İblis’in tuzağının bozulduğu gün: Kıyamet

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
20148.jpg


Hasediyle kendisini yaktığı gibi haset ettiği insanı da yakmaya azmeden İblis’in insana kurduğu tuzakların ilki, Kur’an-ı Hakîm’in bildirdiği üzere, ”yasak meyve”yle ilgilidir. Âlemlerin Rabbi’nin insan için bir sınanma sebebi olarak bir ağacın meyvesini yasak kılmasına karşılık, İblis, Âdem’e ”şeceretu’l-huld”un, yani ”ölümsüzlük ağacı”nın meyvesi olduğu için bunun kendisine yasaklandığını; bu yasak meyveyi yemesi karşılığında ölümsüzlüğe kavuşacağını ona fısıldayacaktır. Bakıldığında, İblis’in Hz. Âdem için kurduğu bu tuzağı, Âdemoğulları için de durmaksızın kurmaya devam ettiği görülür. Bir açıdan, tuzak hâlâ aynı tuzaktır. İblis ve avanesi, hâlâ daha, insanı ”ölümsüzlük” umudu üzerinden kandırıp Rabb’inin rızası yolundan kaydırmaya devam etmektedir.

Nitekim şu dünya imtihanında bütün insanların yüz yüze geldiği en büyük şeytanî tuzaklardan biri, bu fani dünyada gözünün önünde gerçekleşen bunca ölüme rağmen ”hiç ölmeyecekmiş gibi” yaşamaya devam etmesidir.

Gözümüz önündeki ölüm tabloları sanki başkası içindir, sanki ölüm bizim semtimize hiç uğramayacaktır, sanki bizim için ölümsüzlük vaat edilmiştir; bu dünya hayatına tutunma biçimine, günlerini ve yıllarını yaşama biçimine bakıldığında, böyle bir tablo çıkmaktadır karşımıza. İblis’in ”ölümsüzlük” zannı üzerinden kurduğu bu tuzak, insanın ölümü düşündüğü durumda dahi geçerlidir. Kendi ölümünü idrak ettiği durumda dahi, neslin devamıyla, ismini ve varlığını soyundan gelenler ile sürdürmüş olacağı düşüncesiyle insanı avutur İblis.

Kendi hayatının faniliğini anladığı anda, insana, kendisinden sonra devam edip giden bir hayat çizgisi gösterir. “Ama hayat devam ediyor” tesellisini koyar insanın önüne. Çocuklarının, torunlarının, torunlarının çocuklarının hayatlarının da bir gün sona ereceğini düşündüğü anda ise, yeryüzünde hayatın ve bizzat yeryüzünün yerinde kalmaya devam edeceği bir gelecek tasavvuruyla, bir ”adın ve eserin kalacak yadigâr” vehmiyle insanı aldatır. Faniliği aşikâr bir dünyada ”ilelebet payidar” ülkeler tasavvur etmek, bu sebepten değil midir? Sema çatladığı vakit…

Ve yine bu sebepten, milyarlarca yıl sonra bile olsa güneşin de bir gün söneceğinin teknik hesaplamalarla apaçık ortada olduğunu öğrendiğinde, insanı bir hüzün hâli kuşatır. Çünkü hiç sönmeyecekmiş gibi dünyanın tepesinde asılı duran güneş, bu haliyle, ”ölümsüz,“ sabit ve kalıcı bir âlem tasavvuruna yol açmıştır insan için. ”Ölümsüzlük” umuduyla yasak meyveyi yiyerek yeryüzüne düşen insan, yine ölümsüzlük zannıyla yerin yüzünde kendisine bir sanal gerçeklik üretmektedir.

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığı, ölümü hatırladığında ise “Ama hayat devam ediyor” ve “Arkamdan adım anılacak” tesellisine sığındığı ve her hâlükârda kâinatı sabit ve müstakar bir yapıda farz ettiği bir sanal gerçeklik... Dünyada hayatın sona erdiğinin ölümünü düşündüğü bir sanal gerçeklik... Kur’an’ın ayetleri arasında her sayfasında doğrudan veya dolaylı şekilde muhakkak karşımıza çıkan kıyamet haberleri, işte bu sanal gerçekliğin insanı asıl gerçeğin gafili olmaktan kurtarmak için olsa gerektir.

