Konuya cevap cer

http://www.risalehaber.com/index.phpHutbe-i Şâmiye’nin yüz yıllık serencamı

 

Hutbe-i Şâmiye’de dile getirilen ‘altı kelime’  ışığında geçen yüzyıla ve içinde bulunduğumuz ana baktığımızda,  İslâm’ın istikbaline dair daha ümitli haldeyiz. Çünkü kâinat ve fıtrat  zaten her hal ve şartta İslâm’ı doğruladığı gibi, yüzyıl içerisinde  yaşananlar da ‘din-dışı bir yeryüzü cenneti’nin imkânsızlığını ortaya  koyarak bütün dünyada yeniden dine yönelişe kapı aralamış bulunuyor.

    

    Peygamber Efendimiz  hayatta iken yaşanan savaşların en dehşetlisi, Ahzâb Savaşı’dır. Bizim  daha ziyade ‘Hendek Savaşı’ diye bildiğimiz bu savaşın Ahzâb Savaşı diye  anılması daha yerindedir; çünkü bu savaşta Arabistan’daki bütün  hizipler kendi aralarındaki her türlü ihtilafı unutup İslâm’a karşı  birleşmiş ve Medine’ye ortak bir taarruz düzenlemişlerdir. Nitekim,  Ahzâb Sûresi’nin iniş sebebi de işte bu taarruzdur.

    İslâm’a  yönelik bu büyük taarruzu çok kısa bir süre önce haber alan Hz.  Peygamber (a.s.m.) durumu ashabıyla paylaşır. Sayısı ikibini bulmayan  mü’min ordusunun onikibine ulaşan bu hizipler birliğine karşı  direnmesi zordur. Tam da burada, henüz yeni özgürlüğüne kavuşmuş  Selman-ı Fârisî’nin önerisi devreye girer ve müşriklerin Medine’ye  girmesini önlemek üzere Sel Dağı çevresine hendek kazılmasına karar  verilir. Mü’minler, altı gün gibi kısa bir zamanda, mucizevî bir  sûrette, dört kilometreye ulaşan bir hatta dört metre genişliğinde ve  ikibuçuk metre derinliğinde bir hendek kazmaya muvaffak olurlar.

    Bu esnada yaşanan bir mucizevî olay ise,  bir türlü parçalanamayan bir büyük kaya ile ilgilidir. Bu kaya  Resûlullah’ın vuruşuyla üç hamlede parçalanırken, her bir vuruş anında  çıkan mu’cizevî kıvılcımı Resûlullah (a.s.m.) ashâbına “Bana Yemen’in  sarayları gösterildi”, “Bana Busrâ’nın sarayları gösterildi”, “Bana  Medâyin sarayları gösterildi” diye anlatır.

    O kuşatılmışlık atmosferi içinde mü’minlerin ‘gaye-i hayal’ini  diri ve uyanık tutan; nazarlarını ve düşüncelerini o anın kuşatması  içinde hapsolmaktan kurtaran bir keyfiyettir bu. Mü’minler, bu mucizevî  irşad ile bedenleri Medine’nin surları ve hendek arasında kuşatılmış  haldeyken, nazarlarını ve tasavvurlarını üç koldan dünya kadar  genişletmişlerdir. Zira Muhammedü’l-Emîn bu hadiseyle  onlara sözkonusu kuşatılmışlığın arızî ve geçici olduğunu, gün gelip  İslâm’ın Yemen (yani doğu), Busrâ (yani, Afrika ve batı), Medâyin (yani,  Mezopotamya, Anadolu, İran, Kafkaslar; kuzeybatı) yönünden ilerleyip  bütün dünyaya yayılacağı müjdesini vermiştir.

    Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bu müjdesine münafıklar ise gülüp geçerler  gerçi. Ama Allah Peygamberini bir kere daha doğrulamış, Ahzâb  savaşından çok değil dört yıl sonra Mekke’nin kapıları İslâm’a açıldığı  gibi; çok değil kırk yıl içinde İslâm Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.)  tarif ettiği bu üç yönden üç kıtaya yayılmıştır.

    Muhammedü’l-Emîn (a.s.m.) en dehşetli kuşatma anında  mü’minlere bu müjdeyi verirken, elbette dayandığı bir hakikat zemini  vardır. Son tahlilde, her şey ve her yer Allah’ın kudret, ilim ve  iradesinin kuşatması altındadır ve âlemler Rabbi, kâinata ve fıtrata kök  salmış hakikat-ı İslâmiyetin üç-beş hizbin taarruzuyla târümâr olmasına  elbette izin vermeyecektir.

    Ahzâb günlerinin bu dersi, sonraki  kuşatma zamanlarında da, mü’minler için bir çıkış kapısı olmuştur hep.  Haçlı seferleri esnasında, Moğol saldırıları esnasında ve en son  Batı’nın İslâm topraklarına yönelik topyekün sömürgeleştirme seferi  esnasında, mü’minler Ahzâb günlerini hatırlayıp ‘birleşik hizipleri’  yenilgiye uğratan âlemler Rabbi’nin kudretine ve rahmetine sığınarak  gayretlerini diri tutmuş; Ahzâb günlerinden az zaman sonra gelen büyük  fetihlere bakarak da, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) verdiği müjdenin  aydınlığında ümitlerini korumuşlardır.

    

    100 yıl önceki Ahzâb günleri

     Bundan yüz yıl önce, İslâm dünyasının dörtte üçünün doğrudan Batı’nın  esareti altında olduğu, henüz esir olmamış İslâm topraklarında hüküm  süren Osmanlı’nın ise ‘hasta adam’ muamelesi gördüğü 1911 yılında Bediüzzaman’ın sergilediği büyük ümit ve büyük gayret, işte bu Asr-ı Saadet hatırası ışığında okunmalıdır.

     Batı’nın çoğunu bilfiil sömürgeleştirdiği, kalan kısmını ise kendi  aralarında nasıl bölüşeceğinin pazarlığını yapıyor olduğu bir vasatta  Şam’da Emevî Camii’nde kürsüye çıkan Bediüzzaman, ‘eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığı ‘altı kelime’yi anlatırken, ilk sıraya ‘el-emel’i koyar. “Yani, rahmet-i ilâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.”

     Sonrasında, nasıl mü’minler bir büyük kuşatma altında iken  Muhammedü’l-Emîn (a.s.m.) İslâm’ın üç koldan bütün dünyaya yayılacağının  müjdesini vermişse, Kur’ân’ın ve Asr-ı Saadet’in aydınlığında Bediüzzaman da ‘ye’sin burnunun rağmına olarak,  dünyaya işittirecek derecede’ bir kesin kanaat ile “İstikbal, yalnız ve  yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakâik-ı Kurâniye ve imaniye  olacak” müjdesini verir.

    Ama nasıl Efendimiz’in (a.s.m.)  müjdesi bir hakikat zeminine dayanıyorsa, Bediüzzaman’ın bu müjdesi de aynı hakikat zeminine dayanmaktadır. Bediüzzaman’ın bu müjdesi, bir ham hayalin yahut bir ‘zan’ veya ‘temenni’nin değil, harikulâde bir imanî muhakemeye  dayanan bir hakikatin ifadesidir. Çünkü vahyin önerisine kulak tıkama  bedbahtlığına uğramamış, kendisini küfre şartlandırmamış her akıl  hilkate, yani kâinata baktığında, aslolanın hayır ve hüsün ve hak ve  kemâl olduğunu; şer ve kubhun ancak ‘tebeî’ kaldığını görebilecektir.  Nitekim kâinatta hayrın asıl, şerrin ise tebeî olduğuna, dinli-dinsiz  herkesin iştigal ettiği bir alan olarak kâinatı inceleyen bilimler birer  sâdık şahittir. Fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi, şu-bu derken  gitgide dallanıp budaklanan; her biri kâinatın belli bir veçhesini veya  cüz’ünü incelemeye adanmış bu kadar bilimin varlığı, gerçekte, ortada  bir nizam ve intizamın, bir düzen ve uyumun var olduğunun delilidir.

    Âlemde hayır ve hüsün ve hak asıl iken, insan da hayır ve hak ve hüsne talip bir fıtratta yaratılmışken, üstelik Muhammed-i Arabî (a.s.m.)’ın dost ve düşmanın ittifak ettiği o güzelim ahlâkı ve icraatı da ortada iken; üstelik bir mü’minler toplumunda şer ve kubuh ve bâtıl nasıl kalıcı olabilir?

     Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye’de birinci kelime olarak ‘el-emel’i, yani  rahmet-i ilâhiyeye karşı kuvvetli ümit beslemeyi böyle bir muhakeme  zemininde dile getirdiği gibi, zamanın düz bir çizgi olarak  ilerlemediğine, bilakis kıştan sonra bahar, geceden sonra gündüzün  geldiğine de atıfta bulunmakta; neticede şu müjdeyi vermektedir: “Hakikat-ı İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i ilâhiyeden bekleyebilirsiniz.”

     Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının siyasî, askerî, idarî, ekonomik,  kültürel, kısacası hemen her açıdan Batı tarafından kuşatılmış, dahası  ‘ele geçirilmiş’ gözüktüğü bir zamanda dile getirdiği bu ümit, onun Şam  Hutbesi’nin daha ‘birinci kelime’sidir. Bu kelimede, başka başka  açılardan, yine İslâm’ın önündeki engellerin ortadan kalkıyor olduğuna  dair, sonraki yüzyıl boyunca, hadisatın seyriyle doğrulanmış tahlillere  yer verir Bediüzzaman.

    

    Dönüşümün anahtarı

     Ardından, ikinci kelimede, ‘âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş en dehşetli  hastalık’ olarak yeisi, yani ümitsizliği bertaraf etmek üzere, yine Kur’ân’dan aldığı ilaçları dile getirir Bediüzzaman.

     Onun Hutbe-i Şâmiye’de verdiği müjdenin gerçekleşmesi için, mü’minler  topluluğu için bir kanser niteliğindeki ümitsizliğin ölmesi ve yerini  rahmet-i ilâhiyeye sarsılmaz bir ümidin alması gerektiği gibi,  mü’minlere düşen başkaca görevler de vardır.

    Bediüzzaman, bunları da sırasıyla sıdk, muhabbet, hürriyet ve meşveret olarak tarif eder.

    Asr-ı Saadet’te yaşanan büyük dönüşümün anahtarı,  Bediüzzaman’ın belirttiğine göre, sıdk, yani doğruluktur. Sıdkın  hayatın bir esası haline gelmesi iledir ki, hak ile bâtıl, gerçek ile  yalan, doğru ile yanlış, yakîn ile zan ayrışmış ve selim akıllar ile  vicdanlı kalblerin hakkı kabul ve teslim etmeleri kolaylaşmıştır. Aynı  şekilde, İslâm’ın yeniden hükümferma olmasının yolu da, mü’minlerin  tıpkı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi, İslâmiyete lâyık doğruluğu  göstermeleri; yalana ve zanna asla mahal vermemeleridir. Güya hak namına  da olsa, yalana asla müsaade edilmemelidir.

    Aynı şekilde,  mü’minler için aslolan duygu durumu, ‘muhabbet,’ yani sevgi olmalıdır.  Muhabbetin zıddı olarak husumet, başkası ile beslenir; düşman olarak  bellenen başka birileri olmalıdır ki, husumet ve adavet sahibi kişi onun  ile kendisini tarif etsin. Hâlbuki muhabbet, var olmak için, bir  ‘öteki’ye ihtiyaç duymaz. Bilakis muhabbetin gereği, ‘öteki’yi bile bizden biri kılabilmektir.  Muhabbetin kalbde esas olmasıyla kişi bütün mü’minleri kucakladığı  gibi, henüz mü’min olmayan insanların da imanın aydınlığına gelmeleri  için var gücüyle çalışır. Kısacası, mü’minleri yekvücut olmaktan,  enerjilerini buluşturup sinerjiye dönüştürmekten alıkoyan hallerin  ortadan kalkması için muhabbete ihtiyacımız olduğu gibi; bütün bir  insanlığı hakka davet edebilmek, hakikat noktasında bir büyük buluşmanın  izini sürebilmek için de bize lâzım olan, muhabbettir.

    

    Kur’an’dan alınmış iki kelime

    Bediüzzaman’ın Kur’ân eczanesinden alınmış iki kelime olarak ‘hürriyet’ ve ‘meşveret’e  dair tarifi de manidardır. Hürriyet, her insana Allah tarafından  verilmiş iradeye saygı duymayı gerektirir. Keza, her insanın ayrı bir  kişilikte, ayrı bir kabiliyet ile donanmış olarak kendi gelişiminin  yolunu aramasına izin ve imkân verir. Meşveret ise, hür irade sahibi  insanların bir araya gelip bir ortak irade oluşturmasının; hepsinin  kendi bakış açılarını bir araya getirip küllî ve kuşatıcı bir bakışa  ulaşmalarının formülü niteliğindedir. Hürriyet, herkesin  sorumluluk almasını gerektirir; meşveret ise, sorumluluğunu bilen bu  insanları kollektif bir sorumluluk bilincine yönlendirir.

    Sonuçta, bütün bunlar beraberce gerçekleşebildiğinde, İslâm dünyası da, insanlık da aydınlık bir istikbal görecektir.

     Bediüzzaman, yüz sene önce, 1911 yılında verdiği Hutbe-i Şâmiye’de  bunları söylüyordu. Geçen yüzyıl içinde, onun bu tesbitlerini doğrulayan  gelişmeler yaşandığı gibi, özellikle sıdk, muhabbet noktasında yaşanan  tökezlemeler ve hürriyet ve meşveret noktasında karşılaşılan engeller  onun yüz yıl önce verdiği müjdenin bilfiil gerçekleşmesinin önünde bir set oluşturdu.

    

    Hutbe-i Şamiye’nin müjdeleri

     Kısacası, Hutbe-i Şâmiye’de dile gelen ‘altı kelime’ ışığında geçen  yüzyıla ve içinde bulunduğumuz ana baktığımızda şunları söylemek mümkün:  Yüzyıl sonra, İslâm’ın istikbaline dair daha ümitli haldeyiz. Çünkü,  kâinat ve fıtrat zaten her hal ve şartta İslâm’ı doğruladığı gibi,  yüzyıl içerisinde yaşananlar da ‘din-dışı bir yeryüzü cenneti’nin  imkânsızlığını ortaya koyarak bütün dünyada yeniden dine yönelişe kapı  aralamış bulunuyor.

    Ama buna karşılık, İslâmî ahlâkın iki temel  sütunu olarak sıdk ve muhabbet açısından, hâlâ yapılacak çok şey var.  Avâm dediğimiz çoğunluk aklından ziyade gözüyle düşündüğüne, dolayısıyla  ‘söylem’den ziyade ‘eylem’ ile bir değerlendirme yaptığına göre,  mü’minlerin sıdk ve doğruluğu hayatlarında daha bir kuvvetle hükümferma  kılmaları gerekiyor. Aynı şekilde, mü’minler arasında, hakkı arayan sair  insanları da kucaklayacak bir ‘sinerji’nin oluşması için, husumetin  değil, muhabbetin asıl olduğu bir ruh halinin hâkim olması gerekiyor.

     Hürriyet ve meşveret noktasında ise, Bediüzzaman’ın sözünü ettiği bir  ittifakın oluşturduğu engellerin artık çatırdamaya başladığını  görüyoruz. ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın  İslâm’ın inkişafına beraberce engel olmaya çalıştığını belirtiyor  Bediüzzaman. Nitekim kendi ülkesinde demokrasi isteyen Batı’nın İslâm  âleminde ise seküler despotların yönetimini hep tercih ettiğini, güya  ‘demokrasi’ gelirse İslâm’ın da geleceği endişesini taşıdıklarını  görüyoruz. Ama demokrasi noktasında az biraz ilerlemenin Türkiye’de  meydana getirdiği dönüşüm, bütün âlem-i İslâm için hürriyet ve  meşveretin ne derece hayatî bir nitelik taşıdığının bir delili  niteliğinde.

    Yakın zamanda Tunus ve Mısır örneğinde görüldüğü üzere,  Müslüman toplumların üzerindeki seküler despotizmin ortadan  kalkmasıyla, umulur ki, hürriyet ile meşveretin buluştuğu bir kıvam  gerçekleşecek. Böyle bir kıvama, kendi despotluklarını daim kılmak için ümmet içerisine fitne ve ayrılık tohumları atanların  ürettiği husumetlerin kırılıp mü’minlerin kardeşliğini her daim  hissettiren muhabbetin de kuvvet bulması, dahası sıdkın da sosyal,  siyasal, ekonomik her alanda sarsılmaz bir halde yerleşmesiyle, rahmet-i  Rahmân’dan umulur ki, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’de dile getirdiği hakikatli rüya, yüzyıl sonra gerçek olacak…


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst