muhsin iyii
Member
Allah (c.c.) insan ve cin sınıfı dışındaki tüm canlı varlıklara uyulması zorunlu olan bir yaşam tarzı vermiştir. Bunu onların iç dünyalarına bir program olarak yerleştirmiştir. Her canlı varlık buna göre yaşar, beslenir, ürer ve ölür. Göçmen kuşlar bununla nereye göç edeceklerini bilirler. Balıklar uzun yolculuklarına bu sayede çıkarlar. Örümcek ağını yapar, arı peteğini kurar, ayı ininde kış uykusuna yatar. Tavuk bununla yumurtlar, kuluçkaya girer, yavrularını herkese karşı korur. Bu el-Hâdî güzel isminin evrensel çaptaki tecellisidir. Bundan insan da payını alır. Analık içgüdüsü de bir yaşam sigortası gibi yeni doğan yavru için yapılması gerekli olan işleri tetikler. İnsan diğer varlıklardan ayrı olarak irade sahibidir. Ona yaşam tarzını belirleme ve seçme sorumluğu yüklenmiştir. Bu konuda yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Ona hayır ve şerri, her iki yolu da gösterdik (Beled suresi, ayet 10).”, “Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör (İnsan suresi, ayet 3).” İslam dinine göre yaşam tarzını belirleme hakkı Allah’ındır. Çünkü Allah (c.c.) yaratıcı olarak bu hakka doğal olarak sahiptir. Bir anne-babanın evladını yada evlatlarını istediği gibi yetiştirme ve eğitme hakkına sahip olması gibi yüce Allah (c.c.) da insanlar üzerinde böyle bir hakka sahiptir. Evrende, yeryüzünde, bizzat insanın kendisinde Allah’ın (c.c.) varlık ve birliğine dair sınırsız sayıda ayetler bulunmakla beraber Allah (c.c.) gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplarla insana uyması gereken yaşam tarzını da sunmuştur. Allah (c.c.) rızasını dinine uyanlara, yani belirlediği yaşam tarzına uygun yaşayanlara tahsis etmiştir. İslam dini bir yaşam tarzıdır. Hayatı baştan sona kadar düzenler. Emir ve yasaklardan oluşur. Kişinin bunlara can u gönülden uyması bir kararı gerektirir. Bu belki kalben bir yönelmedir, bir içtenliktir. Tövbe etme isteğidir. Mahiyetini tam olarak bilemiyoruz, ama Allah’a (c.c.) yönelme adına bir adım olsa gerektir. Gerçi haramlarda nefsi tatmin eden bir lezzet, emirlerde nefse yük olan bir ağırlık vardır. Bu yüzden kişi bir tereddüt içerisindedir. Kendi başına yola girmesi adeta imkânsızdır. İşte tam bu noktada Allah (c.c.) el-Hâdî güzel ismi ile o kulda tecelli eder. Ona hidayeti nasip eder. Et-Tevvâb güzel ismiyle tövbe etmesini sağlar, tövbesini kabul eder. Kalbe iman nuru dolmaya başlar. Bu güzel ismin, yani El- Hâdî güzel isminin en-Nûr güzel isminden sonra gelmiş olması da bu açıdan manidardır. Adeta kişi İslam dinine girmekle yada tövbe etmekle yeniden dünyaya gelir. Her şey değişmiştir. Başlangıçta nefsin iştahla baktığı haramlardan iğrenmeye, ibadetler ona kolay gelmeye başlar. Şu ayet-i kerimede bu kolaylığa, ruhun İslam dini ile ulaştığı huzura işaret edilmiştir: “Allah kimi hidayete eriştirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar (En’am suresi, ayet 125).” İşte bu hidayet nimetinde vesilelere takılıp kalmamak gerekir. Kim bilir belki bir bela ve musibet, bir örnek kişi, bir farklı ortam, bir kitap bu hidayet için vesile olmuş olabilir. İşte Allah (c.c.) el- Hâdî güzel ismiyle bu vesilelere takılıp kalmamayı, hidayeti verenin bizzat Kendi’si olduğunu belirtmektedir. Allah (c.c.) bu konuda o kadar tektir ki, bütün Müslümanların hidayetine vesile olan Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Vesellemi bile bu konuda uyarmış, ona hidayetin Kendi’sine ait olduğunu aşağıdaki ayet-i kerimede özellikle vurgulamıştır. Bu ayet-i kerime peygamberimizin amcası Ebu Talib için inmişti. Bilindiği üzere Ebu Talib, İslam tarihinde Mekke döneminin o sıkıntılı anlarında peygamberimize kol kanat germişti. Azılı müşriklere karşı onu korumuş ve kollamıştı. O kadar ki, onun manevi babası gibiydi. Ebu Talib hastalanmış, ölüm döşeğinde bulunmaktaydı. Peygamberimiz (s.a.s) Allah’tan (c.c.) onun Müslüman olarak can vermesini istemişti. Bunun için dualar ediyordu. Ama yüce Allah (c.c.) onun duasını kabul etmediğini bu ayet-i kerime ile açıklıyordu. “Gerçek şu ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O hidayete erecek olanları daha iyi bilendir (Kasas suresi, ayet 56).” Sadece peygamberimiz (s.a.s) değil, başka peygamberler de sevdiklerini hidayete eriştirememişlerdir. Bu konuda çarpıcı örnekler Kuran-ı Kerim’de sunulmuştur: Hz. Nuh (a.s.), tufanda ölen kâfir oğlu için af dileyince Allah (c.c.) onu azarlamıştır. Hz. İbrahim’in (a.s.) kâfir babası için yaptığı dua kabul görmemiştir. Hz. Lut’un (a.s) inançsız eşi kâfirlerle birlikte helak olmuştur. “Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorguya çekileceksiniz (Nahl suresi, ayet 93).” El-Hâdî (kalplere hidayet yolunu gösteren, insanlara hidayet veren) güzel ismi ile kula düşen görev, insanların hidayetine vesile olmak için elinden geleni yapıp sonucu Allah’a (c.c.) bırakmaktır. Muhsin İyi