İnsanın bu dünyaya başıboş gönderilmediğini, bu dünyanın da kalıcı olmadığını bildiren Kur’an ayetleri, insanın bu dünya merkezli ölümsüzlük vehmini kırarak insanı ölümün ötesine hazırlanmaya davet ederken, ”sanal”ın yerine ”gerçeği” ikame etmektedir. Âlemin bu haliyle ölümünden sonra bütün insanlığın yeniden dirilip hesaba çağrılacağı günün ”Din Günü” olarak isimlendirilmesi, bu sebeptendir. Nitekim Sûre-i İnfitar, ”o gün”ü bize şöyle haber vermektedir: “Sema çatladığı vakit ve yıldızlar döküldüğü vakit ve denizler akıtıldığı vakit ve kabirler deşildiği vakit, bilir bir nefis nedir takdim ettiği ve tehir ettiği! Ey insan! İkramı bol olan Rabbin hakkında seni aldatan nedir? O Rabbin ki, seni yaratmış, sana düzen ve denge vermiştir. İstediği en güzel bir şekilde seni terkip etmiştir. Hayır, siz ceza ve mükâfat (gününü) inkâr ediyorsunuz. Halbuki, üstünüzde koruyucu, iyi, değerli yazıcı melekler vardır. Onlar ne yaptığınızı bilirler. Gerçekten hayırlılar ve iyiler, nimet içinde (olacaklar). Fâcir (günahkâr ve kâfir)ler de Cehennem içinde olacaklar. O ceza ve mükâfat günü, o Cehenneme yaslanacaklar. Onlar, o Cehennemden kaybolacak değiller. [Ve ey insan!] Nereden bileceksin, din günü nedir? Yine ne bileceksin, din günü nedir? Hiçbir kimsenin hiçbir kimseye fayda verme gücüne sahip olamadığı bir gündür. O gün, bütün emir ve irade, yalnızca Allah’ındır.” (İnfitar Suresi, 82:1-19)

“Mâliki yevmi’d-dîn” Bu sûrenin bildirdiği üzere, ”din günü”yle murad olunan, kıyamet ve Hesap Günü’dür. O gün, şu dünyada ”şiddet-i zuhurundan” gizlenen, ulûhiyetini rububiyet perdesinde cilvelendiren Zât-ı Akdes, perdesiz bir surette uluhiyetini tecelli ettirecek; şu imtihan dünyasında ”hakaik-i nisbiye” suretinde görülen hakikatler o gün kendilerini ”mutlak hakikatler” suretinde gösterecektir.

İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği üzere, “‘Yevmi’d-dîn’ kelimesinden maksat ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür veya hakaik-i diniyedir, çünkü hakaik-i diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet, Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz'etmiş ve her şeyi o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i esbap daire-i itikada galip ise de; ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir.” Bu bakımdan, müminlerin her gün beş vakit kıldıkları namazın her bir rekâtında muhakkak okudukları “Mâliki yevmi’d-dîn” ayeti, ilk anda tek bir güne ve mâlikiyetin tek bir veçhesine işaret ediyor gözükmekle birlikte, gerçekte O’nun mâlikiyetini dünya ve ahiret her iki veçhesiyle göstermektedir. Çünkü ancak şu kâinat mülkünün Mâlik-i Zülcelâl’idir ki, ”hiç kimsenin kimseye faydasının olmadığı” o din gününün Mâlik’i olabilir. Bugünler de “din günü”dür

İnfitar Suresi, kıyameti ”din günü” olarak tarif ederken, aslında insanın bugünden kavrayabileceği bir gerçeğe de işaret etmektedir. ”Din günü,“ ”hiç kimsenin kimseye faydasının olmadığı, bütün emir ve iradenin Allah’a mahsus olduğu” gün ise eğer, dikkatle bakıp irdeler ve ”sebepler perdesi”ni aralar ise, insan şu yaşadığı günlerin de son tahlilde ”din günü” manasına dâhil olduğunu pekâlâ görebilir. Çünkü şu dünyada ve şu günlerde de, her şey ancak O’nun dilemesiyle var olmaktadır. Şu dünyada ve şu günlerde de, bütün emir ve irade yalnız O’nundur. Şu dünyada ve şu günlerde de, O’nun emir ve izni olmadıktan sonra, ne sebeplerin sonuç üzerinde bir tesiri vardır, ne de kimsenin kimseye faydası. Bu bakımdan, yaşadığı şu dünya hayatında içinde yaşadığı kâinata bakıp Âlemlerin Rabbi olarak Allah’ı tanıyan mümin, bu dünyada imanıyla, basiretiyle, kalp gözüyle gördüğünün teyidini ”din günü”nde çıplak gözle görecektir yalnızca.

O gün asıl şaşakalacak olan, şu daire-i mülkten melekûta bir yol bulamayan, sebepler perdesini aralayıp Müsebbibü’l-Esbâb’a ulaşamayan, şu âlemi ”âlem-i gayb”ın şahidi kılamayanlardır! Mülkün asıl sahibinin kim olduğu, melekûta nazar edebilen her akıl tarafından bu dünyada kavranabilir durumdadır velhasıl. Surenin kıyametin haberini bize verdikten sonra bildirdiği üzere, “Rabb’in ki, seni yaratmış, sana düzen ve denge vermiştir. İstediği en güzel bir şekilde seni terkip etmiştir.” Ama bu dünyada ne kendi yaratılışına, ne her bir âlemin yaratılışına bakıp O’nu rububiyetiyle tanıyamayanlar, “gökyüzünün çatladığı, yıldızların döküldüğü, denizlerin akıtıldığı, kabirlerin deşildiği” o ”din günü,“ uluhiyetiyle O’nu muhakkak tanıyacaktır.

Dünya fesada uğrarken, zeval asla O’na ârız olmayan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un malikiyetini sadece müminler değil, herkes idrak edecektir. Ama asıl marifet, ”işaret”ten anlayabilmek; yani, O’nu bugünden tanıyıp şu yaşadığı zamanı ”din günü” kılabilmek; dolayısıyla bu günlerde adımını buna göre atıp hayatını buna göre yaşayabilmektir. ”Büyük haber” kıyamettir Kıyameti ve o günün dehşetini haber veren bütün ayetler, işte bunun içindir. Nebe Suresi’nde tarif edildiği üzere, ”büyük haber,“ kıyametin haberidir. Çünkü, Vâkıa Suresi’nde bildirildiği üzere, ”asıl olay,” Kur’an’ın ısrarla haberini verdiği kıyamettir.

Kıyametin haberine kulak vermekledir ki, insan bu fani dünyanın aldatıcı gündeminden ve içine düştüğü sanal gerçeklikten başını kaldırıp hayal yerine hakikatin, imge yerine gerçeğin, tasavvur yerine vakıanın peşine düşebilir. İmgelerin gerçeğin tahtına göz diktiği fani dünyaya bedel, vukua gelecek büyük olay ise, her şeyi ve herkesi hak ettiği yere iade edecektir: “Olacak olan şey olduğunda ki onun olacağını hiç kimse yalanlayamaz. O, alçaltan ve yükseltendir. Yer iyice sarsıldığında... Dağlar serpildikçe serpildiğinde... Ve dağılıp doz-duman olduğunda... Ve siz de üç sınıf olduğunuzda...” (Vakıa Suresi, 56:1-7) Oysa bu dünyayı sabit ve kalıcı zannetmiştir insan. Kendisi ölse de, soyu devam edecek sanmıştır. Kendisinin ise, ölümü tadacak olsa bile, atılıp yerin altında öylece kalacağını, çürüyüp toprağa karışacağını vehmetmiştir. Hâlbuki o gün, insanın içinde toprağa karışıp sonsuza kadar o şekilde kalacağını sandığı arz büyük bir deprenmeyle sarsılıp içinde ne varsa dışarı çıkarır ve nice zamandır üzerinde neler yapılıp edildiğinin haberini verir:

“Arz o sarsıntıyla sarsıldığında. Ve ağırlıklarını dışarı çıkardığında. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ dediğinde.

O gün, (arz) bütün haberlerini anlatır. Çünkü Rabb’in ona vahyetmiştir. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölükler halinde fırlayıp ortaya çıkacaklardır.

Her kim zerre kadar bir hayır işlerse onun karşılığını görecektir. Her kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun karşılığını görecektir.” (Zilzal Suresi, 99: 1-8) “Muhakkak ki insan, Rabb’ine karşı çok nankördür. Ve o, bu nankörlüğünü göz göre göre yapıyor. Ve o, malı çok şiddetle seviyor. Bilmiyor mu? Kabirlerdeki dışarı atıldığı, gönüllerde olan ortaya konduğu zaman, (o sorguya çekilecektir.). Çünkü Rabb’in, onların yaptıklarından haberdardır.” (Âdiyat Suresi, 100: 6-11)

Kıyamet varsa ötesi de vardır

Oysa insan, o günün gelmeyeceğini zannetmektedir. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, sanki malı onu ebedî kılacakmış gibi, sanki kendi ölse de adı ve eseri ardında kalacakmış gibi düşünmektedir. Çünkü kıyametin varlığı demek, bu dünya hayatının bir de ”ötesi” olduğunun farkına varmak demektir.

Bu dünyada ”bizim” dediğimiz ne varsa hepsinin ”hibe” değil, ”borç” ve ”emanet” olduğunu bilip Mâlikü’l-Mülk’ün izni ve rızası uyarınca bu dünyada yaşamak demektir: “İnsan, öldükten sonra kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Biz, parmak uçlarına varıncaya kadar, onu derleyip toplamaya kâdiriz. Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister. ‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ diye sorar. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman; işte o gün insan ‘Yok mu kaçacak bir yer?’ diye sorar. Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabb’inin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.” (Kıyamet Suresi, 75:3-13)

Kur’an’ın sayfaları arasında, her surede ve her ayette daha nice kıyamet haberi ve o dehşetli günün insanı uyanışa davet eden tasviri çıkar karşımıza. Bütün bu ayetlerin hepsinin ortak niteliği ise, sebepleri tesirden azlederek insanın bu dünyada ölümsüzlük vehmini bertaraf ederekötesi”ni düşünmeye ve ona göre bu hayatı yaşamaya davet etmesidir...

Metin Karabaşoğlu/Moral Dünyası
 
Üst