"Üstadın mahkemesi olacaktı. Şarktan, garptan insanlar Afyon'a akın ettiler. Sokaklar, caddeler mahşer gibiydi, yol değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Üstadı, elli tane, yüz tane adamı öldürmüş katil gibi mahkemeye götürüyorlardı. Ben de o zaman vazifeliydim. Bediüzzaman'la karşı karşıya geldim. Hemen selâm çaktım. O sırada bizim süvari muavini geçiyormuş. Üstada selâm verdiğimi görmüş. Meydanda bağırdı, çağırdı,
"Yakalayın şunu askerler' dedi. Beni yakaladılar. Bölük komutanının odasına soktular. Süvari muavini olanı biteni anlattı. 'Bu jandarma, Bediüzzaman'a selâm vermiş' dedi. Komutan, muavinden de betermiş. Oturduğu yerde deliriyor, tepiniyor, saçını başını yolacak oluyor neredeyse.
"Sen hocaya selâm vermişsin?'
"Ben gâvur muyum yahu? Müslümanım.'
"Falakaya yatırın bunu' diye deli gibi bağırdı. Beni falakaya yatırdılar. Onlar kızılcık sopası ile ayaklarıma vurdukça ben,
"Üstadla konuştum ya, ona selâm verdim ya, fedâ olsun herşeyim' diyordum.
"Bu sefer daha da çıldırıyorlardı:
"Asker, hocaya selâm veremez.'
"Verir' diyordum ben de. 'Nasıl veremezmiş. Asker gavur mu?"
"Bölük komutanı öfkesini alamadı, beni bir hafta hapse attı.
"Zalimler belâsını bulacaklar"
"Bir hafta sonra hapisten çıktım. Bir yanımda alay komutanı, bir yanımda da tabur komutanı olduğunu unutarak Üstada yine selâm çaktım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.
"Hocam nasılsun?' dedim.
"İyiyim, evlât' dedi. 'Geçmiş olsun.'
"Hapishaneye girdiğimi nereden öğrendi, bilmiyorum. O devam etti:
"Zalimler bulacaklar belâlarını, hem bu dünyada, hem de ahirette.'