü seni bu yolculuk sırasında çok hırpaladım. Bu yüzden şu ana kadar gözünün yaşı hiç dinmedi.

Vallahi, bu davranışın belirli bir hikmete dayanıyor. O hikmet de şudur: Kitapların yazdığına göre Hacc'ın sevabı, Hacc sırasında işlenen küçük bir günah yüzünden bile kaybolabilir. Ben de bu yolculuk sırasında sevabının günahlar yüzünden kaybolmasından çekindiğim için kendi derdinle meşgul olup günah işlemeye fırsat bulamayasın diye kalbini kırmaya koyuldum. Böylece seni üzerken kendi kendimi yaktım ki, sen helâke uğrayanlardan olmayasın. Yani kendimi arkadaşım uğruna feda ettim.»

Bu sözleri duyunca o kadar duygulandım ki, kendimi ağlamaktan alıkoyamadım ve bir yandan gözyaşı dökerken kendilerine şu cevabı verdim: «Ruhum sana feda olsun! Nasıl olur da benden helâllık istersin. Oysa sen benim şeyhim ve yetiştiricim olduğun gibi bu şaşırtıcı işi de benim iyiliğim için yaptın. Eğer bende bir hakkın varsa bir kere yerine bin kere helâl olsun.»
Kardeşi Molla Mustafa'nın yanına dönüp de durumu kendisine anlatınca «vallahi, bana da aynısını yaptı» dedi.

Şeyh hazretleri yüce himmete ve acayip tasarrufa sahip maharetli bir doktor olduğu gibi öyle bir hale geldi ki, Zikrullah'ı gördüğü zaman kendini herkesten aşağı görürdü.

Nitekim birkaç kere yanına girip de kendisini ağlarken görünce önce Üstad hazretleri tarafından üzücü bir şey duyduğu endişesine kapıldım ve kendisine «babacığım, niye ağlıyorsun?» diye sordum. Bana şöyle cevap verdi:

Bir yandan şu muhabbeti, şu cezbeyi, şu şevki, şu coşkunluğu, şu insanların her taraftan fevc hevc (kalabalıklar halinde) koşup bana gelişlerini görüp de bir yandan kendime bakınca ağlamamı tutamıyorum. Çünkü ben bu insanlar içinde benden daha hakirini, hatta kendim kadar hakir olanını göremiyorum. Buna rağmen bu sayısız ve hesapsız kalabalığın hidayetine sebep oldum. Bu yüzden çoğu zaman şu hadisin hükmünün -kapsamına girmekten korkuyorum:

«Ulu Allah, hiç şüphesiz, bu dini facir bir kimse aracılığı ile de destekler.»
Hadiste kastedilen kişilerden biri olmaktan, yani bu ümmet uğruna feda olmaktan çekiniyorum. Bu yüzdendir ki, bu nisbetin ortaya çıktığı andan beri Allah'a şöyle dua ediyorum: ?Ya Rabbi, eğer benim şahsıma yönelen bu muhabbet, bu cezbe ve bu insan kalabalığı senin rızana uygun ise, sırf senin uğruna ise onu devam ettir, yok değil ise en kısa zamanda bu durumu sona erdir.? Kâbe'de ve Ravza-i Mutahhara'da da aynı duayı yapmıştım.»

Görüldüğü gibi o her gün gelişme ve terakki yolunda idi. Nitekim onun sadık ve samimi bir dostu olan Muhammed Said Deyri şöyle bir olay anlatmıştır:
?Bir gece Hazne'de sohbetin bitiminden sonra Şeyh hazretleri ayağa kalktı ve (daha önce de adından sözedilen) meşhur halifesi Molla İbrahim'e su dolu bir güğüm getirmesini emretti. Bana da cübbesini çıkarıp vererek yürümeye başladı. Biz de arkasından gidiyorduk. Köyün merasının ortalarına varınca MoIla İbrahim'e yaklaştı, onu sıkı bir şekilde göğsünden tutup kendine doğru çektikten sonra kendisine «De ki: ?vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim?.» dedi. Molla İbrahim de «Vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim dedi.» Fakat Şeyh hazretleri onu tekrar aynı sertlikle kendine doğru çekerek kendisine yine «De ki; ?vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim?.» dedi. Molla İbrahim de ilk seferinde olduğu gibi; «Vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim.» diye cevap verdi. Üçüncü bir sefer olarak yine Molla İbrahim'e «De ki; ?vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim?.» dedikten sonra ondan üçüncü defa «Vallahi, billahi ve tallahi, sadece doğruyu söyleyeceğim» cevabını aldıktan sonra halifesine şöyle dedi: «Ey kardeşim Molla İbrahim, bende hiç bir münafıklık alameti gördün mü? Eğer bende bu alametlerden birini gördün ise bana söyle ondan vazgeçeyim.

Molla İbrahim bu sözleri duyunca hüngür hüngür ağlayarak kendisine «vallahi, billahi ve tallahi, sende hiç bir zaman evla olanın tersine hiç bir şey görmüş değilim.» dedi.?

Sayın okuyucu! Ahmed Haznevi hazretlerinin ?Allah (c.c.) ondan razı olsun? menkıbeleri sayısız ve hesapsızdır. Maksadımız ona karşı saygımızı ifade etmek ve onun yaşama tarzından haberdar olarak davranışlarını örnek edinmektir ki, bunun için bu kadarı yeterlidir. Bu yüzden menkıbelerin bu kadarını yeterli gördük.

Yoksa bu fakir Alauddin biliyor ve inanıyor ki, bu işin çok uzağındadır, bu meydanın suvarilerinden değildir. Fakat diğer bağlılar, aciz oldukları için değil, fakat sadece kendilerinin bildiği hikmetlere dayanarak bu işe el sürmeyince, bu fakir bütün zavallılığına ve yetersizliğine rağmen bu konuda adım atmayı yararlı gördü.

Çünkü o böylelikle bu menkıbelerin yokluktan varlığa çıkışına sebep olduğu gibi, elhamdulillah, bağlıları arasında hatasını düzeltecek ve kaleminin aşırılık ve eksikliklerini düzeltecek çok sayıda kimse vardır.
Efendimiz Muhammed'in ve O'nun sahabileri ile alinin üzerine salât ve selam olsun.
 
Şeyh İzzeddin'in (K.S.) Hayatı

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla



İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren iki bineğe benzeyen gece ve gündüz bineklerine binerek ahiret alemine gitmek üzere yola çıkar.
Her geçen gece ve gündüz onun ömründen bir miktar alıp götürür. Sonunda ömür tükenir ve yolculuk sona erer. Ahiret alemine bir geçiş olan ölüm tadılır.
İnsanoğlu ölüm ile ilahi hükme boyun eğer. Alevleri yükseldikten sonra gevşeyen ve sönen ateş misali, nefesleri tükenir ve yaşam alevi son bulur. Vazife gören organları ölüm yaklaştığında takatsiz ve hareketsiz kalır. Dünya aleminden Berzah alemine intikal eder.

i_1_k.jpg

Ölüm bütün yaratıkları kuşatır. Fakat ölümden ölüme fark vardır. Taşıdıkları özelikleri ve arkalarında bıraktıkları eserler yönünden insanların ölümleri farklı ve başka başkadır.

Bazıları ölünce arkalarında iyi ve övülen bir eser bırakmadıkları için hakikaten tek başlarına ölmüş olurlar ki gerçek fani oluş ve acı gidiş buna denir.
Bazıları ise ömür boyu uygun adımlarla ilerler, aklı selim ile hareket eder, çok geniş ve büyük hizmetler verir, kesintisiz gayret gösterirler. Övülen, güzel bir ruh haline ulaşınca hayatta ve dünyada pek gözleri kalmaz. Umduğunu bulduğu için, dünyadan kalben el-etek çeker, Allah'a kavuşur, huzur bulur ve bu şekilde ruhunu Allah'a teslim ederler.

i_2_k.jpg


İşte böyleleri yanlız ölmezler. Nasıl ki böylelerinin yaşamasıyla bir ümmet yaşıyordu, ölümleriyle de bir ümmet ölür. Alimin ölümü alemin ölümüdür. Fakat ölüm dahi onları unutturmaz.

Böyle şahsiyetlerin hatırası yaşatılmak istenir. Sözleri, ömür boyu dilden dile dolaşır, kıssaları sürekli anlatılır.

Bunlar gibi olanların ölümü esasen yeni bir hayattır ve intikali sanki ebedi bir yaşamdır. Nurlarını saçmaya devam ederler. Daima örnek gösterilir ve hiç unutulmazlar.

Şeyh Muhammed hazretleri (k.s.) der ki: ?Ey efendimiz, babamız, mürşidimiz! Sana söz veriyoruz ki sana karşı inşaallah vefalı olacağız ve yolundan, izinden gideceğiz. Üstün olan adabını tatbik edeceğiz . Geride bıraktığın kıymetli hatıralarını yaşatacağız. Nakşibendi-Haznevi Tarikatındaki nurlu talim ve irşatlar zaman duruncaya kadar devam edecektir. Ta ki gelecek nesillerin yoluna ışık tutsun ve onların önlerinde parlak bir kılavuz olsun.
Senin nurlu bedeninin içinde bulunduğu doğudan batıya bütün Müslüman ve Haznevi ecdadının ziyaretgâhı olan bu mübarek Markad-i Şerif bizim sığınağımız ve moral kaynağımız olacaktır. Zaman durdukça yolumuzun kılavuzu olacaktır.

Ey Şeyhimiz Cenab-ı Hak sana rahmet eylesin. Firdevs Cennetinde bizleri beraber kılsın. Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) bayrağı altında Nakşibendi büyüklerimizle bir arada toplasın.?

"İşte Allah'ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir." (Zumer suresi: 18)

Şanı yüce İslam ümmetinin tarih semasında, karanlık geceleri aralayan ve gecenin zulmetini kaldıran büyük ıslahatçıları, değerli alimleri vardır ki, yıldızlar misali yol gösterirler. Bunlar güneş gibidirler. Işık verir ve ısıtırlar. Nesiller boyu bu böyle devam edegelmiştir. Bu Allah?ın çok büyük bir nimetidir.

İlim direklerinden biri olan büyüklerden sayılan, ıslah edici, rehber, hidayetçi ve davetçi olan eşsiz dehaya, Şeyh İzzeddin hazretlerini (k.s.) anmak ve onun hatırasını yaşatmaya çalışmak aslında nimet verici olan Allah'a bir şükürdür.

İrşat semasında yüzen, şüphe bulutlarını izale eden ve kulların kalbinden günah damgalarını silen o parlak ve nurlu güneş her zaman aydınlatmaya devam edecektir.


i_3_k.jpg


Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) üstünlüğüne uzak-yakın dost ve düşman herkes şahitlik ediyor. Haznevi Şeyhi?nin (k.s.) tarikatı; dünden bugüne kadar salik ve alimlerin terbiye gördüğü bir kaynak olmuş ve inşallah bu şekilde kıyamete kadar da devam edecektir. Bu medrese ve bu sağlam kale; İslam ümmetine, ilmi ile amil olan ihlaslı, parlak, taşıdıkları ağır mesuliyetin şuurunda olan; dinlerine ve inançlarına karşı sorumluluk duygusunu bilen ve Efendimiz Hz. Muhammed'den (s.a.v.) ilham alan alimler sunmuş ve hediye etmiştir.

Binlerce gönül eri ve Hakk aşıkları, Şeyh hazretlerinin (k.s.); durgun ve safi pınarından, bitmek bilmeyen ummanından içmek için dergâhına geliyorlar. Bu sahifeler ve satırlar, parlayan ruhunun tecelli eden akisleridir.
Şeyh hazretlerine (k.s.) hürmet aslında insandaki o ilahi yönelişe ve kulluk boyutuna hürmettir. Eğer bu şekil kavrayış bize hakim olursa dünya daha güzel olacaktır.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) hatırasını yaşatıp yadetmek, ruh olgunluklarını, güzel ahlâklarını, kalb temizliklerini ve sırlarının safiyetini görmeyi ve ibret almayı sağlayacaktır.​


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (K.S.) HAYATINDAN KESİTLER

i_6_k.jpg


Şeyh İzzeddin El - Haznevi (k.s.) 1923 yılında Suriye'nin Kamışlı kazasına bağlı bir köy olan Hazne'de dünyaya geldi. Şeyh hazretlerinin pederi alisi ve validesi çok salih kimseler idiler. Şeyh hazretleri bu iki salih ebeveyninin kucağında büyüdü. Ailesinden aldığı terbiye hayatı için çok önemli bir başlangıç oldu.

