"Kılıç Değil, El Keser!"
O esnada, Kureyş süvari ve şâirlerinden olan Hübeyre b. Ebî Vehb, Hz. Ali'yle çarpışmaya yeltendi; fakat bir kılıç darbesi yiyince, çâreyi kaçmakta buldu! Bu sefer onu Hz. Zübeyr b. Avvam takib etti. Kılıçla vurup atının eğerini kesti. Daha sonra Hz. Zübeyr, Nevfel b. Abdullah'ın peşine düştü. Şiddetli bir darbeyle onu yukarıdan aşağı doğru ikiye biçti.
Sonraları Hz. Zübeyre, "Senin kılıcın gibi kılıç görmedik!" denilince şu cevabı verdi:
"Onu yapan kılıç değildir, bilektir!"
Kureyş'in diğer süvarileri dehşete kapılarak doludizgin kaçmaya başladılar. Hattâ, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, can havliyle kaçıp giderken mızrağını düşürmüş, geri dönüp onu almaya bile cesaret edememişti.
Bir bölüğe bedel kabul ettikleri Amr b. Abdi Vedd'in mübâreze meydanında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri ise fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü; hattâ Kureyş Ordusu kumandanı Ebû Süfyan, "Bugün bizim için hayırlı bir iş yok." diyerek ye's içinde hendeğin başından çekilip karargâha gitti.
Her Taraftan Hücuma Kalkış
Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayza Oğulları Yahudîleriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepeçevre sardılar ve akşama kadar durmadan onları ok yağmuruna tuttular.
Kıtlık yüzünden pek zaîf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırması üzerine, bütün bütün mecalsiz kaldılar; akşam olup düşman çekilince, bir miktar nefes aldılar. Fakat, "Düşman, yarın yine böyle bir taraftan şiddetli hücuma girişirse, hâlimiz ne olur?" diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.
Münafıklar Yine Sahnede
Münafıklar zümresi, Müslümanların mâruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların maneviyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladılar: "Muhammed, size, Kayserin ve Kisrâ'nın hazinelerini va'dediyor! Hâlbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemiyoruz! Va'dettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resulü, bize aldatıştan başka bir şey va'detmiyor!"
Kur'ânı Kerîm, bu hususa da işaret eder.360
Ne var ki, münafıkların bu haince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü'minleri Hz. Resûlullah'ın yanından ayıramıyordu. Çünkü onlar, Yüce Allah'ın kendilerine yardım edeceği hususundaki va'dine bütün samimiyetleriyle inanmışlardı; Allah'ın takdirine teslimiyetleri sonsuzdu; Allah ve Resulü uğrunda her türlü musibet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Münafıklar ise, tam tersine, Medine'yi çepeçevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efendisi Peygamberimizle Ashabı Kiram'm vücutlarını ortadan kaldıracağını sanıyorlardı, hattâ bunu istiyorlardı! Böylece, bu ağır imtihanda gerçek mü'minlerle münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı! Kur'ânı Azîmüşşan'in konuyla ilgili şu âyeti ne kadar ibret vericidir:
"Ey mü'minler!.. Yoksa siz, sizden evvel gelenlerin hâli başınıza gelmeden Cennet'e girivereceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belâlarla sarsıldılar ki, hattâ peygamberleri, maiyetindeki mü'minlerle birlikte, 'Allah'ın yardımı ne zaman yetişecek?' diyordu. Gözünüzü açın: Allah'ın yardımı yakındır muhakkak!.."361
DÜŞMANDA YILGINLIK
Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defasında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğuk ile karşı karşıya bırakmıştı. Mahsûl, harbin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düşman ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar açlıkla karşı karşıya gelmişlerdi. Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümitsizliğe ve yılgınlığa sebep oldu.