...
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur'anın hikmetine dair olan yirmialtı aded Sözler'de geçmiştir. Yalnız şurada bir-iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Hatime: Sonuç, son.
Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Fakr: Fakirlik, yoksulluk, sayısız ihtiyaçlarını elde edecek imkanı ve gücü olmayan.
Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
Hatve: Adım.
İzahat: İzahlar, açıklamalar.
Şeriat: Allah'tan(cc) gelen emir ve yasaklarla ilgili kurallar topluluğu.
Hakikat: Gerçek.
Kur'an: Allah(cc) tarafından Hz. Muhammed'e(asm) Cebrail(as) vasıtasıyl gönderilen son ve değişmez mukaddes kitab.
Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal'e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i'dama mahkûm zannedip, "Lâ mevcude illâ Hû" hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, "Lâ meşhude illâ Hû" demeye mecbur olmuyor. Belki i'damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur'an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır.
Tarîk: Yol.
Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve her şeye kudreti(gücü) yeten Allah(cc).
Nefis: İnsandaki günaha itici hisler, günah ve sevab ayırmadan saldıran istekler ve duygular. *Bir kişinin kendisi, öz varlığı.
Maşuk-u mecazî: Gerçekte layık olmadığı halde aşk derecesinde sevilen, gerçek sevgiye layık olmayan sevgili.
Zeval: Sona erme, son bulma.
Mahbub-u Hakikî: Gerçek sevilen, gerçek sevgili.
Eslem: En sağlam ve güvenli.
Şatahat: Manevî sarhoşluk(kendinden geçme) anında söylenen ölçüsüz sözler.
Bâlâ-pervazane: Yükseklerde uçarcasına, kendini yükseltircesine.
Fakr: Fakirlik, yoksulluk, sayısız ihtiyaçlarını elde edecek imkanı ve gücü olmayan.
Umumî: Genel, herkezle ilgili.
Cadde-i kübra: Kur'an yolu. Sahabe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların, müçtehidlerin yolu. *Büyük cadde.
Ehl-i vahdet-ül vücud: Allah'tan(cc) başka varlığın olmadığını ve var olan yanlız Allah olduğunu diyen tasavvufçular.
Lâ mevcude illâ Hû: O'dan başka mevcud yoktur, Allah'tan(cc) başka varlık yoktur.
Nisyan-ı mutlak: Tamamıyla unutmak, tam olarak hatırdan çıkarmak.
Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
Lâ meşhude illâ Hû: O'ndan başka görünen yoktur, Allah'tan(cc) başka görünen yoktur.
Zahir: Açık, görünür, görünen, belli.
Sarf-ı nazar: Görmemezlikten gelme, vazgeçme.
Mevcudat: Varlıklar.
Fâtır-ı Zülcelal: Sonsuz yüce ve büyük yaratıcı.
Mazhariyet: Mazhar olma, nail olma, şereflenme.
Âyinedar: Ayna görevi yapan.
İstimal: Kullanma.
Mana-yı harfî: Kendinden başkasını gösteren mana, bir şeyin kendini değil başkasını tanıtıp belirten manası.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Elhasıl:
Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.
Mevcudat: Varlıklar.
Mana-yı ismi: İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.)
Said Nursi