Şeyh hazretlerinin babası, bütün dünyada şöhret bulan havas ve avam arasında meşhur olan Şeyh Ahmed El ? Haznevi (k.s.) hazretleridir. Valideleri ise; takva sahibi, gece namaz kılan, gündüz oruç tutan, Allah'a taat ve ibadetle yönelen bir hanımefendiydi. Şeyh hazretlerinin şerefli aile ve soyunun kökeninde ilim, takva, vefa, salah, temizlik ve nezaket vardır. Bu tahir ve temiz ailenin misali şu ayet-i kerimede belirtildiği gibidir: "Kökü sağlam, dalları göğe doğru olan, Rabbinin izniyle her zaman meyve veren bir ağaç misalidir.." (İbrahim Suresi: 24)

Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri ilk çocukluk dönemlerini babasının ve annesinin terbiye kucağında geçirmiştir. O zamanlar şerefli ebeveyni Suriye'nin doğusunda bulunan Kamışlı kazasına bağlı Telma'ruf köyünde idiler. İslami ve dini tahsillerini öncelikle akli ve nakli ilimlerde üstün bir otorite sahibi olan Allame Şeyh Ahmed El - Haznevi'den almışlardır.

Şeyh İzzeddin (k.s.) küçük yaşlarda Kur'an-ı Kerim'i okudu. Daha sonra kardeşleri Şeyh Ma'sum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte ilim tahsiline başladı. Arap edebiyatı kaidelerini çok güzel kavradı. Sarf, Nahiv, Belagat, adab vb. ilimlerde öylesine mesafe katetti ki zamanın Sibeveyh'i ve asrının müracaat edileni haline geldi.

Daha sonra Fars dilini ve bu dilin inceliklerini öğrenmeye başladı. Esaslarını, füru ve meselelerini kavradı. Mantık ilmini, meselelerini, kaidelerini bütün yönleriyle ele aldı.

Bunun akabinde Şafii mezhebi ile ilgili yazılmış fıkıh kitaplarını okumaya, usul ve füruunu, akli ve nakli yönlerini tahsile başladı. Kendi akranı olanları geçip adeta zamanın İmam-ı Şafii'si oldu. Yalnız bir ilmi değil birçok ilmi tahsil etti. Fıkıh, Nahiv, Edep, Tasavvuf, Belagat, Mantık, Ahlâk, Usul ilimleri: Arap ve Fars Edebiyatı v.d.

Bu tatlı ilim kaynağından doya doya içtikten sonra, babası Şeyh Ahmed El - Haznevi'nin marifet ve ilim deryasından; sarsılmaz azmi ve üstün zekası, âli himmeti ile cevherler ve eşsiz inciler çıkarınca, icazet almak şöyle dursun icazet vermek hususunda ehil olunca, pederi âlileri mübarek eliyle yazdığı icazeti ona vermiştir.

Üstün bir feraseti, kabiliyeti ve çok harika bir zekâsı vardı. Nasıl denizlerin hacmini ihata etmek, sırlarını keşfetmek zor ise, deniz misali olan bazı insanların da Allah'ın onların kalplerine ilka ettiği sırlar öyle çoktur ki onları bilmek ve anlamak çok zordur . İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) bu sır dolu zatlardan birisiydi.


İLİM ÖĞRENMEK ve ÖĞRETMEK HUSUSUNDAKİ RAĞBETİ ve TEŞVİKİ

Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) yalnız ilmi sahada derinleşmekle kalmamıştır. Şu mübarek hadis-i şerifin mânâsını ve ruhunu tamamen idrak etmiş ve yaşamıştır.

"Bu ilmi her nesilden adil (emin) olanlar taşır ve ilmi korurlar. Haddi aşanların (herhangi bir şeyi) değiştirmelerine müsaade etmezler. Yanlış yolda olanların kötü niyetlerini defederler cahillerin (uygun olmayan) te'villerini reddederler."
Şeyh hazretleri (k.s.) şuna inandı ki: Çok gayret etmek, meşakkatlere ve zorluklara tahammüllü olmak gereklidir. Bu yüzden Şeyh (k.s.) kendi rahatını terketti ve büyük bir ciddiyetle meseleye sarıldı.


i_7_k.jpg



Devamlı olan ruhi lezzetler uğruna, fani ve bedeni olan geçici lezzetleri terketti. Allah'ın indindeki nimetleri tahsil etmek için insanların yanındaki geçici lezzetlere göz uzatmadı. Allah (c.c.) şöyle buyurur: " İyi kişiler için Allah'ın katındaki (nimetler) daha hayırlıdır." (Al-i İmran Suresi ayet:19)
Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) mezun olduğu medresede ilim okuttu. Şeyh Ma'sum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte geceyi gündüze katarak ders okutmaya ve istifade etmek isteyenlere faydalı olmaya çalıştı.
İlmi neşretmek, faziletleri yaymak yolunda hiç bir şey esirgemedi. Çok alim yetiştirdi ki, bu alimler ilim dünyasının gökyüzünde parlayan yıldızları ve simaları oldular.

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilme çok değer veriyordu. İlim öğrenmenin ve öğretmenin gereğini daima vurguluyordu. Dini müesseseleri yapıyor, yaptırıyor ve akla hayala gelmeyen malları bunun için harcıyordu.
Bu medreselerin en barizi ve görkemlisi dini ilim merkezi olan Haznevi Medresesi?dir. Bu muazzam medrese Tel'maruf köyündedir. Bu medrese adeta İslam'ın bir kalesidir. Bir iman kaynağıdır. Şeyh (k.s) bu medreseyi kendi özel malından yaptırmıştır. Medresede ilim okutacak müderris kadrosunu kendi seçmiş, maaşlarını kendi malından tahsis etmiştir. Bu hizmetin devam etmesi için kendi malından pay ayırmış ve büyük bir meblağ ayarlaması yapmıştır. Bütün bunları yaparken istediği tek şey Allah'ın (c.c.) rızası olmuştur.

Medresede okuyan sayıları bin iki yüz (bugün iki bini aştı) olan bu öğrenciler ücretsiz ilim okuyor; medresede barınıyorlar. Yiyecek içecek her şey medreseye aittir. Şeyh (k.s.)'e aittir. Şeyh hazretleri gerek medreseyi yaparken ve gerek medreseye ve medresedekilere harcama yaparken hiçbir kimseden veya hiçbir kurumdan bir kuruş dahi yardım almamıştır.

Şeyh hazretleri ilim ve alimlerin kadru kıymetini, şerefini anlatmak için özel gün ve gecelerde örneğin; Cuma gecelerinde toplantılar, meclisler teşekkül ettirirdi. Onlara iltifat eder, onları ilme teşvik ederdi. İlim ve alimlerin faziletlerini ihtiva eden ayet ve hadisler okuyup anlatırdı.

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilim hakkında şöyle buyuruyordu: "Kim dünyayı isterse ilim okusun. Kim de ahireti istiyorsa ilim okusun ve kim de hem dünyayı, hem ahireti istiyorsa yine ilim okusun."

Şeyh Hazretleri (k.s.) ilim ile ilgili şu misalleri verirdi:
"Eğer burada aynı ana babadan olan birkaç kardeş bulunsa ve bu kardeşlerden biri büyük bir mertebe sahibi olsa. Birisi doktor, öbürü mühendis, öbürü aşiret reisi olsa. Diğeri de servet sahibi zengin biri olsa ve yine diğer birisi büyük bir makam sahibi olsa. Yaş itibari ile en küçükleri alim olsa ve bunlar bir meselede istişare etseler. Önemli bir konuda karar vermek isterseler görülecek ki, hepsi alim olanın ağzına bakarlar. Ve onun görüşüne müracaat ederler. Çünkü inanırlar ki, en kesin çözüm ve hayırlı netice alimin yanındadır. Bu arada kendi meslek, mertebe ve makamlarını unuturlar.

Allah'ın yücelttiği ilim makamını yüceltir ve ona son derece itibar ederler."
Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretleri, Hz. Ali (r.a.) efendimize nispet edilen şu beyitleri çokça okur ve terennüm ederdi: "Fazilet ilim ehlinin hakkıdır. İlim ehli hidayetli yol arayanlara hidayeti gösteren rehberlerdir."

"Kişinin kıymeti, bildiği şeydir. Cahiller ise ilim ehline düşmandır. Öyle bir ilim tahsil et ki, onunla daima diri kalır yaşarsın. Zira insanlar ölür; ama ilim ehli olanlar diridirler."


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİ (K.S.) İLMİ İLE AMEL EDİYORDU

Şeyh İzzeddin (k.s.) ilmi ile amel etmeye çok önem verirdi ve daima bunu tavsiye ederdi. Peygamber?in (s.a.v.) şu hadisini pek çok dile getirirdi: "Kim bildiği şeyle amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir." (Keşfulhafa C.2 S. 265.)

Zira ilmin semeresi (meyvesi) ameldir. Amelsiz ilim gayesiz bir vesiledir ve meyvesiz ağaca benzer. İlmi ile amel etmeyen alimden uzak olmanın gereğine işaret ediyor ve şu şiiri okuyordu:

"Eğer ilim ile takva yoksa o ilimde hayır yoktur.
Eğer takvaya cehalet hakim ise o takvada hayır yoktur."
Şeyh hazretleri ilmi ile amel etmeyen alimlerden sakınmanın gereğini, şu kıssayı anlatarak vurguluyordu: ?Alimin birisi kumsal bir yerde sırtüstü uzanan ve insanları aldatmaktan vazgeçen bir şeytan görür ve ona sorar: ?Görüyorum ki sen insanları aldatma ve kandırma görevini yapmıyorsun. Niçin?? Lanetlenmiş şeytan der ki: ?Bu işi benim yerime yapacak halifelerim var.? Alim tekrar sorar: "Halifelerin kimlerdir?" Şeytan der ki: " Onlar İlmi ile amel etmeyen kötü alimlerdir."

Şeyh İzzeddin hazretleri şöyle buyurdu: ?Babam Şeyh Ahmed El -Haznevi (k.s.) bize ilim ile amel etmeyi emrederdi ve bizi teşvik ederdi. Ne bana ne de Şeyh Alâaddin'e (k.s.) ilimden ayrı kalmamamız için her hangi bir iş ve hizmet emretmezdi. Talebelere ders vermemizde bir aksaklık olmaması için bazı işleri bizzat kendisi yapardı. Onu böyle gördüğümüzde: "Ne olur biz yapalım." diye çok yalvarıyorduk ve istirhamda bulunuyorduk. Şeyh Ahmed El - Haznevi (k.s.), ilim ile uğraşmaya mani olacak hiç bir şeye müsaade etmez ve müsamaha göstermezdi.



HAZNEVİ - NAKŞİ TARİKATININ GÜZELLİKLERİ HAKKINDA ŞEYH
İZZEDDİN HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ

Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Bil ki Nakşibendi Tarikatı (Allah kudretiyle onu muhafaza buyursun), sahabenin (Allah cümle ashabdan razı olsun) çoğunun yaşayışını esas alır. Bu tarikat asliyetini ve safiyetini geldiği gibi koruyor. Bu tarikatta ilave olmadığı gibi ondan bir şey de çıkarılmamıştır.
Bu tarikat bütün hal ve hareketlerde adet, ibadet ve muamelelerde Allah-u Tealâ'ya karşı bir huzur içerisinde, bidat olan şeylerden ve ruhsatlardan uzaklaşarak kâmil bir azimet ve sünnete bağlılık içinde zahiren ve bâtınen Allah'a karşı olan kulluğun devamlı olmasından ibarettir.

Bu tarikatta en büyük vasıta Sıddık-ı Ekber olan Ebu Bekir Sıddık (r.a.)'dır. Tarikatın iki rüknü vardır. Bu iki rükün kime nasip olduysa o kimseye sanki bütün üstünlükler ve hayırlar nasip olmuştur. Bunlardan birincisi: Hz. Peygamber'e (s.a.v.) kemâl derecesinde ittiba etmek. İkincisi ise: Kâmil olan Şeyhe sevgidir.

Yine Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Allame İbn-i Hacer El- Haytemi Fetava-ı Hadissiyye isimli kitabının sonunda Nakşibendi tarikatından bahsederken der ki: ?Sofilerin cehaletinden uzak ve selim olan tarikat yüce olan Nakşi tarikatıdır.? Bu büyük alimin bu şehadeti bu tarikat hakkında şehadet olarak kafidir.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) şöyle buyurdu: ?Apaçık ve tecrübe ile sabit oldu ki, Tevhid derecesine ulaşmak için müride en yakın ve kalıcı olan tarikat Nakşi tarikatıdır. Çünkü bu tarikatın aslı tasavvufa ve Peygambere varis olan mürşidin terbiyesine dayanır. Müridin nezdindeki seyr ve sülûke cezbe mukaddimdir. Bu tarikat şu mubarek sözde ortaya çıkar: "Allah göğsüme neyi koyduysa ben de onu Ebu Bekir'in göğsüne döktüm." (Hadis-i Şerif)
Bu üstünlüğün mimarı bu incilerin vasıtası Hz. Ebu Bekir'dir. Sünnete ittiba, bidattan uzaklaşma, azimetle amel, rezil işlerden uzaklaşma, fazilet ve ahlâkın güzellikleri ile süslenmeyi şiar edinmiştir.

Şeyh hazretleri (k.s.) şöyle buyurdu: ?Batın ilmini öğrenmek bazı insanların kurtuluşuna sebep olurken, diğer bazılarının helak olmasına sebep olur. Selim bir kalbi olmayan kimseye seyr ve sülük, muamele adabını öğrenmek farz-ı ayındır. Bu hakikat, hem önce gelen hem sonradan gelen alimlerce sabit olmuştur.?

?Allame İbn-i Hacer'in Tuhfet-ul Muhtaç kitabı gibi kaynak kitaplar derler ki: ?Selim bir kalb sahibi olmayan herkese kalb hastalıklarının ilacını, kibir, ucb, riya vb. öğrenmesi farzdır. Fakat bu ihtimal farz-ı kifayedir. Tıp ilmini öğrenmenin farz-ı kifaye olduğu gibi.?

?Gaye isimli kitabın şerhinde Şafii alimlerinden Hatip Eş-Şirbini şöyle der: ?Taharet; vacip ve sünnet diye ikiye ayrılır. Vacip ise bedeni ve kalbi diye ikiye ayrılır. Kalbi taharet; haset, ucb, kibir gibi. İmam-ı Gazali der ki: ?Kalbi taharetin haddini, sebebini ve ilacını bilmek farzdır.?

?En kötü ucb (kişinin kendini beğenmesi), kişinin hatalı görüşünü beğenmesidir. Üstelik bu görüşüyle sevinir, ısrar eder; kimsenin nasihatini kabul etmez, herkese hor bakar. Cenab-ı Allah buyuruyor ki: "De ki (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi ?" (El-Kehf: 103-104)


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN ŞAHSİYETİ ve BAZI SIFATLARI

Şeyh hazretleri (k.s.) orta boylu idi. Kısadan uzun, uzundan kısa idi. Heybetli, celâletli ve vakarlı idi. Onunla ilk görüşen ondan heybet kapar ve ürkerdi. Bu ise Hz. Peygamber'e (s.a.v.) iktida etmesinden kaynaklanıyordu. Fakat onunla ilk görüşen ve ürperen insan onunla konuştuktan ve ünsiyetten sonra bu hali unutur, korkusu sevgiye dönüşürdü. Onunla ünsiyet ve mücaleseden tatlı sözlerinden çok haz alır rahatlardı.

Birisi ona bir soru sorsa sorusunu en güzel şekilde cevaplandırır, cevabın anlaşılmasını kolaylaştıran misaller verirdi. O kişi Şeyh'in (k.s.) meclisinden ayrılırken mutlaka ikna olmuş bir vaziyette ayrılırdı. Ömer'in cesareti, Hatem'in cömertliği, Ahnef'in hilmi ve İyas'ın zekâsı onun için biçilmiş kaftandı.

Şeyh İzzeddin (k.s.) sorulan bir soruya Allah'ın kitabından, Hz. Peygamber'in hadislerinden, sahabeden günümüze kadar gelip geçen İslam ümmetinin alim ve salihlerinin üzerinde ittifak ettikleri meselelerden cevap verirdi.​


ŞEYH HAZRETLERİNİN (K.S.) MARİFET ve HİKMETLERİNDEN ESİNTİLER

Şeyh hazretleri şöyle buyurdu: ?Kalb hastalıkları içinde hasetten daha zararlısı yoktur. Alimleri tehdit eden afetlerin en büyüğü de budur.
-Bir baba kendi çocuğunun kendisinden üstün olmasını istediği gibi ruhi (manevi) bir baba olan mürşid de kendi müridinin kendisinden üstün olmasını ister.

-Muhabbet, istifade etmenin mıknatısı (cazibesi)dir.
-Güneşe baksanıza çok büyük olduğu halde ince bir bulut tabakası onun önüne geçti mi hizasını gölge yapar.

Şeyh İzzeddin hazretlerinden (k.s.) olağan üstü bir iş sadır olduğu zaman diyordu ki: ?Benim kerametim yoktur. Ben bunu, Allah'ın bana verdiği akıl ve ferasetle bildim.?

-Mürid tavus kuşu gibi olmalıdır. Daima siyah ön ayaklarına bakmalıdır. Rengârenk olan tüylerinin güzelliğine aldanmamalıdır. Bu güzellik kendisinden olmadığı gibi onu ucb ve fitneye de sürükler.

-İnsanın gücünü aşan kahredici düşünceler mürid olan kimseye zarar vermiyor ise de ondan dolayı istiğfarda bulunmak gereklidir.
- Allah (c.c.) Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hatırı için zahiri meshi (dış değişmeyi) Ümmet-i Muhammed'den kaldırmıştır. Eski ve geçmiş ümmetlerden biri günah işlediği zaman; domuz, maymun veya köpek suretine girerdi. Bu dış mesh (değişme) bu ümmette yoktur. Yalnız manevi mesh (iç değişme) hala vardır. Bu manevi meshin iki belirgin alameti vardır. Vaaz-ü nasihatten müteessir olmamak, yapılan günahlardan pişman olmamak ve müteellim olmamak.

- Allah korkusu kalbe girince (yasak) olan şehvetleri yakar ve o kalbde dünyaya istek kalmaz.

Şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz kılan birisinin namazda iken azaları ile oynadığını görür ve şöyle buyurur: "Eğer bunun kalbinde huşu olsaydı, organları da kalbe bağlı olarak huşu içinde olur, haşyet duyardı."


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (K.S.) ÖNEMLİ BAZI HUSUSİYETLERİ

i_5_k.jpg

Şeyh hazretleri mutasavvıf olan bir fakih, ilmi ile amel eden bir alim ve insanları hikmet ile irşad eden bir mürşid idi. Öyle bir şahsiyetti ki, şeriat ve tarikatı cemetmişti. İnsanları dine davet ederken dinin güzelliğini, tarikatın mükemmelliğini izhar ediyordu.

Şeyh İzzeddin (k.s.) avamın ve havasın arasında İslam'ı yaydı. Onun adabını öğrenmek ve tarikatına girebilmek için guruplar halinde insanlar akın akın yanına geldiler. İrşad ve kulları ıslah için: gayret, kâmil bir rüşd, kuvvetli bir akıl, geniş bir göğüs, üstün bir ahlâk, sâfi bir nefs, isabetli bir görüş ve hüsnü niyet gereklidir. Bütün bunlar ancak şehvetlerin zayıflayıp yok olması, nefsin belirli desiselerden, çirkin hasletlerden kurtulup safa bulması ile mümkündür. İşte Şeyh hazretlerinin irşadının başarı sırrı budur; kemâli bu zaviyedendir. İnsanların kalblerini bu sır ile kazandı; onların derinliklerine bu sır ile girdi; hislerini ve şuurlarını böyle uyandırdı.


Şeyh hazretleri büyüklere hürmet eder ve onları yüceltirdi. Küçüklere merhamet eder, atıfta bulunurdu. Her insanı layık olduğu makamda görür, herkese aklına ve idrakine göre muamele ederdi. Adil, insaflı ve her hak sahibine hakkını veren, nereden gelirse gelsin hakkı kabul eden ve haksızlıktan uzak olan bir müslüman için üstün bir misal teşkil ediyordu.

Şeyh hazretleri çok gayret sahibi idi. Haklı ve mazlum olan gayri müslimin hakkını müslümanlardan alırdı. Kim olursa olsun insanlara zulüm etmemeleri için müslümanları ikaz ederdi. Madem insanlar aynı yer küresinde yaşıyor, aynı toprakta iskân ediyorlar, o halde birlik ve beraberlik içinde olsunlar diye uğraş gösterirdi

Sıdk, doğruluk, ihlas, nefs safiyeti, vicdan temizliği, doğru söz söylemek gibi hususlarda önder bir şahsiyet idi. Derin düşünceli, görüşü isabetli, insanların gönüllerine nüfuz eden, onların konuşup söylemek istediklerini hemen kavrayan bir özelliğe sahipti.

Dış görünüşe aldanmazdı. Hiç bir hal ve durum ona karışık gelmezdi. Şeyh İzzeddin'nin (k.s.) sıdk-u ihlası ve kalb safası; müridlerin ona uymalarının ve emrini dinlemelerinin sırrı idi.

Şeyh hazretlerinin metodu terbiye ile dopdoluydu. Bu yönden tarikatın müceddidi sayılmaktadırlar. Bu anlayışı kendine tabi olanlara ve müridlerine de aşılamıştı.

Şeyh hazretleri yüklendiği bu emaneti sadece yakın akraba ve etrafına tebliğ etmekle kalmamış, İslam dünyasının her köşesine, Avrupa ve Arap memleketlerine kadar ulaştırmıştır.

Gittiği her yerde izzet ve ikram ile karşılanırdı. Renkleri farklı, ayrı dillerden muhtelif insanlar onun etrafında toplanıyorlardı. Hikmetli sözlerinden, tatlı pınarından istifade ederlerdi. Şeyh?in konuşmaları, dinleyenlerin kalbine ve kalb derinliklerine nüfuz ederdi.

Dinleyenler onun iksir misali sohbetini işittiklerinde ona intisap edip tarikatına girmek ve biat etmek isterlerdi. Bunun yanı sıra takvanın lezzetini, imanın halavetini tadarlar ve geçmişte yaptıkları hatalardan rucu eder, tevbeyi gerçekleştirirlerdi. Aklen ve fikren uyanırlardı. Ona tabi olanlar; İslam?ı anlayan, aslına inen, kıymetlerini kavrayan, fiilleriyle, sözleriyle, ahlaklarıyla birer mü?min olarak İslam?ı yaşarlardı. Bu yüzden her yerde kalabalıklar halinde insanlar aşk ve şevk ile tarikatına koşuyorlardı. Nefsini tasfiye eden, Allah'a adayan bu üstün insandan gördükleri ihlas sebebiyle; ciddiyetle, sevgi ve atılganlıkla tarikata giriyorlardı.

Şeyh hazretleri art niyetlerden uzaktı. Sözleri senetti. Edep, marifet ve hakikat talipleri bu senede dayanır ve itimat ederlerdi. Hâl ve hareketleri vaaz-u nasihatleri nesillere ibret oldu ve tesir etti.

Şeyh hazretleri; fikri derin, aklı güçlü, görüşü keskin bir şahsiyetti. Tercihi ve görüşü isabetli, tedbiri güzel ve keskin zekâlıydı. Daima doğru bir feraseti ve şaşmayan tespiti vardı, zekâda bir dahiydi.

En büyük özelliği iyi niyet sahibi olmasıydı. Her şeyi Allah için yapardı. Bunu daima ön planda tutar, niyetsiz bir tek kuruş harcamazdı.

Tasavvuf kitaplarını pek çok mütalaa ederdi. Kitap hiç elinden düşmezdi. Okumaya başladığı kitabı sonuna kadar okur, bitirir ve o zaman yerine koyardı.​


TARİKAT ADABI HAKKINDA ŞEYH'İN (K.S.) SÖZLERİNDEN ESİNTİLER

Allah'a hamd, Peygamber'e (s.a.v.) salâtu selâmdan sonra şöyle buyurdu: ?Nakşibendi tarikatı -ehlinin sırrını Allah pak eylesin- edeplerle ve yüksek terbiye ile dopdolu bir tarikattır. Bu edep ve terbiyeden biri nefsi kırmaktır. Zira kötülüğü emreden nefs Allah'a düşmandır. Bu nefs Allah'ın buğzettiği her şeyi seviyor, razı olduğu her şeye de buğzediyordu. Müride yakışan kötülüğe teşvik eden bu nefsi kırmaktır. Çünkü bu nefis kırıldıkça insan yükseklik ve izzet kazanır.

Bunu yapabilmenin yollarından birisi şudur: Kişi kendi nefsini bütün insanlardan daha hakir ve düşük görmelidir. Eğer böyle inanır ve görürse rahat yaşar, müteellim olmaz. Kendine pay ayırmayan veya aramayan, kimse ile münakaşa ve düşmanlık yapmaz. Kendi mecrasında akan ve temas ettiği her şeye hayat veren, gülleri, çiçekleri ve çeşit çeşit ekinleri canlandıran, canlıların ilacı, meyvesi, gıdası ve lezzet olan bitki ve ekinleri yeşerten su gibi olur.

Mürid kendine pay ayırmamalı ve düşünmeli ki bu pay imtihan içindir ve ne lüzumu vardır? Malı olduğu için şeref ve üstünlük taslıyorsa, bazı gayri müslimlerin malı haddi hesabı bilinmeyecek kadar çoktur. Eğer güçlü olduğunu iddia ediyor ve bundan dolayı üstünlük taslıyorsa; deve, fil gibi bazı hayvanlar ondan daha güçlüdür. Eğer bilgili olduğundan dolayı üstünlük taslıyorsa şeytan ondan daha bilgiliydi. O zaman fazilet ve şeref, nefsi kırmakta, zelil etmektedir. İşte o zaman nefs Allah'ın kendisinden istediğini vermiş olur.

Şah-ı Nakşibend (k.s.) şöyle buyurdu: ?Müslümanların en aşağısı olan kimseden daha üstün olduğunu iddia eden kimse daha tarikatın kokusunu bile koklamamıştır. Çünkü yükseklik ve üstünlük tevazu ve merhamet ile ölçülür.?

Allah (c.c.), Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ashabını methederken şöyle buyuruyor: "Beraberinde bulunanlar; kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." (El-Fetih Suresi: 29)

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah mütevazı olanı yüceltir." Tevazu Allah için olduğu zaman faydalıdır. Zengine zengin olduğu için, mertebe sahibine mertebesi için, güçlü olana gücü için gösterilen tevazu zararlıdır ve dini zayıflatır. Allah'a olan inanca menfi mânâda etki eder. İşte böyle yanlış bir tevazu insanı helak eder; yapılan amelleri boşa çevirir. Bunu söylerken şunu da unutmayalım: İnsanın tevazusu, onu iyiliği emretmekten ve kötülüğü nehyetmekten alıkoymamalıdır ve bu dereceye ulaşmamalıdır.
Dine muhalefet edenle mücadele edilmeli, bu mücadele bu muhalefetin kalkması için olmalı, o insana düşmanlık için yapılmamalıdır. Doktor hastayı ameliyat edip karnını yararken hastaya acı vermek için değil, hastalığı tedavi için bunu yapmalıdır.

Allah yolunda cihad eden kimse, mücadele ettiği kimselerden kendini daha aşağı kabul etmelidir. Çünkü sonu ve akibeti meçhuldür. Kimin nasıl olacağı belli değildir.

Nasihate muhtaç kişi bazen tevbe eder. Allah tevbesini kabul eder. Nasihat eden ise -Allah korusun- Allah'ın emrinden çıkar, yanlış yola girer ve sapıtabilir.

Şeyh (k.s.) şöyle buyurdu: "Gafleti yok etmek lazım. Gafletten kurtulmak ve sefaletin kökünü kurutmak lazım. Zaten tarikatın faydası ancak gafleti yok etmekle olur." Peki gaflet nedir? Gaflet nefsin çeşitli düşünceleri ve kalbin vesveseleridir. Kalbin dolaşması, kayması, kişinin başkalarıyla münakaşa ve husumet yapması, dine uygun düşmeyen alış-verişler ve insanı Allah'tan uzaklaştıran her fiildir. İnsan gafleti bertaraf ettikten sonra iki hususa son derece dikkat etmelidir:

BİRİNCİSİ: Daima kalbini kontrol etmesi lazımdır. Sanki kalbi durmadan ?Allah, Allah, Allah? diyor. Sanki kalbinde ağız ve dil varmış gibi bu dil ve ağızdan Allah'ı zikrediyor. O takdirde bu beden bu zikrin tesiriyle titrer ve sağa sola harekete geçer. Kişinin belli bir zaman zikredip, diğer zamanlarda unutması yetmiyor. Daima Allah'ı zikretmelidir. Tuvalette, yatarken, yürürken, münasebet esnasında kısaca her hal-û kârda ve her an Allah'ı zikretmelidir. İşte yarışmak isteyenler böyle bir huzuru yakalayabilmek için yarışmalıdırlar.

İKİNCİSİ: Kişi kendini her zaman Cenab-ı Hakk'ın gölgesinde görmelidir. Aynı zamanda Allah'ın velilerini de sevmelidir. Nakşibendi büyükleri, insanın zahiri meyletmesi ile yetinmezler. En üstün mertebe ne ise ona teşebbüs etmeli ve daima kalbi ile Allah'ı zikretmelidirler.

Biz bizden istenen şeyleri yapmıyoruz. İstenilenden uzağız. O şuuru yaşamıyoruz. Allah şöyle buyuruyor: "Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın." (Kehf Suresi: 18)


VERA ve TAKVASI

Şeyh İzzeddin (k.s.); bütün nefeslerini ?takva takva? diye alıp veren, takvaya teşvik eden, ona; insanları davet eden ve muttaki bir nesil yetiştirmek için bütün imkanlarını seferber eden gayretli bir şahsiyetti. Bunu yaparken her şeyini feda ederdi ve kimseden dünyevi bir yardım istemezdi. Tabir-i caiz ise katılık icap ederse katılık cenahını sergilerdi. Talebelere karşı halim-selim olmak gerekiyorsa öğle olurdu.

Gerek kendisi ve gerekse yetiştirdiği talebeler ve alimler, irşat ve ilim öğretmeye karşılık asla hediye kabul etmezlerdi. Çünkü o bu hizmetinin karşılığını yalnızca Allah'tan beklerdi. Hediye küçük-büyük, kıymetli- kıymetsiz kabul etmezdi.

Bir gün şöyle bir hadise vuku buldu: Şeyh İzzeddin (k.s.) Rakka şehrinde irşat görevini ifa ederken yanında olan ve onunla dolaşan birisi vardı. Bu kişi fakir idi ve üstü başı eski idi. Hava soğuk, mevsim kış idi. Rakka'lı birisi bu adama acıdı ve ona üşümesin diye bir ceket vermek istedi. O fakir kişi Şeyh hazretleri ile irşad görevinde olduğundan cekete ellememek ve ona dokunmamak için bağırdı ve yılandan kaçar gibi kaçtı. En muhtaç olduğu bir anda bakın nasıl davrandı. Sonra fakir kişi öbür adama dedi ki: ?Senden bunu almamamın sebebi şudur: Ben Şeyh (k.s.) ile irşattayım, tarikatın adabı buna engeldir.?

?Allah'a yemin ederim ki, kişinin hayatı ilim ve takva iledir.
Eğer bu ikisi yoksa kişinin şahsiyetinin pek kıymeti yoktur.?

Şeyh buyuruyordu: ?Bir mürşidin birçok talebesi vardı. Bunlardan birisini hepsinden daha çok severdi. Diğerleri bu sevgiyi kıskandılar ve onu çekemediler. Bu mürşid talebelerinin hasedini ve çekememezliğini anladığından onları denemek kastıyla dedi ki: ?Herkes bir kuş ve bir bıçak alsın ve kuşunu kimsenin görmediği bir yerde kessin.? Herkes kuşunu kesip getirdiği halde bu çocuk kuşunu kesmeden geldi. Hocası sordu: ?Niçin kuşu kesmedin?? Çocuk dedi ki: ?Siz kimsenin görmediği bir yerde kesin dediniz. Nereye gitsem Cenab-ı Hakk'ın beni gördüğünü ve hiç bir yerin ve şeyin ona gizli olmadığını gördüm. Onun için kesemedim.?

Mürşid öğrencilere döndü ve dedi ki: ?İşte bu murakabe ve anlayış sebebiyledir ki bu çocuğu sizden daha çok seviyor ve size takdim ediyorum.
Şeyh hazretlerinin (k.s.) tavkası dillere destan idi. Öyle ki hiç bir şüpheli şeye yanaşmazdı. Küçüklükten beri ihtiyatlı idi. Şeyh İzzeddin (k.s.) kelimenin tam manası ile salih idi. Vera ve ihtiyat sahibi idi. Allah'a çokça ibadet eden bir abid idi.

Şeyh hazretleri (k.s.) asla boş kalmazdı; ya ibadet ederdi, ya kitap okurdu, ya Allah'ı zikrederdi, ya da sadaka veya namaz ile veyahut insanları irşat ile, talim ve terbiye ile insanların ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olurdu.
Çok vera sahibi idi. Çok ağlardı ve gözleri daima yaşlı idi. Hiçbir dünyevi makamı ne kendisi ne de evlatları için arzu etmezdi. Makam ve mevki için uğraşmazdı.


ŞEYH HAZRETLERİNİN (k.s.) İSTİKAMETİ ve PEYGAMBERİN (s.a.v.) SÜNNETİNE BAĞLILIĞI

Şeyh İzzeddin (k.s.) istikamet üzere olmayı, kendine hem yol hem de prensip edinmişti. İstikamete uyan bir işi alıp kabul ediyor, uymayanı reddedip terkediyordu.

Şeyh Hazretleri (k.s.) yanlış olan işe buğzeder, asla kabul etmezdi. İstikameti severdi. Şeyh hazretlerinin bu uygulaması: "Emredildiğin gibi dosdoğru ol" (Hud Suresi: 112) ve: "Allah'ım bizi dosdoğru yola ilet" (El - Fatiha Suresi: 6) ayeti kerimelerinin kendi alemindeki yansımaları idi.
Şeyh hazretlerinin en büyük gayreti ve çabası, insanların dine sarılmaları ve Peygamberin (s.a.v.) sünnetine tabi olmaları idi.

Şu hikâyeyi daima anlatırdı: ?Bir şeyhin talebeleri vardı. Bunlardan birisini çok severdi ve onu diğerlerine takdim ederdi. Diğer talebeler bundan müteessir oldular. Şeyh efendi bu öğrenciye fazla iltifatının sebebini anlatmak istedi. Bir caminin yanında idiler. Şeyh efendi hepsine camiye gelin girin diye emretti. Hepsi önce sol ayaklarını camiye atarak girdiler. Sevdiği öğrenci ise önce sağ ayağını camiye atarak girdi. Şeyh ikinci kez emretti: ?çıkın.? O sevdiği hariç diğerleri önce sağ ayakları ile çıktılar. O talebe ise önce sol ayağını çıkardı. Bunu gören şeyh dedi ki: "İşte bu öğrenci benimdir, sizinle her hangi bir alakam yoktur." Bakınız sünnete tabii olduğu için şeyh efendi ona nasıl iltifat etti.

Şeyh İzzeddin (k.s.) bu hikaye ile şu sonuca varmak istiyordu. Hakki bir mürşidin gayesi, insanların dine sımsıkı sarılmaları ve Peygamber'in (s.a.v.) sünnetine tam uymalarıdır. Yoksa gaye etrafında çok insan toplama değildir. Şeyh (k.s.), Hz. Peygamber'in sünnetine sımsıkı bağlı idi.

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kim ölmüş bir sünneti ihya ederse elli veya seksen şehid ecri vardır."

Şeyh hazretleri (k.s.) bidatlardan ve dine uymayan şeylerden son derece sakınırdı ve derdi ki: ?Bunların olduğu yerde tarikat ölür ve söner. Çünkü tarikatın varlığını sürdürebilmesi sünnet ile amel etmek ve bidatları terketmekle mümkündür.

Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) tarikat-ı aliyyeyi dünya menfaatlerine alet etmediği gibi başkalarının da alet etmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Kendi menfaatlerine kullanmaya çalışanlara hiç taviz vermiyordu. Bu anlamlı metodu yaşayıp yaşatmaya çalışıyordu. Müslümanların bu gibi şahıslara aldanmamaları için kendi mesuliyetinin gereği olarak onları defalarca ikaz ettikten sonra bu gibi art niyetli ve sünneti yaşamayan insanları ilan ederek şerlerine son veriyordu. Sünneti ve sünnet ehlini korumak ve bidatlarla mücadele etmek onun asli metodu idi.


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİNİN (k.s.) MENKIBELERİ ve SİRETİ

Şeyh hazretleri (k.s.) onu dinleyen insanların kalbine tarikatın hak olduğunu, dini ve dinin adabını yaşamanın Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlâkını yaşayabilmenin en büyük vesilesi olduğunu vurgular ve bu fikri sürekli aşılardı.

Makam sahibi veya sorumlu birisine bu tarikatın adabını ulaştırmak istediği zaman zahiri bir sebep bulur mutlaka ona ulaşırdı. Ona dinin ve tarikatın adabından mümkün olduğu kadar bahsederdi. Şeyh Hazretleri (k.s.) Meşfa eş-Şami Şam hastanesinde yattığı günlerde bu hastaneye her tabaka ve sınıftan o kadar ziyaretçiler geldi ki bu olay herkesin dikkatini çekti. Hastane sanki bir medrese oldu. Doktorlar, ilgililer ve herkes dinin ve tarikatın adabını öğrenmeye başladı. Bu olay Şam'da büyük yankı uyandırdı. Şeyh hazretleri (k.s.) hastaneden çıkarken şöyle diyordu: ?Allah'a hamd-ü senalar olsun ki Şam halkı Haznevi Tarikatının hakikatini, müridlerin Şeyhlerine olan sıdk ve ihlasını, müridin; mürşidin sevgisine maldan, evlattan, akrabadan daha çok değer verdiğini bizzat gördüler.?

Şeyh İzzeddin?e (k.s.) , kendi geçimini kendi temin ettiği gibi, misafirlerin, bazen sayıları on binleri aşan ziyaretçilerin dergâhta daimi kalan ve şimdi sayıları iki bine ulaşan öğrencilerin, hergün sayıları dört yüzü bulan misafirlerin iaşelerini de temin ediyordu.

Bütün bu ihtiyaçları kendi malından karşılıyordu, Allah'tan başka hiç kimseden hiç bir şey kabul etmiyordu. Bu infak ve harcama yorulmadan, usanmadan, başa kakmadan, öf bile demeden seksen küsür yıldır devam etmektedir.
Bu yüzden görüyoruz ki uzaktan yakından her yoldan insanlar gelip onun tarikatına giriyorlar. Suriye'den, Türkiye'den, Amerika, Avrupa ve daha başka ülkelerden insanlar işlerini güçlerini terkedip geliyorlar; Şeyh'in (k.s.) dergâhında o safi, temiz, manevi pınardan su içmek ve tevbe etmek için, günahlardan vazgeçmek için ve iyi işler yapmak , Allah'a taat ve ibadet için gelip Allah'a söz veriyorlar.

Şeyh hazretleri (k.s) dinin bütünü ile meşgul oluyor ve buna çokça ihtimam gösteriyordu. Bütün işlerinde ve sözlerinde ihlas ve hüsnü niyete dikkat ediyor ve diyordu ki: ?Kişi yaptığı işlerde son derece ihlasa riayet etmelidir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Halbuki onlar Allah'a onun dininde ihlas (ve samimiyet) ten başkasıyla emrolunmamışlardı." (Beyyine suresi: Ayet 5) Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Ameller niyetlere göredir. Herkese niyetinin karşılığı vardır."

Meşhurdur ki Şeyh (k.s.) niyetini salih etmeden hiç bir şey yapmaz ve hiçbir şey söylemezdi.

i_4_k.jpg



Çok ülke gezdi. Oralarda da vaaz ve irşad eyledi, hareketiyle binlerce insan günah bataklıklarından kurtuldu. Onlara sahih imanı ve İslam?ı anlattı. Allah'ın kitabına ve Peygamberin sünnetine nasıl sarılmaları gerektiğini gösterdi. Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) sünnetine son derece bağlıydı. Daima dinde en kuvvetli olanını alırdı. Eğer bir meselede bir kaç görüş varsa en üstününü seçerdi.

Tarikatın adabına bağlıydı. Adaba uymayan şeylerden sakınırdı. Hatta şöyle buyurdu: ?Bir defa Şeyh Ahmed EI-Haznevi (k.s.) alimleri topladı ve kızarak onlara dedi ki: ?Tarikatta meydana gelen bidatlardan siz sorumlusunuz. Çünkü siz adabı tam öğretmiyorsunuz, onlar ise zaten bilmezler.?
Şeyh İzzeddin (k.s.) misafirlerle çok ilgilenirdi. Yemeklerine dikkat ederdi. Bazen fırına gider ve çıkan ekmekte bir kusur var mı diye kontrol ederdi. Eğer ekmek hamur veya iyi pişmemiş ise hemen fırıncıyı ikaz ederdi. Bazen mercimek çorbası tabaklara dökülürken hazır olur ve derdi: ?Daha başka çeşitli yemekler veremiyoruz; zira misafirler çok Allah'a hamd olsun.?
Şeyh hazretleri şöyle buyurdu: ?Allah'ın her nimetine şükrediyorum. Babam üç hasletten dolayı Allah'a hamd ederdi. Ben de aynı şekilde Allah'a hamd ediyorum.

Birincisi: Hiç bir fakiri boş çevirmedim.
İkincisi: Hiç kimseden herhangi bir mal istemedim.
Üçüncüsü: Şeyh hazretlerinin (k.s.) dergâhı hiç bir zaman talebesiz kalmadı.
Bulundukları bir mecliste Bir gün Şeyh hazretleri mürşidi Şeyh Ahmed (k.s.) hakkında çölde yaşayan bir bedevinin ağzından şu kıssayı anlattı:Bir bedevi alimlerin sohbet ettikleri meclise geldi ve bir şeyler anlatmak istediğini söyledi ve şöyle dedi: ?Biz çölde yaşayanlar helali haramı bilmezdik, temiz olanı temiz olmayandan ayıramazdık. Necaset bakımından koyun ile köpek arasında fark görmezdik. (Bazı mezheplere göre köpek necistir) Daha Şeyh Ahmed el-Haznevi (k.s.) ile tanışmamıştık. Çölde yaşadığımız için kazanlarda, tencerelerde ayran çorbası yapardık. Köpekler o çorbadan içmek için gelirdi. Benim ailem gelen köpeği, çorbanın içinden çıkardığı ıslak kepçe ile vurur ve tencere içine koyardı. Islak kepçe köpeğe temas ettikten sonra tekrar kazana veya çorba tenceresine girerdi. Yıkanmadan temizlenmeden kabın içine daldırılırdı. Biz tarikata girdikten sonra Şeyh Ahmed EI-Haznevi bize dinimizi, tarikatı, helali, haramı öğretti, dinin inceliklerini bildirdi.

Yine böyle bir gün Şeyh Ahmet'in (k.s.) arkasında yatsı namazını kıldım ve eve gittim, baktım ki benim eşimin elinde bir tencere var onu dökmeye götürüyor. Dedim ki bu nedir, içinde ne var? Dedi ki içinde ayran var. Bir kedi bundan içti, ben de temiz değil diye dökmeye götürüyorum. Ben dedim ki: Bu necis değil, temizdir dökme. Ailem dedi ki: Sen benim Şeyhime git ondan temiz olduğuna dair fetva getir kabul edeyim, yoksa sen temiz desen de mutmain olmam.

Anladım ki ben onu ikna edemem. Tamam dedim ve Şeyh Ahmed'e (k.s.) geldim, meseleyi anlattım buyurdu ki: ?Sizin oturduğunuz yere yakın nehir var mı? Biz nehrin tam kenarındayız dedim, Şeyh buyurdu ki muhtemel kedi herhangi bir necaset yedikten sonra nehire gitmiş ve su içerek ağzını temizlemiştir, yine de hanımına söyle madem öğle ihtiyatlı davranıyor o ayranın yağını alsın, fakat senelik yağın içine katmasın.? Bedevi bunu anlattı ve dedi ki: ?İşte ey hoca efendiler, biz koyun ile köpek arasındaki farkı bilmez iken şüpheden uzak ve ihtiyatlı davranır bir hale geldik.?

Şu acaip kerameti oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) anlatıyor. ?Şeyh İzzeddin (k.s.) prostat hastalığına yakalanmıştı. Doktorlar dediler ki: ?Ameliyat yapmak için sizi uyuşturmamız gerekiyor.? Şeyh İzzeddin (k.s.): ?Olmaz dedi. Ameliyat yapacaksanız uyuşturmadan yapınız.? Doktorlar dediler ki: ?Nasıl olur, uyuşturmadan çok acı çekersiniz, nasıl tahammül edersiniz?? ?Evet dedi. Tahammül edebilirim ve Allah'ın zikrinden mahrum kalmamak için beni uyuşturmanıza razı olmam? dedi ve bu konuda ısrar etti. Doktorlar onu uyuşturmadan ameliyat ettiler. O anda elinde bir kitap vardı onu okuyordu.?
Şeyh (k.s.) sadece bazı ilim ve faziletleri kazanmakla kalmamış aksine bütün mevcut ilimlere vâkıf olmuş, adeta bütün faziletleri kendi şahsında toplamıştı. Bir meseleyi tabir ederken onu gören biri zannederdi ki: büyük müctehitlerden biri tekrar dünyaya geri gelmiş.

Onun vera, zühd ve tevazusunu gören bu insan ya Uveys el-Karani veya Ebu Yezid el Bestami derdi.
Akli meselelere girip de hikmeti sarf ederken ona kulak veren diyecekti ki İmam-ı Gazali veya İmam-ı Kuşeyri bu imamdan istifade etmişlerdir.
İhlası ve ibadetine bakan onu Hz. Ebu Bekir'e benzetir. Adalet ve siyretini gören onu Hz. Ömer'den ayırt edemez, cesaret ve kararlılığında Hz. Ali'yi, edeb ve hayada Hz. Osman'ı andırırdı.

İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) böyle kâmil bir şahsiyet idi. İlmi ile amel eden alimlerin tasavvufta yol arayan mutasavvıfların numune-i imtisalleri idi.
Şeyh?in (k.s.) zekâsı; dini ilim ve faziletlerin yanında, diğer ilmi faziletlere de şamildi.

Alimlerin müracaat ettikleri bir kaynak olduğu gibi, ziraatçıların dahi ziraat hususunda müracaat ettikleri bir ziraat muallimi idi. Mühendislik hususunda Hendese'den son derece iyi anlayan bir mühendis idi adeta.
İnsanların arasında onu gören derdi ki: Bu zat mükemmel bir derviştir. Abidlerin arasında bir abid, kalp hastalıkları ve nefsin rahatsızlıkları konusunda şifa arayanlara ise basiretli bir arif ve mahir bir tabip idi.
Allah (c.c.) Şeyh hazretlerine hikmet, akıl ve velâyet nasip etmişti.​


ŞEYH HAZRETLERİNİN CESARETİ, SABRI ve DİNİ GAYRETİ

Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) en büyük özelliği ve bariz vasfı üstün cesaret ve nadir bir cüret sahibi olmasıdır. En zor şartlarda ve en çetin hallerde zillet tanımaz, kör kuyu bilmez ve makamı mevkisi ne olursa olsun kimseden çekinmezdi.

Daima hakkı terennüm eder; iyiliği emreder, kötülükten sakınırdı. Allah'ın dinini yaymak hususunda kimseden korkmaz, kınayanın kınamasına aldırış etmezdi. Allah'ın dini için son derece gayret sahibi idi.

Bütün güzelliklerin Hz. Peygamberin ahlâkında ve dinin de mevcut olduğunu, Avrupa'da var gibi görünen güzel hasletlerin Peygamberin ahlâkından çalıntı olduğunu söylüyordu. Maalesef Avrupalılar Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ahlâkını adet olarak yaşarken biz, dinimiz olan o nefis hasletleri terk etmişiz.
Şeyh hazretlerine (k.s.) göre dünya; salih amel, iyilik ve hayır işler işlemek için bir vesiledir. Kişinin, gaye ve hedefe giderken bindiği bir binittir.
Şeyh İzzeddin'i (k.s.) tanıyan biliyordu ki, Şeyh dünyanın peşine asla düşmedi, makam, siyaset, mevki peşinde değildi. Onun dünyadan tek bir gayesi vardı: ALLAH RIZASI. Teveccüh hakkında şunları söylerdi:
Ey aşağılık dünyayı isteyen kişi bil ki dünya insanın önünde kurulmuş ve onu kendine düşürmek isteyen bir tuzaktır.

Dünya öyle bir diyardır ki insanı bir gün güldürürse yarın mutlaka ağlatır. O halde ne kötü bir diyardır.

Şeyh İzzeddin (k.s.) çok merhametli, hassas ve yufka yürekli olmasına rağmen zorlukların karşısında dağ gibi dururdu. Eşine rastlanmayan bir sabır ve metanetle sabrederdi. Onun sabır ve metanetinden ders alınır, ibret kazanılırdı.

Şeyh (k.s.) çok halim idi. Ahlâkı geniş ve sabırlı idi. Dağların bile tahammül edemeyeceği ancak çok büyük insanların başarabileceği tahammül gücüne sahip idi. Cenab-ı Hakk?ın kullarına şefkatli bir babadan daha fazla şefkat gösteriyordu. Özellikle ilim okuyan talebeler için: ?bunlar benim evladım.? derdi.

Hilm konusunda onunla yarışılmazdı. Düşmanlarından çokça eziyet görür, yine de iyilikle karşılık verirdi. Onlara kin gütmez, cehaletlerine ise üzülürdü. Salih olmaları için dua ederdi. Kendi hakkında yapılan hataları affeder, bu gibi davranan kişilere ikramda bulunurdu. İnsanların gönlünü alırdı. İşte bu üstün ahlâk sayesinde insanların kalbini kendine bağladı.


ŞEYH İZZEDDİN HAZRETLERİ (k.s.) TEVAZU SİMGESİ

Onu ziyarete gelenler elini öpmek istediğinde, yaşlı olmasına ve belindeki ağrıya rağmen eğilir ve onların ziyaret etmelerine fırsat verirdi.
Şeyh hazretleri (k.s.) kendi çocuklarına terbiyeyi anlatırken şöyle diyordu: ?İnsanların, sizin etrafınızda toplanmasına aldanmayın. Çünkü sadatımızın birisinin etrafında kalabalık olunca kendi Şeyhine mektup yazıyor ve vaziyeti ona anlatıyor. Şeyhi bunun üzerine diyor ki: ?Bu kalabalığa aldanma; bu teveccühe kanma. Zira bu teveccüh bir köpeğin boynunda asılı olan ekmeğe bakarak gelen köpeklerin teveccühüne benzer. Bunların teveccühü ekmek içindir. Ekmek olmazsa veya biterse kimse gelmez. Gelseler de ayrılırlar.?
Şeyh hazretleri (k.s.); "Kim ki Allah için tevazu gösterdi, Allah onu yüceltir." hadisi ile tam amel ettiği için son derece mütevaziydi.

Bir çok yerde Şeyh (k.s.) şöyle yemin ediyordu: ?Vallahi, Billahi, Tallahi aranızda kendimden daha kötü halli kimseyi göremiyorum.?
Hastaları çokça ziyaret ederdi. Umumi meclislerde kendine özel bir yer ayrılmasını ciddi bir mazeret yoksa kabul etmezdi. Bilakis yaşlı olmasına rağmen sıradan biri gibi otururdu. Ve derdi ki: ?Mürid kendine pay ayırmamalı, kendine kadru kıymet verilsin arzusunda olmamalı, hatta kendini bir kafirden dahi üstün add etmemelidir. Zira akıbet meçhuldür. Kimin nasıl, ne şekilde öleceği belli değildir. Kâfir tevbe edip imana girebilir ve mü'min olabilir; fakat taat ve ibadet ehli bir insanın durumu değişebilir ve arzu edilmeyen bir şekilde ölebilir.?

?Mürid, tavus kuşu gibi olmalı. İnsanlar onun rengârenk tüylerine bakarlar, ama onun gözleri daima siyah olan ayaklarındadır.?

Şah-ı Nakşibend (k.s.) şöyle buyurdular: ?Kendi nefsini müslümanların en aşağısından üstün gören kişi tarikatın zevkinin kokusunu dahi alamamıştır.?
Bazı tarikat erbabına sormuşlar: ?Allah'a varmak ne ile mümkündür?? Cevap vermişler: ?Bir ayağını nefsin boynuna bas, öbür ayağını varacağın makamda bulursun.? Böyle olan insan, yani nefsini terbiye eden kişi, insanlar ona değer vermeseler de onlara kızmaz. Çünkü kendini herkesten aşağı görür.
Vaazını dinlemek ve dersine kulak vermek için yanına gelen kalabalıklara şöyle diyordu: ?Ben zayıf bir insanım, kıymetim yok. Siz inanıyorsunuz ki bu alimdir. Alimler de Peygamberlerin varisleridir. Sizin bana olan hürmetiniz aslında dininize olan hürmettir. Hatta bu Cenab-ı Allah'a olan hürmettir. Benim hakkımda olan düşüncelerinizi gerçekleştirmesi için Allah'a yalvarıyorum.?

Şeyh hazretleri (k.s.) herhangi bir şeye okudu ve sonra şöyle buyurdu: ?Rivayete göre bir gurup hırsız bir eve misafir olurlar. O ev sahibinin felçli bir çocuğu vardı. Ev sahibi misafirlere izzet ve ikram eder, yemek verir. Misafirler yedikten sonra arta kalan yemekten misafirin artığı şifa diye felçli çocuğa verir. Çocuk yemeği yiyince iyileşir, kalkar ve yürür. Hırsızlar ikinci defa o eve giderler; fakat felçli çocuğu yürürken görürler ve bu işe çok şaşırırlar. Ev sahibi meseleyi anlatır ve der ki: ?İşte bu çocuğun iyileşmesi sizin bereketiniz sayesindedir.? O misafir olan hırsızlar mahcup olurlar, utanırlar ve bu hallerinden tevbe ederler.​


ŞAHSİ GAYRETİ

En büyük oğlu ve değerli halifesi Şeyh Muhammed EI-Haznevi Hazretleri şöyle buyuruyor: ?Ne zaman gece uyanmışsam babamın, Şeyh İzzeddin (k.s.), Şah-ı Nakşibend (k.s.) veya Molla Cami?nin (k.s.) şiirlerini ve tasavvuf hakkında sözlerini okuyup terennum ettiğini ve evinde cenazesi olanın ağlamasına benzer bir şekilde ağlayıp gözyaşı döktüğünü görmüşümdür.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) nefsine karşı sanki savaş yapıyordu. Mübah olan lezzetleri dahi ona yasaklamıştı. Nefs artık Şeyh hazretlerinden umudu kesmiş ve ona istediğini yaptıramayacağını anlamıştı. Dünyadaki vaziyeti böyle idi. Mübarek vücudu çok eskimiş ve yıpranmış bir testi misali Allah için yorgun ve meşakket içinde idi.

Şeyh Hazretleri şu hikayeyi sıkça anlatırdı: ?Geçmiş zaman içinde ibadetle meşgul olan salih bir zat vardı. Başka biri bu abidi rüyasında bir dağın başında görür. Rüyasını ona anlatınca adam hayırdır der. Bir başka zaman, aynı adam bu abidi dağın başında değil de dağın eteklerinde rüyasında görür. Tekrar rüyasını anlatır ve abid der ki: Hayırdır. Bir yıl sonra üçüncü kez rüyasında onu dağ başında görür ve rüyasını tekrar anlatır. Abid tekrar hayırdır der. Rüya gören kişi abide dedi ki: Ne olur beni meraktan kurtar ve aydınlat. Her üç rüyayı sana anlattım ve sen her seferinde hayırdır dedin. Bu nedir? Adam dedi ki: Birincisinde beni dağ başında gördün o zaman Allah (c.c.) ile aram iyiydi. İkincisinde eşimi şehvetle öptüm makamım düştü ve Allah mertebemi düşürdü. Makamı büyük olanların Allah'tan başka şeylerden zevk alıp ona iltifat etmesi heybetine leke kondurur. Tevbe ve pişmanlık duydum. Bir yıl bu yaptığıma ağladım. Allah tekrar beni eski makama yükseltti ve sen beni tekrar dağların zirvesinde gördün. İşte rüyanın tabiri budur.?

ZEKÂ ve FERASETİ

Şeyh İzzeddin (k.s.) çok akıllıydı, ileri görüşlü idi. Üstün bir zekâsı vardı. Onu vasfedenler onu vasf etmekten aciz kalıyorlardı.

Babası Şeyh Ahmet EI-Haznevi (k.s.) onun için yazdığı icaze (diploma) de onu överken şöyle diyordu: ?Zeki, zarif, cüretli ve dinin yücelmesine gayret eden İzzeddin (k.s.) çok üstün bir fetanet ve feraset sahibidir.? Kendi nefsi için şöyle derdi: ?Kerametim yok; ama aklım kılı kırk yarar. Benim aklım ise babamın aklından sadece bir parça (cüz)dür.?

Şöyle buyurdu: ?Birisiyle bir defa görüşürsem elli yıl sonra ikinci defa gördüğümde hemen tanırım. Birisi benimle konuşursa sözünü bitirmeden ne diyeceğini anlarım.?

Şeyh İzzeddin (k.s.) bir gün irşat münasebetiyle Amuda kazasının etrafındaki köylere gitmişti. Her taraftan gelip vaaz ve nasihatını dinlemek istediler. Aşiret reisi Şeyh Hazretlerini görünce çok sevindi ve dedi ki: ?Ey Şeyh İzzeddin (k.s.) senin iki hususiyetin benim acaibime gidiyor ve hayret ediyorum. Şeyh buyurdu ki bu iki husus nedir? Aşiret reisi dedi ki: ?Birincisi şudur: senin bu zayıf vücudun nasıl bu kadar güçlü kuvvetli aklını taşıyabiliyor?? Bu söze karşılık Şeyh hazretleri ona şöyle cevap verdi: ?Vücudumun maddi ağırlığı kırk beş kilodur; fakat aklıma gelince benim aklım Şeyh Ahmet EI-Haznevi hazretlerinin aklından sadece bir parçadır.?
İkincisi de şudur: ?Sen nasıl evlendin. Bu zekâ ve incelik ile nasıl hanım beğendin?? Şeyh İzzeddin (k.s.) buna da şöyle cevap veriyor. ?Ben evlilik hususunda kendi kendime karar vermiş değilim. Beni babam evlendirdi.?
Şeyh hazretleri üstün zekâsına binaen: Herkese haline göre muamele eder, anlayış kabiliyetine göre davranır, aklına göre konuşur ve onu layık olduğu mertebede görürdü.

Bu yüzden Şeyh hazretlerinin (k.s.) çeşitli meclisleri vardı. Bir meclisi vardı ki avam havas her tabakadan insanlar bulunur ve herkes vaazı kavrar ve istifade ederdi. Diğer bir meclisi vardı ki bu meclise sadece alimler ve salikler katılır, onlara tarikatın ve insanları irşat etmenin hususiyetlerini anlatır, irfan demetleri sunardı. Bazen de böyle bir mecliste o kadar veciz konuşurdu ki söylediklerini anlamalarını istediği kimseler anlar, diğerleri anlayamazdı.
Üçüncü bir meclisi daha var idi ki bu dünya ehline has bir meclisti. Bu vazifeli, ileri gelen ve kabile reisleri gibilere has idi. Bu insanları irşat eder, yönlendirir ve kapasiteleri ölçüsünde konuşurdu.

Dördüncü bir meclisi daha vardı. Alimler ve salihlerden istediği kimseler ile oturur ve onların zekâ ve kabiliyetlerini teftiş ederdi. Akıllı ve tedbir ehli, organizeden anlayan birini görünce sevinirdi.

Şu kıssayı Şeyh İzzeddin (k.s.) babası Şeyh Ahmet'den nakille çokça anlatırdı: Şeyh Ahmet (k.s.) yanındaki saliklerden birisine hilafet vermişti. Başka bir salik (alim) daha vardı ki yapılması gerekeni yaptığı, katedilmesi gereken mesafeyi katettiği halde kendisine hilafet verilmemişti. Şeyh Ahmet?in (k.s.) hanımı (r.a.) sohbet ve hasbıhal olsun diye Şeyh Ahmet'e (k.s.) sordu: ?Ey Ma'sum?un babası filana hilafeti verdin; ama onun gibi amelini bitiren diğer birine vermiyorsun niçin?? Şeyh Ahmet buyurdu: ?Kendisine hilafet vermediğim kişi tedbir ve organizeyi beceremiyor. Epey mesafe almışsa bile ona hilafet vermek uygun değildir. Kendisine hilafet verilse irşat edeceği insanları ıslah değil ifsat eder.?


DAVETİ ve İRŞADI

Şeyh İzzeddin (k.s.) yetmiş yıla yakın ömrünü irşat, gayret, talim ve terbiye ile geçirdi. İlk yıllarını ilim ve marifet tahsiline verdi. 1969 yılında kardeşi Şeyh Alâaddin?ın (k.s.) vefatından sonra irşat makamına oturdu ve tarikatı teslim aldı.

Maddi-manevi bütün gücünü harcadı. Allah'ın kullarına marifetin, menfaatin ulaşması için pekçok cemaatlere vaaz ve nasihatlerde bulundu. Doğudan batıdan her taraftan gelen insanlara tarikat dersleri vermekle ömrünü geçirdi.

Onlara gerekli talimatları veriyor; terakki etmeleri için gereken zamanda da ellerinden tutarak halden hale yükseltiyordu.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) davetinin çok çarpıcı özellikleri vardır. Kendisi Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnetini takip ediyordu. Ashab-ı Kiram'ın ve üstün tabiilerin izinde yürüyordu.

İki husustan son derece uzaktı ve uzak kaldı. Dünya menfaati ve siyaset. Vaaz-u nasihatlerinde söze şöyle başlardı: ?Acizane ben, Şeyh Ahmed El - Haznevi'nin oğlu İzzeddin El - Haznevi'yim. Babamdan ve iki kardeşimden iki husus ile uğraşmamayı miras olarak devraldım. Birinci husus: Ben ne kendi memleketimde ne de başka bir yerde asla siyasetle uğraşmıyorum ve siyasi işlere müdahale etmiyorum. Zira insanların irşadı ile uğraşanların belli bir grubu değil bütün dinleyenleri ve müslümanları muhatap seçmeleri gerekiyor. Biz herkesi muhatap kabul ettiğimiz için derslerimize her çeşit insan geliyor. İkinci husus: Hiç kimseden mal istemiyorum. Bana verilmek istenen malları asla kabul etmiyorum. Bu hususlar için Allah'a şükürler ediyorum. Zira irşat ile uğraşan insanların, başkalarının elindekilerde gözü olmamalıdır.?


VEFATI

Şeyh İzzeddin Hazretleri 31 Temmuz 1992 (1 Sefer 1413 Hicri) tarihinde Cuma ikindi namazını kıldıktan sonra en faziletli ve duaların en çok kabul edildiği bir saatte Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

Vefat etmeden önce kendi evinde binlerce insana vaaz-u nasihat ediyordu. Onlara şu hadisi anlatıyordu: Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Size iki vaiz bıraktım. Biri konuşan vaiz diğeri de susan vaiz. Konuşan vaiz Kur'an-ı Kerim, susan vaiz ise ölümdür." İşte bu mübarek Hadis-i Şerifin ışığı altında konu Feth Bin Seleme'nin Ömer bin Abdülaziz'e nasihati idi.

Şeyh hazretleri konuya devam etti. Ölümden, ölüme hazırlanmaktan, ölümün çok yakın olduğundan, bunun şuurunda olmanın gereğinden bahsediyordu. O dereceye geldi ki, rahatsızlandı ve konuştuğu kelimeleri mübarek ağzından tam telafuz edemiyor, mübarek eliyle mikrofonu tam tutamıyordu. Şeyh'in elinden mikrofonu Şamlı eş Şeyh Arabi Kabbani aldı. Bu zat çocuklarıyla Şeyh'i ziyarete gelmişti ve Şeyh'in yanında oturuyordu. Şeyh İzzeddin hazretleri (k.s.) misafiri olan Şeyh Arabi Kabbani?ye vaazı tamamla diye emretti. Misafir zat muhabbetten ve sevgiden bahsetti. Şeyh İzzeddin (k.s.) ona teşekkür etti ve dedi ki: ?Siz ve çocuklarınız eve buyurun size yemek verelim." Şeyh hazretleri son dakikalarını yaşadığını anlayınca kendini kıbleye doğru çevirdi. Etrafındakiler Şeyh hazretlerinin kendini kıbleye çevirdiğini görünce ağlamaya başladılar.

Şeyh İzzeddin (k.s.) etrafındaki insanların ağlamalarını ve üzüntülerini görünce onlara merhamet etti ve aralarında iken mübarek ruhunu teslim etmemeyi temenni etti. Hemen ilacını kullanmak için su istedi ve "arabayı getirin" dedi.

Misafir olan Şeyh Arabi Kabbani?nin arabası yanaştı. Arka koltuğa hizmet ehli olan Hasan efendi oturdu ve Şeyh İzzeddin'i (k.s.) kucağına aldı. Ön tarafa Şeyh Arabi Kabbani ve Şeyh'in torunu Muhammed Faiz bindi. Çok süratli bir şekilde Zebedan'daki evden iğneyi alıp Şam Hastanesine doğru gittiler. 31 Temmuz 1992'de akşam saat 18:00'da mübarek ve tahir ruhunu Allah'a teslim etti. En son sözü: "Lailahe illallah Muhammedun Resulullah. La havle ve la kuvvete illa billahilaliyyil azim" oldu.

Akla hayale gelmeyen kalabalıklar; Şam'dan, Zebedan'dan ve her taraftan geldi ve hastaneyi adeta kuşattılar. O gün dehşetli bir gün idi. Şam Radyo'su vefat haberini duyurdu. Sonra başka radyolar da bu elim haberi verdiler. Gazeteler ve mecmualar bu elim haberi yazdılar. Mübarek cesed yıkandıktan sonra hastaneye yakın Sad bin Muaz hazreterinin (r.a.) adıyla bilinen camiye kaldırıldı. Şam'ın ileri gelen alimleri ve muhteşem bir kalabalık cenaze namazını kıldılar. Şeyh İzzeddin (k.s.) hayatında insanlara vaaz-u nasihat ettiği gibi vefatından sonra da vaaz etmiş oldu.

Sonra bu dehşetli kalabalık eşliğinde Mübarek cenaze 1 Ağustos 1992'de Şam havaalanına getirildi. Özel bir uçak ile büyük oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) refakatinde Şeyh'in diğer oğulları, kerim ailesi, akrabalar, alimler ile birlikte Kamışlı havaalanına getirildi.

Kamışlı havaalını, uçak pistine yakın her yer, yollar, bahçeler yüz binlerce insanla doldu taştı. İnsanlar ağlıyor, gözyaşı döküyorlar, mürşidleri ve mürebbibleri olan Şeyh'den ayrılık onları son derece üzüyordu. Evet yüz binler sanki gözyaşı değil, kan ağlıyorlardı.

Şeyh İzzeddin hazretlerinin (k.s.) cenazesi kilometrelerce uzanan konvoy eşliğinde Telma'ruf?a doğru yola çıktı.

Şeyh hazretlerinin (k.s.) mübarek cenazesi Telma'ruf'a vardığı gece defnetmek mümkün olmadı. Çok aşırı bir kalabalık ve insan seli karşısında izdihamdan dolayı mübarek naaşı o gece defnedilemedi.

Mübarek cenaze Şeyh hazretlerinin evine götürüldü ve bir müddet çocukları, ehli ve akrabaları arasında kaldı. Bu arada insanlar, cenaze münasebetiyle gelenler hiç bir yere sığmıyorlardı. Ne camide, ne medreselerde ve ne avluda hiç bir yer kalmadı. Telma'ruf?a gelenler, Müzdelife'de, meşar'ı haram'da ve çevresinde sabahladıkları gibi buldukları yerlerde sabahladılar.

Evet 31 Temmuz günü ve onu takip eden bir kaç gün insanların hiç karşılaşmadığı ve görmediği bir gün idi.
İnsanların akılları başlarından gitmiş, gözler soluk ve sönük, kalbler heyecanlı ve canlar boğaza gelmişti. Büyük kalabalıklar bir yana, Kamışlı bütünüyle Şeyh'in cenazesini karşılamak için havaalanına gitmişti. Ve aynı kalabalık Şeyh hazretlerinin cenazesini, ikametgâhı olan, dergâhın ve medresenin olduğu Telma'ruf'a getirmiş, beraberinde gelmişlerdi.

2 Ağustos 1992 pazar günü Telma'ruf görmediği kalabalıklara sahne oluyordu. Suriye'den, Lübnan'dan, Ürdün'den, Türkiye'den ve daha başka yerlerden binlerce, on binlerce insan.

Bu muazzam kalabalık Şeyh Muhammed'in arkasında cenaze namazını kıldıktan sonra; Şeyh'in kerim ailesi, aile efradı, evladı, ev halkı onunla vedalaştılar. Sonra o kalabalık, başları ve elleri üzerinde Şeyh hazretlerini, babası ve iki kardeşinin olduğu Markad-ı Şerif'e doğru taşıyıp götürdüler. Tekbirler, tehliller ve gözyaşları arasında babası ve kardeşlerinin yanına defnedildi. Allah Rahmet eylesin. Geniş rahmetine gark eylesin. İslam ümmeti adına onlara rahmet eylesin ve hayırlar versin.

AMerkad.jpg



Menzilleri uzakta da olsa onlar benim kalbimdedir.
Ben aşklarıyla yaşarım ve bundan razıyım
O sevdiğimi kulaklarımdan uzak tutsalar da ve mesafe uzak da olsa.
Ruhum ondan gelecek haberlere sevinir ve rahat eder.
Ah o geçen zamana ve ah o güzel yerlere.
Fırsatı kaçırıp murakabe edemeyenlere.
Acaba geçen hayat geri gelir mi ki ben de
O hayatı tatması için bir gün olsun nefsime müsaade edeyim.
Üzüntülü oturup kederli olarak beklemek bana yeter.
İştiyakler önümde ama, kaza ve kaderde beni takip ediyor.

Şeyh İzeddin'in Hayatı​
 
Şeyh İzzettin [ks]in vasiyeti

ŞEYH İZZEDDİN EL-HAZNEVİ (K.S.) MÜBAREK ELİYLE YAZDIĞI VASİYETNAMENİN TERCÜMESİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla;

Zatından başka kimsenin baki kalmayacağı, mülkünden baska bir mülkün devam etmeyeceği Allah'a hamd, kendisinden sonra peygamber olmayan Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ondan sonra izini takip eden aline ve ashabına salat-ü selam olsun.

Daha sonra derim ki, ben zengin olan mevlasına karşı, fakir bir kul olan Şeyh Ahmed EI-Haznevi'nin oğlu İzzeddin, tarikat davası dolayısıyla çok ağır bir yükü omuzlamanın dışında, ölümümün ardından Nakşibendi tarikatının geleceğinin ne olacağı konusunda çok düşünüyordum.En büyük düşüncem taşınması zor olan bu emanet idi. Onun için daima müridlerin gidişatına bakıyor ve Haznevi ailesini de dikkatle araştırıyordum ki, belki aralarından müridleri bir araya toplayacak,etbaın dağınıklılığını gidermeye çalışacak, Şeyh Ahmed El-Haznevi'nin ve tarikatın adabının kaybolmaması için gayret sarfedecek birisini bulabilirim.

Dikkatle arayıp bulmak istediğim bu kişinin, muttasıf olmasını istediğim en mühim vasfı;tarikatı istismar etmemesi ,insanların kendisine yönelmesi ve etrafında toplanmasıyla gururlanmaması ve Allah ile Allah'ı isteyenler arasında mecazi hidayetçi olarak kendisini göstermemesi, hiç bir şekilde buna meydan vermemesi ve hiçbir açıdan hedefi kendi nefsi olmaması idi.Bilakis kendisini Şeyh'in elinde olan ve doğru yoldan saptığında atılacak bir değnek misali görmesi idi. Kendini herşeyden soyutlamalı, bütün gayreti Şeyh'in(k.s.) adabını neşretmek, Şeyh Ahmed El-Haznevi'nin dergahının şanını yüceltmek, eski ve yeni müridlerin yüzünü Şeyhin dergahına ve onun salih evlatlarının yönüne çevirmek olmalıydı.Tarikatın emanetini taşımasını isteğim bu kimse, yoldan çıkanları tenkit etmeli, tevbir etmelidir ki, belki bu tevbih ve tenkit sebebi ile düzelirler. Bunu böyle yapması yoldan çıkanların insanları aldatmaması ve müridlerin ona bakıp mağrur olmamaları için gereklidir.

Kısa düşünce ve bakış açıma göre bu hususta bütün gayretimi sarfedip, derinlemesine araştırma yaptıktan, bütün akraba ve müridleri eledikten ,yaşanan vakalara baktıktan sonra kesinlikle inandım ki, müslümanların bu kalabalıklarının,içerden ve dışardan Allah'ın dinine olan akımları, ancak Şeyh Hazretlerinin alinden birisi ile ve Şeyhin dergahında ve onun oğullarının merkadi yanında yürütülebilir.

Metin bir şekilde söylüyorum ki yukarıda yaptığım bu tahlil,bu düşünce ve bakış açısı, bu inceleme bütün ard niyetlerden uzak olarak gerçekleşmiştir. Ve bu eleme, bu tefekkür, bu düşünce sırf Nakşibendi Tarikatının, Şeyh Ahmed (k.s.) ve oğullarının şerefli dergahının maslahatını düşünerek olmuştur. Ne kadar gayret ettim, uğraştım ve ne kadar arzu ettim ki, bu emaneti Şeyh Ahmed'in (k.s.) oğlu veyahutta Şeyh Ahmed'in oğullarının evlatları üstlensinler. Şeyh Ahmed ve oğullarına vefa olarak bunu istedim. Fakat denilmiştir ki, kişi her temenni ettiği şeye ulaşamaz. Rüzgarlar gemilerin arzusu dışında da eserler.Ve şiddetli üzüntü ile belirteyim ki, onlardan Şeyhin oğlu ve oğullarının evlatlarından umulanın, beklenenin tersi oldu. Tarikata karşı savaş açtılar.Şeyh Ahmed (k.s.)'in ve oğullarının adabı hilafina, müridlerin birliğini dağıtmak için, Şeyh Ahmed ve oğullarının attığı temeli yıkmak için bütün gayretleri sarfettiler. Her müsibete inna lillah ve inna ileyhi raciün demekten başka çare yoktur.

Acizane ben yıllarca yaptığım istiharelerden ve istişarelerden sonra, zayıflığıma rağmen inceden inceye düşündüm ve baktım ki, bu zor ve zahmetli emaneti, Şeyh'in (k.s.) alinden emekleyerek de olsa taşıyacak , güzel ve hayırlı bir insan olan oğlum Muhammed'dir.Çünkü oğlum Muhammed, çok defa hazırda ve seferde benimle birlikte olmuştur.Benim huyumu ahlakımı anlamıştı.Nefsi görmemek ,tarikatı istismar etmemek, siyasetten, makam ve mevkiden, her türlü art niyetten uzak olarak, Nakşibendi tarikatının adabı hususunda, gerçekleştirmek istediğim mühim hedefi ve gayeyi biliyordu. Ve bu zayıf halimle,tarikatta inceden inceye takip ettiğim yolu, Şeyh Ahmed (k.s.)'in ve oğullarının itibarını korumak için, maddi ve manevi menfaatlerden nasıl feragat ettiğimi ve bütün bunlardan başka, toplumda çok nadir ve garip olan işleri nasıl göğüslediğimi, huzurda ve seferde benimle olduğu için herkesten çok daha iyi biliyordu.

Bahsettiğim bütün bu hususlardan dolayı ve Allah'u Teala'dan ricam şudur ki, onu benden duyduğu, müttali olduğu ve bildiği hususları tatbik etmesi için muvaffak etsin.Başkalarından ibret almak , kendini insanların en aşağısı olarak görmek , halini en güzel bir hale tebdil etmek yolunda Allah (c.c.)'ın onu muvaffak edeceğini biliyorum.
Buna layık olmasam da ben ona Nakşibendi Tarikatında hilafetle, irşad, teslik ve (müridleri yetiştirmek) teveccüh ile izin verdim. Baştan beri saydığım, zikrettiğim hususları yerine getirmesini Muhammed'e vasiyet ediyorum. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şeriatına sünneti-i seniyyesine tabi olmasını vasiyet ediyorum. Haramdan ve haram işlerden uzak durmasını, şüpheli şeylerden de mümkün olduğu kadar uzak olmasını vasiyet ediyorum.

Hiçbir değişiklik veya tebdil yapmadan, Nakşibendi Tarikatının adabı ile amel etmesini ve bu zamanda filan edebi değiştirmekte maslahat vardır diyen kimselerin sözüne kulak vermemesini, kendisine söylenen bu söze itibar etmesini ve onunla amel etmesini tavsiye ediyorum. llmi öğrenmek ve öğretmekte mecbur olmasını, ilmi yaymaya son derece önem vermesini, ilim öğrenmenin ve öğretmenin Şeyh Ahmed El-Haznevi'nin (k.s.) dergahında kalması için son derece gayret sarfetmesini, Şeyh Ahmed EI-Haznevi'nin bütün kız ve erkek çocuklarının talimi ve ilim öğrenmeleri için çokca haris olmasını tavsiye ediyorum.

İsabetli görüş beyan edince ve doğru karar verince, insanlar etrafında toplanınca yaptığı konuşmayla insanlar fayda bulunca, kendi nefsine hiçbir pay ayırmamasını tavsiye ediyorum. Bilakis bu menfaati bu kıymet vermeyi insanların kendine yönelmelerini Şeyh'den bilmesi lazımdır. Eğer böyle mutalaa etmez ise o zaman düşer helak olur.

Şeyh Ahmed EI-Haznevi'nin dergahına, Şeyhin bütün akrabalarına, özellikle kardeşlerine hürmet etmesini ve vefalı davranmasını vasiyet ediyorum. Zor ve zahmetlerle dolu bu vasiyetle, kendini kardeşlerinden ve Şeyhin çocuklarından üstün tutmamasını tavsiye ediyorum. Aksine şeriatı tam yaşamıyorum, tarikatta tam tabi olamıyorum,bu ağır ve meşakkatli vazifeyi yerine getiremiyorum diye, kendisini Şeyh Hazretlerinden uzak adetmesi gerekir Kardeşlerinden ve Şeyhin oğullarından salih olanları, Şeyhin asıl çocukları olarak görmelidir. İşte bu salih olanları, şeriata, tarikata ve adaba göre gözetlemesi gerekir. Ve onlardan bereket umması gerekir.

Şeyhin çocuklarına, salih olan çocuklarına ve kendi kardeşlerine menfaatin, hayrın, ihtiramın ulaşmasına gayret etmesi gerekir. Hayrın, menfaatın ve ihtiramın kendisine ve çocuklarına münhasır kalmasını temin etmemesi lazımdır.Alimlerle,müridlerle yardımlaşarak, kardeşlerinin ve çocuklarının ıslahı için hiçbir gayreti esirgememesini tavsiye ediyorum. Özellikle kardeşi Maşuk ve Maşuk'un validesi, Maşuk'un kardeşlerinin ıslahı için gayret göstermesi gerekir. Şeyh (Ahmed)'in ailesinin derlenip toparlanması için, özellikle bizden ayrılanların ıslahı için gayret etmesi gerekir. Her ne kadar ben buna fırsat bulamadım ise de Muhammed'e vasiyet ediyorum ki, mümkün oduğu kadar onlara hürmet etsin.

Muhammed'e ayriyeten vasiyet ediyorum, Albdulgani ve annesine eğer onlarla bağdaşmak ve anlaşmak mümkün olursa hürmet etsin. Abdusselam ihlasla hareket ederse, ona değer verilmesini özellikle vurguluyorum. Mümkünse Şeyh'in tüm ailesini ve onların ıslahını vasiyet ediyorum. Bütün bunların da Muhammed Diyauddin ve Abdurrahman Et Taği'nin dergahına hürmet etmelerini, Seyda (Abdurrahman Tagii) ve Hazretin (Muhammed Diyauddin) yakınlarına ihtiram göstermelerini, onlar için hayırlı olanı temenni etmelerini sağlamasını ve onların şan ve şerefinin yükselmesini istemesini, onların dergahından ilgi ve alakayı kesmemesini ve bize tabi olanları onlara saygı göstermek için teşvik etmesini tavsiye ediyorum.

Misafirlere ve tabilere, özellikle alimlere fazlaca değer vermesini onlarla çokça ilgilenmesini tavsiye (vasiyet) ediyorum. Çünkü babam Şeyh Ahmed (k.s.) buyurdu ki: İnsanların Keremi ve Şerefi misafirleriyle orantılıdır.
Özellikle eski müridlere çok değer vermesi lazımdır. Çünkü büyük Şeyh (Şeyh Ahmed)'i görenin diğerlerine üstünlüğü vardır. Şeyhin oğullarını görenin, diğerlerine (görmeyenler) üstünlüğü ve meziyeti vardır. Ancak adaplarına riayet etmeyenler bu üstünlük ve meziyetlere sahip olamazlar.

Emin olmadan, kesin olarak bilmeden, şeriatla ve tarikatla ilgili soruiara cevap vermemesini, bilmiyorsa sağlam delil elde edinceye kadar (cevap buluncaya kadar) cevabı geciktirmesini tavsiye ediyorum.

Muhammed'e, bizden gördüğü gibi siyasete ve seçimlere girmemesini,hakimlerin (Devlet adamlarının) yanına lüzumundan fazla gidip gelmemesini tavsiye ediyorum. Bazı şahısları ve cemaatleri isim vererek kötülememesi gerekir.Doğru yoldan sapmış şahısların tarikatını ve adabını hedef almamalı ve zemmetmemesi lazımdır. Bilakis sözleriyle, vaazlarıyla hak ve doğru olan adabı (Şeyh Ahmed'in ) belirtmesi gerekir. 0 zaman insanlar doğru olmayanın, muhalif olanın batıl yolda olduğunu anlarlar.İslam'ın yüceliğini Peygamberimizin ahlakını ve bu ikisine yapışanın kurtulacağını anlatsın ki, insanlar muhalif olanın doğru yolda olmadığını bilebilsinler.

Muhammed kesinlikle bilsin ki, ona tavsiye (vasiyet) ettiğim şeylerin tümünü uygulamışım.Benden gördü ve bildi ve kesinlikle inandı ki, zahiren gelecekte ortaya çıksa bile hayr benim tatbik ettiğim ve uyguladığım işlerdedir. Onun için Muhammed'e lazım olan şey şudur; benim ahlakımdan ve amelimden akıl ve ibret alması gerekir.İlmel yakin olarak bilsin ki, benim kendisine yaptığım vasiyetlerle amel ederse, Allah onu bütün hayırlara (iyiliklere) muvaffak edecektir. Eksik olsada Allah (c.c.) onu tamamlayacaktır.

Eğer benim vasiyeterimle amel etmez ise Allah korusun Tarikatın, Şeyh (Ahmed)'in adabının, İslam'ın ve tarikatın pek çok memleketlerden kalkmasına ve kaybolmasına sebep olmuş olur. Buna sebep olmanın, günahının büyükiüğü ise herkes tarafından malumdur.

Hür olana (arif olana) işaretle söylemek yeterlidir.

Sonuç olarak; kim kendi menfaatlarına önem vermez, kendi aklına ve tedbirine güvenmez, kendini vasıta olarak görmezse, Allah (c.c.), Peygamber (s.a.v.) Nakşibendi Tarikatının büyükleri, Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.) ve oğulları onun yükünü taşırlar.Dünya ve ahiretin hayırlarına ulaşmak için ona yardımcı olurlar, kolaylık sağlarlar.Kim menfaatını ön plana alır, aklına ve planlarına güvenir inananların hidayetinde kendine bir pay alırsa, Allah (c.c.), Peygamber (s.a.v.), Nakşibendiler, Şeyh Ahmed ve oğulları (k.s.) onu yalnız,nefsi ile başbaşa bırakırlar.O zaman kendisi hiçbir iş beceremez, hiç bir işin altından kalkamaz.

Ben Muhammed'e izin verdim ve bu izni onun için yazdım. Muhammed'in ise bundan haberi yoktur.Murakabe,Nefy ve İsbat, Tahlilat ve Teveccüh yapmasını (eğer İngiltere) yolculuğunda ona ben öğretmemişsem, kendisi Molla Abdullah'tan öğrensin.

Muhammed'e tavsiye ediyorum ki, kardeşlerine ve Şeyhin ihlaslı çocuklarına söylesin ki kendisine tavsiye ettiğim bu hususlarla, vaazlarla, tavsiyelerle amel etsinler.

Alimlerden ve Şeyhin önde gelen müridlerinden ricam şudur ki, Muhammed'e bu önemli davada yardımcı olsunlar.
Bütün Muvaffakiyetler Allah'tandır.
Şeyh Ahmed El Haznevi'nin oğiu İzzeddin
İmza
2 Şaban 1412 Hicri 5 Şubat1992 Miladi


ŞEYH İZZEDDI'N EL-HAZNEVİ'NİN MÜBAREK ELİYLE YAZDIĞI VASİYETİNDEN BİR BÖLÜMÜNÜN TERCÜMESl

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in alinin ve ashabının üzerine olsun.

Sonra derim ki, ben fakir olan kul, etbaın (bize tabi olanların) arasına baktım ve dikkatli bir şekilde tetkik ettim.İstismardan uzak ve benim isteğime uygun olarak; Estelli Molla Galip, Elazığlı Molla Ubeydullah, Istanbul'da ikamet eden Molla Hüsnü ve Şefaatli Müftüsi Molla Ahmed'i gördüm. Benim talebime uygun olduklarından ve Haznevi Nakşi Tarikatının sönmemesi için, bu dört kişiye Nakşibendi Tarikatında Hilafet ile izin verdim. Irşad ile izin verdim. Her ne kadar ben buna layık değil isemde.

Yalnız bu kişilerin başkalarından ibret almaları, eski ve yeni müridleri Şeyh Haznevi'nin Dergahına ve orada bulunan mürşide ki şimdi o mürşid oğlum Muhammed'dir, yöneltmeleri ve yönlendirmeleri, başkalarının yaptığı gibi, müridleri kendi arzu,istek ve menfaatlerine alet etmemeleri ve kendilerinin insanların, Şeyhin dergahına ulaşmaları için bir vesile olduklarını bilmeleri, kendileri için değil Şeyhin dergahına ulaştırmak gayesiyle insanları toplanmaları gerekir.Sülük esnasında, vird çeken alimleri letaiften önce, Şeyhin dergahına havale etmeleri gerekir. Bu kişilerin tarikat ve letaif öncesine kadar vird vermelerinde, Şeyhin dergahına ulaşıncaya kadar bir beis yoktur. Eğer birisine letaif verecekler ise Şeyhin Dergahında olan zat'tan izin alsınlar. Molla Galip, Molla Ubeydullah ve Molla Ahmed tarikattaki amellerini bitirdiler. Molla Hüsni ise geri kalan amellerini oğlum Muhammed'in yanında bitirmelidir.

2 Şaban 1412 (Şubat 1992)
Şeyh Ahmed EI-Haznevi'nin Oğlu Şeyh İzzeddin
İmza

Şeyh İzeddin'in (K.S.) Vasiyeti
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst