Konuya cevap cer

B- Risale-i Nur’da Cemaat ve Cemiyet


   Cemaat ve cemiyetin Risale-i Nur’daki anlamları konusunda direkt  Külliyata yönelmenin zarureti ortadadır. Risale-i Nur’dan derlenen Hizmet  Rehberi’nin 5. Bölümü olan Risale-i Nur Cemaati ve Hususiyetleri başlıklı bölüm  baştan sona dikkatlice okunduğunda durum aydınlanmaktadır. Biz de buraya  Külliyattan ve bu eserden önemli gördüğümüz kısımları aktarıyoruz.



   1- Zaman Şahsiyet ve Enaniyet Zama-nı Değil Cemaat Zamanıdır. 


   “Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enâniyet zamanı  değil, zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevi hükmeder ve  dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki  enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz  parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (Kastamonu Lahikası,  s. 102.)


“Salisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne  kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı  mağlup düşebilir... Alem-i İslam’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsi bir  dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye, biçare, zayıf, mağlup, hadsiz  düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları  bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahsın ihanet darbeleriyle  düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.”(Emirdağ Lahikası-I, s.  70.)


   Üstat “Zaman, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, cemaat zamanı”  derken cemaatin önemini vurguladığı gibi aynı zamanda önemli bir vasfını da  belirtmektedir. O da cemaatin şahsiyet ve enaniyet karşıtı bir özellik taşıyor  olmasıdır. Bu üstadın idealize ettiği bir cemaat denebilir. Zira normalde bazı  şahsın veya şahısların önemli olduğu veya lider olduğu cemaatlerde, pekala  olabilir ve olagelmiştir. Keza fertlerinin enaniyetli olması da cemaatin cemaat  vasfını kaldırmaz. Fakat Üstat burada belki de önce kendine sonra has  talebelerine ve diğer cemaat fertlerine şunu söylüyor denebilir. “Cemaatin  şahs-ı manevisi” önemlidir. Temayüz eden şahıs ve şahıslar değil, yine havuz  (cemaat) önemlidir. Yoksa her birimizin buz parçası hükmünde olan enaniyeti  değil. Bu öyle bir cemaat olmalı ki şahs-ı maneviyi temsil eden havuzda,  erimemiş bir şahıs ve enaniyet buzu kalmasın.


   Bu anlayış “vazife-i imaniye”nin başarısı için de mecburidir.  Çünkü “Ferdi şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı  manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” Çünkü o “biçare, zayıf,  mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid  hasımları bulunan” bir şahıstır ve bu sebeple bu vazife ona “yüklenmez”.  Yüklense “o yük düşer, dağılır.”


Burada “zaman, cemaat zamanıdır” derken zamana yapılan vurgu da  önem arzetmektedir. Çünkü, “cemiyet” XIX. Yüzyıl sonunda ortaya çıkan modern  Arapça’ya ait bir tabir iken “cemaat” İslam’ın ilk asrından itibaren kullanılan  ve önemi vurgulanan bir terimdir.


Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “içinizden iyiliğe çağıran, marufu  emredip, münkerden sakındıran bir cemaat bulunsun”13 buyurulmaktadır.


   Üstat şimdiki zamanda sosyal ilişkilerin yoğunluğu ve  komplikasyonu, iletişim bombardımanı, deccaliyet ve süfyaniyet çağının özel  tehlikelerinden olsa gerek, “zaman, cemaat zamanıdır” diyerek tahşidat yapıyor.



   2- Nurculuk Bir Cemiyet midir? 


   “Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas  eden ve bililtizam hiçten bir sebeb-i ittiham icad etmek nevinden, musırrane,  bir cemiyet ve teşkilat varmış gibi soruyorlar, “Bu teşkilatı yapmak için  nereden para alıyorsunuz?” diyorlar.


“Elcevap: Evvela, ben dahi soranlardan soruyorum. Böyle bir  cemiyet-i siyasiyenin, bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi  delil, hangi hüccet bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar? Ben, on senedir  Isparta vilayetinde şiddetli tarassut altında bulunmuşum. Bir iki hizmetkar ve  on günde bir iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan  usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasi muhalif  cemiyetlerin ne kadar aksülameller ile zararlı ve akim kaldığını mükerrer  müşahedatla görmüş ve kendi kavim ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta,  siyasi cemiyet ve cereyanları reddetmiş ve karışmamış ve iman-ı tahkikinin gayet  kudsi ve hiçbir şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasi  ile çürütmeyi en büyük bir cinayet telakki ederek şeytandan kaçar gibi  siyasetten kaçan ve on seneden beri Euzubillahimineşşeytanivessiyaseti kendine  düstur eden ve hileyi hilesizlikte bulan, asabi ve bilaperva esrarını faş eden,  on sene koca Isparta vilayetinin hassas ve cessas memurlarına böyle teşkilat  sezdirmeyen bu adamdan, “Böyle bir teşkilat var ve siyasi bir dolabı  çeviriyorsunuz” diyenlere karşı, yalnız ben değil, Isparta vilayeti ve bütün  beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl ve vicdan, onların iftiralarını nefretle  karşılar ve “Garazkar planlar ile onu itham ediyorsunuz” diyecekler.


“Saniyen: Meselemiz imandır. İman kuvvetiyle bu memlekette ve  Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamları ile uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet  ise ekser içinde ekaliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam  cemiyet olmaz. Meğer, gayet insafsız bir dinsiz, herkesi (haşa) kendi gibi  dinsiz tevehhüm edip, bu mübarek ve dindar milleti tahkir etmek niyetiyle böyle  işaa eder...”(Tarihçe-i Hayat, s.201.)


   Üstat burada neden cemiyetçi olmadıklarını14 önemli  gerekçe ile açıklamaktadır.


   1- Üstat siyasi bir cemiyet kurmakla suçlanmaktadır. Halbuki o  “siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş” ve “şeytandan kaçar gibi siyasetten  kaçan ve on seneden beri Euzubillahimineşşeytanivessiyaseti kendine düstur”  edinen bir anlayışa sahiptir. Zira;


   2- “İman-ı tahkikinin gayet kutsi ve hiç bir şeyle zedelenmesi  caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasi ile çürütmeyi en büyük bir cinayet  telakki” etmektedir.


3- “Meselemiz imandır. İman kuvvetiyle bu memlekette ve  Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamlarıyla uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet ise  ekser içinde ekaliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet  olmaz” diyerek darkadrocu bir cemiyet anlayışıyla, yüzde doksan dokuz mümin  kardeşiyle uhuvvetini bozmak istememektedir. Keza onları yüzde doksan dokuz  çoğunluk biziz, yüzde bir azınlık sizsiniz diyerek adeta tarih, sosyoloji ve  hukuk önünde gizli cemiyetçiliğe mahkum ediyor.


4- “Kuvvetli siyasi muhalif cemiyetlerin aksülameller ile  zararlı ve akim kaldığını mükerrer müşahedatla görmüş ve kendi kavim ve binler  dostları içinde, en mühim fırsatta, reddetmiş ve karışmamış”tır di-yerek bu tür  hareketlerin başarısızlığa mahkum olduğunun “mükerrer müşahedatla” sabit  bulunduğunu, başarma ihtimalinin yüksek olduğu “en muhim fırsatta” bile “kendi  kavim” ve “binler dostları içinde” olmasına rağmen doğru bulmamıştır. (Şeyh Said  İsyanı)


   “Bana sordular ki: ‘Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o  cihette beraet vermesiyle, yirmi seneden beri tarassut ve nezaret eden altı  vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle  harika bir alaka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü  halletmenizi isteriz’ dediler.


“Ben de cevaben dedim ki: ‘Evet, Nurcular cemiyet memiyet,  hususan siyasi ve dünyevi ve menfi ve şahsi ve cemaati menfaat için teşekkül  eden cemiyet ve komite değiller ve olmazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları  kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar  İslam fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet  almışlar ki, bu harika alakayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu aciz biçare  kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: Milyonlar kahraman  başları feda oldukları bir hakikate başımız dahi feda olsun’ diye onlar namına  söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek, Nurcularda hakiki,  halis, sırf rıza-yı İlahi için ve müsbet ve uhrevi fedailer var ki, mason ve  komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o  Nurculara çere bulamayıp hükümeti, adliyeyi aldatarak, lastikli kanunlar ile  onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nur’un  ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.”(Şualar, s. 439)


Burada hiçbir cemiyet ve komitede bulunmayan aramızdaki “öyle  harika bir alaka” nereden kaynaklanıyor? sorusu ce-vaplanıyor.


   Evet, Nurcular

1- Cemiyet,

2- Hususan siyasi,

3- Dünyevi,

4-  Menfi,

5- Şahsi ve cemaati menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite  değiller. “Fakat bu vatanın kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için  ruhlarını feda eden eski kahramanlarının ahfatları ‘fedailik damarından irsiyet  almışlar ki bu harika alakayı’ gösteriyorlar” demek suretiyle tarihi  perspektiften bakarak bu müşkülü çözüyor.



   3- Nur Talebelerinin Cemiyet Olduğu Vehmini Veren Sebepler 


   “Bazı insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasi  cemiyet vehmini veren üç maddedir.


“Birincisi: Eskiden beri benim talebele-rim benim ile kardeş  gibi şiddetli alakadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.


   “İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirtleri—her yerde bulunan ve  Cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen—cemaat-i İslamiye heyetleri gibi  hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şakirdin  niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet i imamiyede halis bir  kardeşlik ve uhrevi bir tesanüddür.


   “Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte  bildiklerinden ve hükümetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından,  fikren diyorlar ki, ‘Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükümetin bizim  medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise,  muhalif bir cemiyet i siyasiyedirler.”


   Buradaki birinci sebep olan talebelerin Üstad ile “kardeş gibi  şiddetli alakadar olmaları” yukarıda “Nurcularda öyle bir harika alaka”nın bir  başka tezahürü olsa gerektir.


   “Nur Şakirtlerinin halis ve sırf uhrevi nurlara ve tercümanına  karşı alakalarına, dünyevi ve siyasi cemiyet namını verip, onları mesul etmeye  çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç  mahkemenin o cihette beraet vermesiyle beraber, deriz ki:


   “Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin hususan millet-i İslamiyenin  üssü’l-esası, akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde  alakadarane irtibat ve İslamiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı manevi,  muavenetkarane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakarane bir  alaka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlerine ve naşirlerine  sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasiyle  temin eden bu rabıtaları inkar etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik  tohumunu saçan nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp  karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi  bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur  Şakirtlerine medar-ı mesuliyet cemiyet namını verebilir. Onun için hakiki Nur  Şakirtleri çekinmeyerek Kur’an hakikatle-rine karşı kudsi alakalarını izhar  ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul  ettiklerinden, mahke-me-i adilenizde hakikat-i hali olduğu gibi itiraf  ediyorlar. Hile ile dalkavukluk ile ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül  etmiyorlar.”(Şualar, s. 330.)


Üstad ancak “kızıl tehlike” olan Komünizmin benimsenmesi halinde  cemiyetçilikten mesul tutulabileceklerini, zira bunun dışında bir görüşün  Nurcular ve alem-i İslam arasındaki manevi ve kardeşane alakaları  yasaklamayacağını belirterek yetkilileri Komünistlerle aynı konumda olmamaları  hususunda uyarıyor. Adeta onları rejimlerine göre yasak ve sos-yolojiye göre  (%99’a karşı %1) azınlıkta olan görüşün cemiyetçiliği ile suçluyor.



   4- Nur Talebeleri Nasıl Bir Cemiyettir? 


“Ben buradaki bütün Risale-i Nur Şakirtlerini ve benimle  görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum; onlardan sorunuz  ki, ben hiçbirisine dememişim bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye  teşkil edeceğiz. Daima dediğim budur: “Biz imanımızı kurtarmaya çalışacağız.  Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir  mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve  Kur’an’da “hizbullah” namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle  kendimizi, Kur’an’a hizmetimiz için hizbü’l-Kur’an, hizbullah dairesinde  bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla  itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur.”  (Şualar, s. 238.)


   Burada Üstad “Cemiyet-i Nakşiye” diye ilginç bir tabir  kullanıyor. Nakşibendi Tarikatını bir cemiyet olarak da değerlendirebilir veya  tarikatların kanunen yasak olması ve Nurculuğun kasten tarikatçılıkla bir  tutulması sebebiyle karışıklığı önlemek açısından da ifade etmiş olabilir. Fakat  ikinci görüş daha muhtemeldir.


   “Medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini  tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki, üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraet  vermekle beraber mabeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet hiçbir  emare, mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar... Yalnız, bir  muallimin talebeleri ve darü’l-fünun şakirtleri ve Kur’an dersini veren hafızın  hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinden bir uhrevi kardeşlik var.  Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere  ve vaizlere siyasi cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle  asılsız ve manasız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum  görmüyorum.


Yalnız, hem bu memleketi, hem alem-i İslam’ı çok alakadar eden  ve maddi ve manevi bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk  eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi tekrar aynı hakikat ile  müdafamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak  etmez ve edemez.


   Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her  asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o  mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini  gösteriyorlar. “Müminler Kardeştirler” kudsi programıyla, birbirinin  yardımına—dualarıyla ve manevi kazançlarıyla—koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve  muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de, Kur’an’ın imani  hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi  idam-ı ebediden ve daimi ve berzahi haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair  dünyevi ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı  ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir  münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmi-yoruz.”(Şualar, s. 320.)


Üstat, burada nasıl ki “bütün esnaf ve mekteplilere ve vaizlere  siyasi cemiyet nazarıyla” bakılmaz Nur cemaatine de bakılmaz. Diyerek Nur  cemaatinin tabii, fıtri ve sosyal hayat için zaruri olduğunu vurguluyor.


Keza ısrarlı cemiyet ithamları karşısında “öyle bir cemiyetimiz  var ki her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var” di-yerek cemiyetçilik  suçlamasını ancak bütün İslam alemini kapsayan bir cemiyet olması halinde kabul  ettiğini böylelikle de asla “ekser içinde ekalliyet ittifakını” kabul etmediğini  belirtmektedir.



   5- Nur Cemaati Dost, Kardeş, Talebe Dairelerinden  Müteşekkildir 


   Üstada göre Nur Cemaati üç tabakadan müteşekkildir. Bunlar Dost,  Kardeş ve Talebedir. Vasıflar ise şöyledir.


“Dostun hassası ve şartı budur ki: Katiyen, Sözler’e ve envar-ı  Kur’aniyeye dair hizmetimize ciddi taraftar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve  dalalete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.


   “Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in  neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi  işlememektir.


“Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve  telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i ha-yatiyesini onun neşir  ve hizmeti bilsin. (Mektubat s. 329)


   “Risale-i Nur, bir daire değil, mütedahil daireler gibi tabakatı  var. Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi  tabakaları var. Erkan dairesine liyakati olmayan Risale-i Nur’a muhalif cereyana  taraftar olmamak şartıyla, daire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti, zıt bir  mesleğe girmemek şartıyla, talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar  olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına  iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat, Risale-i Nur’un erkanlarında ve  haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek  gerektir.”(Kastamonu Lahikası, s. 188.)


   Görüldüğü gibi Üstad Nurcuların yüzde yüz homojen bir topluluk  olmadığını en az üç daireden (Dost, Kardeş, Talebe) hatta daha çok tabakadan  oluştuğunu şöyle ifade ediyor. “Risale-i Nur, bir daire değil, mütedahil  daireler gibi tabakatı var. Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve  talebeler ve taraftarlar gibi tabakaları var.” Cümlenin sonu “ gibi tabakaları  var” diye bittiğine göre burada sayılmayan başka tabakalarında olduğu  söylenebilir.


   Keza Üstad Nur Cemaatini o kadar geniş düşünmektedir ki “beş  farz namazını eda” etmeyip “yedi kebair”den işleyeni hatta “kalben taraftar  olmamak şartıyla”, “haksızlık”, “bidalar” ve “dalalet”le amel edenleri bile  cemaate dahil etmektedir.


Yalnız bunun için bazı ön şartları vardır. Bunların birincisi  Üstadın şahsını “mübarek ve makam sahibi zannedip” değil de “Kur’an-ı Hakimin  dellalı olduğu cihetle” gelecektir. [Bu şart bütün daireler (Dost, Kardeş,  Talebe) içi genel şarttır.] Dost için aranan aşağıdaki üç özel şarta da uyuyorsa  o artık Nur Cemaati’ndendir. Zira yukarıda belirttiği gibi dost dairesi  kesinlikle Nur Cemaati içindedir. Dostun özel şartları ise;


   1- “Katiyen Sözler’e (Risale-i Nur’a) ve envar-ı Kur’aniyeye  dair hizmetimize ciddi taraftar olsun.”


2- “Haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben taraftar  olmasın.”


   3- “Kendine de istifadeye çalışsın.” dır.


Görüldüğü gibi Üstad hemen aşağıda “kardeş” için aradığı  şartları “dost”ta da aramamak suretiyle namaz kılmama ve kebairi işleme kusurunu  dost ve dolayısıyla Nurcu olmaya engel görmüyor demektir. Fakat bunlar Nurculuk  içinde kardeş ve talebe olmaya da kesinlikle manidir.


   Burada ölçüsüz bir değerlendirme yapıyor olma endişesini aşmak  için şu sorulara da cevap bulmak doğru olabilir. “Dost” için aranan “haksızlık,  bid’a ve dalalete kalben taraftar olmama,” bunlardan bir veya birkaçının  işlenmesi ve işleyenin hala dost kabulü anlamına muhakkak gelir mi?


   İkincisi de kardeş için aranan namaz kılma, kebair işlememe  şartı dost için aranmayan bir şart kabul edilebilir mi? Çünkü iki sonuca da  doğrudan bir tasdik yerine mefhumu muhaliflerinden vardığımızdan ve Üstad gibi  bütün ömrünü imandan sonra salih amel ve takvaya vakfeden bir allame, bir  mürşid-i kamil bunu kabul eder mi? Dediğimizde cevabı yine Üstad veriyor. “Bid’a  ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için az bir  kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız.”


   Aynı paragrafta dikkat çekici bir husus da Üstad’ın “erkan”ın  “daire haricine atılmama”sı için “Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraftar  olmamayı” şart koşarken, “hasların hasiyeti” olarak “zıt bir mesleğe girmemek”  şartıyla talebe olabilir demesidir.


   Yine yukarıdaki bahsin son kısmında “talebe” ve “kardeşlerin”  Üstad’ın duasına dahiliyetleri anlatılırken “eğer dost ise ve feraizi kılar ve  kebairi terk ederse, umumiyet-i ihvan itibariyle duamda da dahildir” demek  suretiyle feraizi kılmayıp kebairi terk etmemiş birinin de dost olmaya dost  olduğunu, fakat davaya dahiliyetleri için bu şarta uyması gerektiğini  belirtmemektedir.


   Keza “umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade  efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs  olmadığını” ve “öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil  mensupları var.” Derken üç yüz elli milyonun o zamanki Müslümanların dünya  nüfusu olduğu, bunların hepsinin kebairi terk ve namaz konusundaki vecibeyi  yerine getirmediği belli olduğu halde, onları hem cemiyet hem de cemaat diye  isimlendirerek tümüne sahip çıkmaktadır.


   Fakat mütedahil dairelerden en dışta olan dost dairesi için bile  “Katiyen, Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize “ciddi  taraftar”lık şartı birinci ve en önemli bir şart olarak aranmaktadır.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst