T
Tevhid_Nur
Misafir
İCTİHÂDIN CÂİZ OLUP OLMADIĞI KONULAR
“Her hükm-i şer’ì, ictihâda mahal olamaz. Onun için ba’zı usûl-i fıkıh ulemâsı bu husûsta şöyle derler:
“İctihâdın câiz olduğu mes’ele, hakkında kat’ì delîl bulunmayan ahkâm-ı şer’ıyyedir. Hakkında kat’ì delîl bulunan ahkâm-ı şer’ıyyede ise ictihâd ve ihtilâf olamaz. Namaz ve orucun farziyyeti, zinânın harâmiyyeti gibi. Bunlar, hakkında kat’ì nass bulunan ve câhil ve âlim herkesin bildiği şer’ì mes’elelerdir. Hakkında delâleti veyâ sübûtu kat’ì nass bulunmayıp, delâleti veyâ sübûtu zannî olan nasslarda ise ictihâd yapılabilir.”
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5
İCTİHÂDLARDAKİ İHTİLÂFIN HİKMETİ NEDİR?
Müctehidlerin ictihâdlardaki farklılıkları, –hâşâ– Kur’ân ve Hadîs açıkça anlaşılmadığından, müctehidlerin farklı görüşler ileri sürmelerinden değildir. Bilakis bu ihtilâf, Kur’ân’ın yedi vech-i i’câzından biri olan câmiıyyetinden kaynaklanmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyân bütün asırlarda, meşreb ve meslekleri muhtelîf olan beşerin bütün tabakàtına hitâb eden ve her husûsta onlara hidâyet ve yol gösteren bir hutbe-i ezeliyye olduğundan, lafzında, ma’nâsında, ilminde, mebhasinde ve üslûbunda hârikulâde bir câmiıyyet göstermiş ve pek çok ayrı ayrı ma’nâları ihtivâ eden vücûh ve ihtimâlleri ihtivâ etmiştir. İşte müctehidlerin ictihâdları, ahkâm âyetlerinin gösterdikleri ayrı ayrı vücûh ve ihtimâllere dayanmaktadır. Âyetlerdeki bütün o ihtimâller, Kur’ân’ın murâdı ve maksûdu olduğundan elbette bütün o ictihâdlar dahi haktır ve doğrudur. Kur’ân’ın şu vech-i i’câzını, ya’nî câmiıyyetini Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Yirmi Beşinci Söz’de isbât etmiş ve o eserde şöyle buyurmuştur:
“Eğer desen: ‘Geçmiş misâllerdeki bütün ma’nâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irâde etmiş ve işâret ediyor?
“Elcevâb: Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyyedir. Hem muhtelîf, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelîf ifhâma göre müteaddit ma’nâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz edecektir.
“Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki ma’nâlar misillû kelimât-ı Kur’âniyyenin müteaddit ma’nâlarını ilm-i sarf ve nahvin kàideleriyle ve ilm-i beyân ve fen-ni maânînin düstûrlarıyla, fen-ni belâgatin kànûnlarıyla isbât edilmiştir. Bununla berâber, ulûm-u Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i ictihâd ve ehl-i tefsîr ve ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmâ’ıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur’ân’ın ma’nâlarındandırlar. O ma’nâlara, derecelerine göre birer emâre vaz etmiştir: ya lâfziyyedir, ya ma’neviyyedir. O ma’neviyye ise, ya siyâk veyâ sibâk-ı kelâmdan veyâ başka âyetten birer emâre, o ma’nâya işâret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkìkler tarafından yazılan yüz binler tefsîrler, Kur’ân’ın câmiıyyet ve hârikiyyet-i lâfziyyesine kat’î bir bûrhân-ı bâhirdir.”
Üstâd Hazretlerinin burada beyân ettiği gibi şu ayrı ayrı ma’nâların doğru olması için, onların ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olması ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olması şarttır. Yoksa kişinin kendi hevâsına ve fikrine göre verdiği ma’nâlar merdûddur ve dalâlettir. Hadîs-i şerîfte “Kim, Kur’ân hakkında kendi re’yiyle konuşursa ateşte oturacağı yeri hazırlasın” buyrulmuştur.
Hem yine Üstâd’ın yukarıda beyân ettiği gibi o ayrı ayrı ihtimâllerin her birine Kur’ân’ın ya lafzen veyâ ma’nen birer emâre ve karîne vaz’etmesi isbât ediyor ki bütün o muhtelîf ma’nâlar Kur’ân’ın murâdıdır. O halde o vücûh ve ihtimâllere istinâd eden bütün ictihâdlar da haktır ki ehl-i ictihâd, ehl-i tefsîr, ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkıh bütün bu ma’nâların Kur’ân’ın murâdı olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişler ve bilfiil aralarında vâki’ olan ihtilâfla şu husûstaki ittifâklarını göstermişlerdir.
Hak ictihâdlardaki ihtilâfın sırr-ı hikmeti ve vech-i rahmetini anlamak ve fürûâtta hakkın nasıl taaddüd ettiğini, ya’nî birden fazla hakkın olduğunu fehmetmek için şu esâsa dikkat etmek lâzımdır:
Üstâd Bedîüzzamân’ın pek çok yerde husûsan Yirmi Dokuzuncu Söz’de îzâh ettiği üzere, kâinâtta hakìkatler iki kısımdır. Biri: Hakìkì hakìkatler. Diğeri: Nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Şu kànûn, Fâtır-ı zülcelal’in fıtrî bir kànûnudur. Âlemde hiçbir şey, diğer eşyâdan ayrı ve müstakil değildir. Her şeyin pek çok eşyâ ile bir nev’ì münâsebeti vardır ki şu ayrı ayrı münâsebetlerden nisbî ve i’tibârî hakìkatler tevellüd etmektedir. O halde her bir şeye mahzâ güzel veyâ mahzâ çirkin demek yanlıştır. Çünkü güzellik tenâsübden çıkar. Üstâd’ın Muhâkemât’ta dediği gibi bir zirâ’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! Fakat bir insânın yüzüne takılsa ve yüzüyle münâsebetine bakılsa izâfî olarak çirkin görülecektir.
İşte fıtratın şu kàidesine uygun olarak şerîat-ı İslâmiyye de iki kısım üzerine nâzil olmuştur:
Birisi: Muhkemât-ı şerîattır ki; bunlar hakìkì hakìkatlerdir. Hiçbir zamân ve zemînde değişmezler ve kàbil-i ictihâd değildirler.
Diğeri: Muhkem olmayan nazariyyâttaki ahkâmdır ki; bunlar nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Kişilerin maddî ve ma’nevî durumları, hayât tarzları gibi pek çok şartlarla mukayyed olan i’tibârî hakìkatlerdir. İşte müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdları, şu şartlarla mukayyed olan nisbî ve izâfî hakìkatlere bakmaktadır.
Velhâsıl: Muhkemât-ı şerîat mutlak hakìkatlerdir. İctihâdlar ise mukayyed ve meşrût hakìkatlerdir. Ta’bîr-i diğerle muhkemât-ı şerîat küllî kànûn ve kàidelerdir. İctihâdlar ise şu küllî kàidelerin cüz’ì ve müşahhas hadîseler üzerine tatbîkidir ki bu noktadan ictihâdlarda izâfiyyet ve nisbîlik vardır. O halde muhkemât-ı şerîatın dâiresi içinde olmak ve ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olmak şartıyla bütün o ayrı ayrı ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir. Nefsü’l-emirde birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Yalnız o ictihâdın şartları mîzâcına uyan kimse, başkalarını hatâya isnâd etmeden nisbî olarak kendi mezhebini diğerlerinden daha güzel bulabilir ve öyle görmesi de şarttır. Çünkü o ictihâd, o şartlar altında en güzelidir. İşte daha güzel olmak ve daha hak olmak, izâfî ve şartlarla mukayyed bir hakìkat olduğundan burada ihtilâf elbette olacaktır ve hepsi de haktır. İşte Üstâd’ın “Hakta ittifâk, ehakta ihtilâftır” sözünün ma’nâsı budur.
Mâdem ictihâdlar, nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. O halde ehl-i sünnet dâiresi içinde bir mezheb sâhibi kendi mezhebine “Haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat “Hak yalnız benim mesleğimdir ve güzel olan yalnız benim mezhebimdir” diyemez.
Şu anlattığımız hakìkatleri, İmâm-ı Şa’rânî “Mîzân-ul Kübrâ” isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî de “Mustasfâ” isimli eserinde gàyet geniş bir sûrette îzâh ve isbât etmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri de Risâle-i Nûr’da muhtelîf yerlerde bu konuyu beyân etmiştir. Ezcümle mevzû’muzu teşkîl eden ve baş tarafta zikrettiğimiz Lemaat’ta şöyle buyurmuştur.
“İslâmiyyet, selm ve müsâlemettir; dâhilde nizâ ve husûmet istemez”
“Ey âlem-i İslâmî! Hayâtın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düstûrun bu olmalı:
“Hüve’l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve’l-hasen yerine hüve’l-ahsen olmalı.
“Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.’
“Dememeli: ‘Budur hak; başkaları battâldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.’
“Zihniyyet-i inhisâr, hubb-i nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.
“Dert ile dermânlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü’ eder.
“İsti’dât, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
“İki mîzâca göre mesâil-i fer’îde hakìkat sâbit değil; izâfî ve mürekkep.
Mükellefîn mîzâçlar “Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sâhibi mühmel mutlak hükmeder.
“Mezhebinin hudûdu ta’yînini bırakır temâyül-ü mîzâca. Taassub-i mezhebî ta’mîme sebeb olur.
“Ta’mîmin iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyyetten evvel tabakàt-ı beşerde derin uçurumlar,
“Hem tebâüd-i acîbi istedi bir vakitte taaddüd-i enbiyâ, tenevvü-i şerâyi’, müteaddit mezhebler.
“Beşerde bir inkılâb İslâmiyyet yaptırdı, beşer tekàrüb etti, şer’ etti ittihâd, vâhid oldu peygamber.
“Seviye bir olmadı; mezheb taaddüt etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zamân, ittihâd eder mezhebler.”
Münâzarât’ta ise bu mevzû’u şöyle anlatmıştır:
“Bence taklîdin temelini atıp ihtilâfâtı çıkarmakla; ‘Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime’ gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyyetten intâc eden, mesâil-i dîniyyedeki istibdâd-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde ‘mukayyed’ olan şeyde ‘ıtlâk’tır.
“S - Âlem-i İslâm’ın ulemâsının ortalarındaki müthiş ihtilâfâta ne dersin? Re’yin nedir?
“C - Ben âlem-i İslâmiyyete gayr-ı muntazam veyâ intizâmı bozulmuş bir meclis-i meb’ûsân ve encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şerîattan işitiyoruz ki, re’y-i cumhûr budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu; bu meclisteki re’y-i ekseriyyetin nazîresidir. Re’y-i cumhûrdan maadâ olan akvâl, eğer hakîkat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa, isti’dâdâtının re’ylerine bırakılır. Tâ, herbir isti’dâd, terbiyesine münâsib gördüğünü intihâb etsin. Lâkin, burada iki nokta-i mühimme vardır.
“Birincisi: Şu isti’dâdın meyelânı ile intihâb olunan ve bir derece hakîkati tazammun eden ve ekalliyyette kalan ‘kavl’, nefsülemirde mukayyed ve o isti’dâd ile mahsûs olduğu halde; sâhibi ihmâl edip mutlak bıraktı. Etbâı iltizâm edip ta’mîm etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhâliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsâdeme, müşâğabe, cerh ve red o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feverân eden duman ve lisânlarından püsküren berkler, şimşekli ve ba’zan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyyetin tecellîsine bir hicâb teşkîl etmiştir. Lâkin, ziyâ-yı şemsten tefeyyüz etmesine isti’dâd bahşeden rahmetl”i bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyâyı dahi men’ etmektedir.
İkinci nokta: Ekalliyyette kalan ‘kavl’, eğer içindeki hakîkat ve mağz, onu intihâb eden isti’dâdlardaki heves ve hevâ veyâ mevrûs taassub ve mîzâcına galebe çalmazsa; o ‘kavl’ bir hatar-ı azîmde kalır. Zîrâ, isti’dâd onunla insibâğ edip onun muktezâsına inkılâb etmek lâzım iken; o onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine musahhar eder. İşte şu noktadan hüdâ hevâya tahavvül, ve mezheb mîzâçtan teşerrüb eder.”
Hem Yirmi Yedinci Söz’de şöyle mezheb ihtilâfının hikmetlerini şöyle anlatmıştır:
“Asırlara göre şerîatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, şerîat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelîf şerîatlere ihtiyâc kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyâc kalmıştır.
“Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzâclara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şerîatler değişir; milletlerin isti’dâdına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’ıyyenin teferruât kısmı, ahvâl-i beşeriyyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
“Enbiyâ-yı sâlife zamânında tabakàt-ı beşeriyye birbirinden çok uzak ve seciyyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidâî ve bedeviyyete yakın olduğundan, o zamândaki şerîatler, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şerîatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzamân Peygamberinin gelmesiyle, insânlar gùyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkì ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtla akvâm-ı beşeriyye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şerîatle amel edecek vaz’ıyyete geldiğinden, ayrı ayrı şerîate ihtiyâc kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat tamâmen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayât-ı ictimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekserîyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayât-ı ictimâiyyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem o hâle müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
“Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelîf ahkâmları hak olabilir?
“Elcevâb: Bir su, beş muhtelîf mîzâclı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre su ilâçtır; tıbben vâcibtir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona harâmdır. Diğer birisine az zarâr verir; tıbben ona mekrûhtur. Diğer birisine zarârsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarârdır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübâhtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibtir, başka hükmü yoktur?’
“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye, mezheblere hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensîbiyle İmâm-ı Şâfiìye ittibâ eden, ekseriyyet i’tibârıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemâati birtek vücût hükmüne getiren hayât-ı ictimâiyyede nâkıs olduğundan, herbiri bizzât dergâh-ı Kàdıu’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve husûsî matlûbunu istemek için, imâm arkasında Fâtihâ’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı A’zâm’a ittibâ edenler, ekseriyyet-i mutlaka i’tibârıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizâm etmesiyle, medeniyyete, şehirliliğe daha yakın ve hayât-ı ictimâiyyeye müstaid olduğundan, bir cemâat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umûm nâmına söyler; umûm, kalben onu tasdîk ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umûmun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imâm arkasında Fâtihâ okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
“Hem meselâ, mâdem şerîat, tabiatın tecâvüzâtına sed çekmekle onu ta’dîl edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgùl olan Şâfiì mezhebine göre, kadına temâsla abdest bozulur, az bir necâset zarâr verir. Ekseriyyet i’tibârıyla hayât-ı ictimâiyyeye giren, nim-medenî şeklini alan insânlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvân abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.
“İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet i’tibârıyla, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temâsa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptelâ olduğundan, san’at ve maîşet i’tibârıyla tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecâvüz edebilir. Onun için, şerîat onların hakkında o tecâvüzâta sed çekmek için, ‘Abdest bozulur, temâs etme. Namazını ibtâl eder, bulaşma’ ma’nevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır. Ammâ o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı ictimâıyyesi i’tibârıyla, ahlâk-ı umûmiyye nâmına, ecnebî kadınlara temâsa müptelâ değil; mülevves şeylerle, nezâfet-i medeniyye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şerîat, mezheb-i Hanefî nâmıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafîfleştirmiştir. ‘Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicâb edip kalabalık içinde suyla istincâ etmemenin zarârı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır’ der, onu vesveseden kurtarır.
“İşte, denizden iki katre, sana misâl... Onlara kıyâs et. Mîzân-ı Şa’rânî mîzânıyla, şerîat mîzânlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen et.”
Suâl: Eğer ehl-i sünnet dâiresindeki müctehidlerin hepsi de ictihâdlarında hakka isâbet ettilerse “Âlim ictihâd eder ve ictihâdında hatâ ederse ona bir sevâb var, eğer isâbet ederse ona iki sevâb vardır” hadîsinin ma’nâsı nedir?
Elcevâb: Bu suâle İmâm-ı Şa’rânî şöyle cevâb vermektedir:
“Bu hadîsteki hatâ sözünden murâd, müctehidin o mes’eledeki delîle tesâdüf edememe hatâsıdır. Onunla şerîattan çıkılan hatâ değildir. Çünkü şerîattan çıkınca ona sevâb verilmez. Nitekim Resûl-i Ekrem (asm) ‘Bizim emrimize, işimize uygun olmayan her amel merdûddur’ buyuruyor. Şerîatın sâhibi ona sevâb vardır buyurduğuna göre, hadîs-i şerîfin ma’nâsının şöyle olduğu anlaşılır; ‘Âlim ictihâd edip Şâri’ tarafından bu husûsta vârid olan delîl kendisine isâbet ettiyse ona iki ecir, ya’nî sevâb vardır. Biri araştırma ve inceleme sevâbı, diğeri delîle tesadüf etme sevâbıdır. Delîlin kendisine rastlamayıp sâdece hükmüne tesâdüf ederse ona bir sevâb vardır. O da inceleme ve araştırma sevâbıdır.’ Buradaki hatâ izâfî olup mutlak hatâ değildir.”
İmâm-ı Gazâlî de bu hadîsi şöyle îzâh etmiştir:
“Bu suâle iki cihetten cevâb verilebilir.
“Birincisi: Bu hadîs, her müctehidin isâbet ettiği konusunda kesin bir delîldir. Zîrâ ictihâd eden her müctehid sevâb almaktadır. Eğer müctehid isâbet etmemiş olsaydı, Allahu Teâlâ’nın hükmüne aykırı hüküm veren o hatâlı müctehid nasıl sevâba hak kazanacaktı?
“İkincisi: Biz hatânın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izâfetle değil; matlûbuna izâfetle olabileceğini inkâr etmiyoruz. Hâkim, malı hak sâhibine iâde etmeyi taleb etmektedir. Fakat bunda hatâ etmesi mümkündür. Bu durumda hâkim taleb ettiği husûs açısından hatâ etmiştir. Fakat Allah’ın kendisi hakkındaki hükmü açısından isâbet etmiştir. Aynı şekilde kıble konusunda ictihâd eden kişinin de hatâ ettiği söylenebilir. Bu, kıble konusunda ictihâd eden kişinin taleb ettiği şeyde, ya’nî kıbleye isâbet etme husûsunda hatâ ettiği anlamına gelir. Bu kişinin taleb ettiği şeye ulaşması vâcib değildir. Aksine ona vâcib olan, taleb ettiği şeyin bulunduğunu zannettiği tarafa yönelmesidir.”
İHTÂR: Müctehidlerin farklı farklı ictihâdları hakkında ulemâ-yı İslâm iki kısma ayrılmışlardır:
Birinci Tâife: Ehl-i tasvîb olan “musavvibe” dir. Bunlar “Bütün müctehidler, hakka isâbet etmişlerdir. Fürûâtta hak taaddüd edebilir.” diyen âlimlerdir. Üstâd Bedîüzzamân da bu görüşü tercîh etmiştir.
İkinci Tâife: Ehl-i tahtie olan “Muhattie”dir. Bunlar “Allah indinde hak olan bir tânedir. Bir mes’elede farklı ictihâd yapan müctehidlerin yalnız birisi hakka isâbet etmiştir. Diğerleri hatâdır. Fakat bu hatâsı affolmuştur” diyen âlimlerdir. Bu görüşteki âlimler, diğer müctehidlerin ictihâdlarına aslâ bid’at ve dalâlet dememektedir. Bunlar “Sâdece benim mesleğim haktır” demiyorlar. “Benim mesleğim haktır hatâya kàbiliyyeti var. Diğerinin de sevâba kàbiliyyeti var” diyorlar.
Dolayısıyla Üstâd’ın “Mesleğim haktır veyâ daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur” sözü her iki tâifeye de şâmildir.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5
“Her hükm-i şer’ì, ictihâda mahal olamaz. Onun için ba’zı usûl-i fıkıh ulemâsı bu husûsta şöyle derler:
“İctihâdın câiz olduğu mes’ele, hakkında kat’ì delîl bulunmayan ahkâm-ı şer’ıyyedir. Hakkında kat’ì delîl bulunan ahkâm-ı şer’ıyyede ise ictihâd ve ihtilâf olamaz. Namaz ve orucun farziyyeti, zinânın harâmiyyeti gibi. Bunlar, hakkında kat’ì nass bulunan ve câhil ve âlim herkesin bildiği şer’ì mes’elelerdir. Hakkında delâleti veyâ sübûtu kat’ì nass bulunmayıp, delâleti veyâ sübûtu zannî olan nasslarda ise ictihâd yapılabilir.”
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5
İCTİHÂDLARDAKİ İHTİLÂFIN HİKMETİ NEDİR?
Müctehidlerin ictihâdlardaki farklılıkları, –hâşâ– Kur’ân ve Hadîs açıkça anlaşılmadığından, müctehidlerin farklı görüşler ileri sürmelerinden değildir. Bilakis bu ihtilâf, Kur’ân’ın yedi vech-i i’câzından biri olan câmiıyyetinden kaynaklanmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyân bütün asırlarda, meşreb ve meslekleri muhtelîf olan beşerin bütün tabakàtına hitâb eden ve her husûsta onlara hidâyet ve yol gösteren bir hutbe-i ezeliyye olduğundan, lafzında, ma’nâsında, ilminde, mebhasinde ve üslûbunda hârikulâde bir câmiıyyet göstermiş ve pek çok ayrı ayrı ma’nâları ihtivâ eden vücûh ve ihtimâlleri ihtivâ etmiştir. İşte müctehidlerin ictihâdları, ahkâm âyetlerinin gösterdikleri ayrı ayrı vücûh ve ihtimâllere dayanmaktadır. Âyetlerdeki bütün o ihtimâller, Kur’ân’ın murâdı ve maksûdu olduğundan elbette bütün o ictihâdlar dahi haktır ve doğrudur. Kur’ân’ın şu vech-i i’câzını, ya’nî câmiıyyetini Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Yirmi Beşinci Söz’de isbât etmiş ve o eserde şöyle buyurmuştur:
“Eğer desen: ‘Geçmiş misâllerdeki bütün ma’nâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irâde etmiş ve işâret ediyor?
“Elcevâb: Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyyedir. Hem muhtelîf, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelîf ifhâma göre müteaddit ma’nâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz edecektir.
“Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki ma’nâlar misillû kelimât-ı Kur’âniyyenin müteaddit ma’nâlarını ilm-i sarf ve nahvin kàideleriyle ve ilm-i beyân ve fen-ni maânînin düstûrlarıyla, fen-ni belâgatin kànûnlarıyla isbât edilmiştir. Bununla berâber, ulûm-u Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i ictihâd ve ehl-i tefsîr ve ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmâ’ıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur’ân’ın ma’nâlarındandırlar. O ma’nâlara, derecelerine göre birer emâre vaz etmiştir: ya lâfziyyedir, ya ma’neviyyedir. O ma’neviyye ise, ya siyâk veyâ sibâk-ı kelâmdan veyâ başka âyetten birer emâre, o ma’nâya işâret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkìkler tarafından yazılan yüz binler tefsîrler, Kur’ân’ın câmiıyyet ve hârikiyyet-i lâfziyyesine kat’î bir bûrhân-ı bâhirdir.”
Üstâd Hazretlerinin burada beyân ettiği gibi şu ayrı ayrı ma’nâların doğru olması için, onların ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olması ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olması şarttır. Yoksa kişinin kendi hevâsına ve fikrine göre verdiği ma’nâlar merdûddur ve dalâlettir. Hadîs-i şerîfte “Kim, Kur’ân hakkında kendi re’yiyle konuşursa ateşte oturacağı yeri hazırlasın” buyrulmuştur.
Hem yine Üstâd’ın yukarıda beyân ettiği gibi o ayrı ayrı ihtimâllerin her birine Kur’ân’ın ya lafzen veyâ ma’nen birer emâre ve karîne vaz’etmesi isbât ediyor ki bütün o muhtelîf ma’nâlar Kur’ân’ın murâdıdır. O halde o vücûh ve ihtimâllere istinâd eden bütün ictihâdlar da haktır ki ehl-i ictihâd, ehl-i tefsîr, ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkıh bütün bu ma’nâların Kur’ân’ın murâdı olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişler ve bilfiil aralarında vâki’ olan ihtilâfla şu husûstaki ittifâklarını göstermişlerdir.
Hak ictihâdlardaki ihtilâfın sırr-ı hikmeti ve vech-i rahmetini anlamak ve fürûâtta hakkın nasıl taaddüd ettiğini, ya’nî birden fazla hakkın olduğunu fehmetmek için şu esâsa dikkat etmek lâzımdır:
Üstâd Bedîüzzamân’ın pek çok yerde husûsan Yirmi Dokuzuncu Söz’de îzâh ettiği üzere, kâinâtta hakìkatler iki kısımdır. Biri: Hakìkì hakìkatler. Diğeri: Nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Şu kànûn, Fâtır-ı zülcelal’in fıtrî bir kànûnudur. Âlemde hiçbir şey, diğer eşyâdan ayrı ve müstakil değildir. Her şeyin pek çok eşyâ ile bir nev’ì münâsebeti vardır ki şu ayrı ayrı münâsebetlerden nisbî ve i’tibârî hakìkatler tevellüd etmektedir. O halde her bir şeye mahzâ güzel veyâ mahzâ çirkin demek yanlıştır. Çünkü güzellik tenâsübden çıkar. Üstâd’ın Muhâkemât’ta dediği gibi bir zirâ’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! Fakat bir insânın yüzüne takılsa ve yüzüyle münâsebetine bakılsa izâfî olarak çirkin görülecektir.
İşte fıtratın şu kàidesine uygun olarak şerîat-ı İslâmiyye de iki kısım üzerine nâzil olmuştur:
Birisi: Muhkemât-ı şerîattır ki; bunlar hakìkì hakìkatlerdir. Hiçbir zamân ve zemînde değişmezler ve kàbil-i ictihâd değildirler.
Diğeri: Muhkem olmayan nazariyyâttaki ahkâmdır ki; bunlar nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Kişilerin maddî ve ma’nevî durumları, hayât tarzları gibi pek çok şartlarla mukayyed olan i’tibârî hakìkatlerdir. İşte müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdları, şu şartlarla mukayyed olan nisbî ve izâfî hakìkatlere bakmaktadır.
Velhâsıl: Muhkemât-ı şerîat mutlak hakìkatlerdir. İctihâdlar ise mukayyed ve meşrût hakìkatlerdir. Ta’bîr-i diğerle muhkemât-ı şerîat küllî kànûn ve kàidelerdir. İctihâdlar ise şu küllî kàidelerin cüz’ì ve müşahhas hadîseler üzerine tatbîkidir ki bu noktadan ictihâdlarda izâfiyyet ve nisbîlik vardır. O halde muhkemât-ı şerîatın dâiresi içinde olmak ve ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olmak şartıyla bütün o ayrı ayrı ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir. Nefsü’l-emirde birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Yalnız o ictihâdın şartları mîzâcına uyan kimse, başkalarını hatâya isnâd etmeden nisbî olarak kendi mezhebini diğerlerinden daha güzel bulabilir ve öyle görmesi de şarttır. Çünkü o ictihâd, o şartlar altında en güzelidir. İşte daha güzel olmak ve daha hak olmak, izâfî ve şartlarla mukayyed bir hakìkat olduğundan burada ihtilâf elbette olacaktır ve hepsi de haktır. İşte Üstâd’ın “Hakta ittifâk, ehakta ihtilâftır” sözünün ma’nâsı budur.
Mâdem ictihâdlar, nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. O halde ehl-i sünnet dâiresi içinde bir mezheb sâhibi kendi mezhebine “Haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat “Hak yalnız benim mesleğimdir ve güzel olan yalnız benim mezhebimdir” diyemez.
Şu anlattığımız hakìkatleri, İmâm-ı Şa’rânî “Mîzân-ul Kübrâ” isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî de “Mustasfâ” isimli eserinde gàyet geniş bir sûrette îzâh ve isbât etmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri de Risâle-i Nûr’da muhtelîf yerlerde bu konuyu beyân etmiştir. Ezcümle mevzû’muzu teşkîl eden ve baş tarafta zikrettiğimiz Lemaat’ta şöyle buyurmuştur.
“İslâmiyyet, selm ve müsâlemettir; dâhilde nizâ ve husûmet istemez”
“Ey âlem-i İslâmî! Hayâtın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düstûrun bu olmalı:
“Hüve’l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve’l-hasen yerine hüve’l-ahsen olmalı.
“Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.’
“Dememeli: ‘Budur hak; başkaları battâldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.’
“Zihniyyet-i inhisâr, hubb-i nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.
“Dert ile dermânlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü’ eder.
“İsti’dât, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
“İki mîzâca göre mesâil-i fer’îde hakìkat sâbit değil; izâfî ve mürekkep.
Mükellefîn mîzâçlar “Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sâhibi mühmel mutlak hükmeder.
“Mezhebinin hudûdu ta’yînini bırakır temâyül-ü mîzâca. Taassub-i mezhebî ta’mîme sebeb olur.
“Ta’mîmin iltizâmı sebeb olur nizâa. İslâmiyyetten evvel tabakàt-ı beşerde derin uçurumlar,
“Hem tebâüd-i acîbi istedi bir vakitte taaddüd-i enbiyâ, tenevvü-i şerâyi’, müteaddit mezhebler.
“Beşerde bir inkılâb İslâmiyyet yaptırdı, beşer tekàrüb etti, şer’ etti ittihâd, vâhid oldu peygamber.
“Seviye bir olmadı; mezheb taaddüt etti. Terbiye-i vâhide kâfî geldiği zamân, ittihâd eder mezhebler.”
Münâzarât’ta ise bu mevzû’u şöyle anlatmıştır:
“Bence taklîdin temelini atıp ihtilâfâtı çıkarmakla; ‘Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime’ gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyyetten intâc eden, mesâil-i dîniyyedeki istibdâd-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde ‘mukayyed’ olan şeyde ‘ıtlâk’tır.
“S - Âlem-i İslâm’ın ulemâsının ortalarındaki müthiş ihtilâfâta ne dersin? Re’yin nedir?
“C - Ben âlem-i İslâmiyyete gayr-ı muntazam veyâ intizâmı bozulmuş bir meclis-i meb’ûsân ve encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şerîattan işitiyoruz ki, re’y-i cumhûr budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu; bu meclisteki re’y-i ekseriyyetin nazîresidir. Re’y-i cumhûrdan maadâ olan akvâl, eğer hakîkat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa, isti’dâdâtının re’ylerine bırakılır. Tâ, herbir isti’dâd, terbiyesine münâsib gördüğünü intihâb etsin. Lâkin, burada iki nokta-i mühimme vardır.
“Birincisi: Şu isti’dâdın meyelânı ile intihâb olunan ve bir derece hakîkati tazammun eden ve ekalliyyette kalan ‘kavl’, nefsülemirde mukayyed ve o isti’dâd ile mahsûs olduğu halde; sâhibi ihmâl edip mutlak bıraktı. Etbâı iltizâm edip ta’mîm etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhâliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsâdeme, müşâğabe, cerh ve red o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feverân eden duman ve lisânlarından püsküren berkler, şimşekli ve ba’zan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyyetin tecellîsine bir hicâb teşkîl etmiştir. Lâkin, ziyâ-yı şemsten tefeyyüz etmesine isti’dâd bahşeden rahmetl”i bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyâyı dahi men’ etmektedir.
İkinci nokta: Ekalliyyette kalan ‘kavl’, eğer içindeki hakîkat ve mağz, onu intihâb eden isti’dâdlardaki heves ve hevâ veyâ mevrûs taassub ve mîzâcına galebe çalmazsa; o ‘kavl’ bir hatar-ı azîmde kalır. Zîrâ, isti’dâd onunla insibâğ edip onun muktezâsına inkılâb etmek lâzım iken; o onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine musahhar eder. İşte şu noktadan hüdâ hevâya tahavvül, ve mezheb mîzâçtan teşerrüb eder.”
Hem Yirmi Yedinci Söz’de şöyle mezheb ihtilâfının hikmetlerini şöyle anlatmıştır:
“Asırlara göre şerîatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şerîatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, şerîat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfî geldiğinden, muhtelîf şerîatlere ihtiyâc kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyâc kalmıştır.
“Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzâclara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şerîatler değişir; milletlerin isti’dâdına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’ıyyenin teferruât kısmı, ahvâl-i beşeriyyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
“Enbiyâ-yı sâlife zamânında tabakàt-ı beşeriyye birbirinden çok uzak ve seciyyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidâî ve bedeviyyete yakın olduğundan, o zamândaki şerîatler, onların hâline muvâfık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şerîatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzamân Peygamberinin gelmesiyle, insânlar gùyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkì ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtâtla akvâm-ı beşeriyye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şerîatle amel edecek vaz’ıyyete geldiğinden, ayrı ayrı şerîate ihtiyâc kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzûm görülmemiştir. Fakat tamâmen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayât-ı ictimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekserîyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayât-ı ictimâiyyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhîd edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem o hâle müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
“Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelîf ahkâmları hak olabilir?
“Elcevâb: Bir su, beş muhtelîf mîzâclı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre su ilâçtır; tıbben vâcibtir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona harâmdır. Diğer birisine az zarâr verir; tıbben ona mekrûhtur. Diğer birisine zarârsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarârdır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübâhtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibtir, başka hükmü yoktur?’
“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye, mezheblere hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensîbiyle İmâm-ı Şâfiìye ittibâ eden, ekseriyyet i’tibârıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemâati birtek vücût hükmüne getiren hayât-ı ictimâiyyede nâkıs olduğundan, herbiri bizzât dergâh-ı Kàdıu’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve husûsî matlûbunu istemek için, imâm arkasında Fâtihâ’yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı A’zâm’a ittibâ edenler, ekseriyyet-i mutlaka i’tibârıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizâm etmesiyle, medeniyyete, şehirliliğe daha yakın ve hayât-ı ictimâiyyeye müstaid olduğundan, bir cemâat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umûm nâmına söyler; umûm, kalben onu tasdîk ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umûmun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imâm arkasında Fâtihâ okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
“Hem meselâ, mâdem şerîat, tabiatın tecâvüzâtına sed çekmekle onu ta’dîl edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgùl olan Şâfiì mezhebine göre, kadına temâsla abdest bozulur, az bir necâset zarâr verir. Ekseriyyet i’tibârıyla hayât-ı ictimâiyyeye giren, nim-medenî şeklini alan insânlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvân abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var.
“İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet i’tibârıyla, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temâsa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptelâ olduğundan, san’at ve maîşet i’tibârıyla tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecâvüz edebilir. Onun için, şerîat onların hakkında o tecâvüzâta sed çekmek için, ‘Abdest bozulur, temâs etme. Namazını ibtâl eder, bulaşma’ ma’nevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır. Ammâ o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı ictimâıyyesi i’tibârıyla, ahlâk-ı umûmiyye nâmına, ecnebî kadınlara temâsa müptelâ değil; mülevves şeylerle, nezâfet-i medeniyye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şerîat, mezheb-i Hanefî nâmıyla ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafîfleştirmiştir. ‘Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicâb edip kalabalık içinde suyla istincâ etmemenin zarârı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır’ der, onu vesveseden kurtarır.
“İşte, denizden iki katre, sana misâl... Onlara kıyâs et. Mîzân-ı Şa’rânî mîzânıyla, şerîat mîzânlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen et.”
Suâl: Eğer ehl-i sünnet dâiresindeki müctehidlerin hepsi de ictihâdlarında hakka isâbet ettilerse “Âlim ictihâd eder ve ictihâdında hatâ ederse ona bir sevâb var, eğer isâbet ederse ona iki sevâb vardır” hadîsinin ma’nâsı nedir?
Elcevâb: Bu suâle İmâm-ı Şa’rânî şöyle cevâb vermektedir:
“Bu hadîsteki hatâ sözünden murâd, müctehidin o mes’eledeki delîle tesâdüf edememe hatâsıdır. Onunla şerîattan çıkılan hatâ değildir. Çünkü şerîattan çıkınca ona sevâb verilmez. Nitekim Resûl-i Ekrem (asm) ‘Bizim emrimize, işimize uygun olmayan her amel merdûddur’ buyuruyor. Şerîatın sâhibi ona sevâb vardır buyurduğuna göre, hadîs-i şerîfin ma’nâsının şöyle olduğu anlaşılır; ‘Âlim ictihâd edip Şâri’ tarafından bu husûsta vârid olan delîl kendisine isâbet ettiyse ona iki ecir, ya’nî sevâb vardır. Biri araştırma ve inceleme sevâbı, diğeri delîle tesadüf etme sevâbıdır. Delîlin kendisine rastlamayıp sâdece hükmüne tesâdüf ederse ona bir sevâb vardır. O da inceleme ve araştırma sevâbıdır.’ Buradaki hatâ izâfî olup mutlak hatâ değildir.”
İmâm-ı Gazâlî de bu hadîsi şöyle îzâh etmiştir:
“Bu suâle iki cihetten cevâb verilebilir.
“Birincisi: Bu hadîs, her müctehidin isâbet ettiği konusunda kesin bir delîldir. Zîrâ ictihâd eden her müctehid sevâb almaktadır. Eğer müctehid isâbet etmemiş olsaydı, Allahu Teâlâ’nın hükmüne aykırı hüküm veren o hatâlı müctehid nasıl sevâba hak kazanacaktı?
“İkincisi: Biz hatânın, müctehidin yapması gerekli olan şeye izâfetle değil; matlûbuna izâfetle olabileceğini inkâr etmiyoruz. Hâkim, malı hak sâhibine iâde etmeyi taleb etmektedir. Fakat bunda hatâ etmesi mümkündür. Bu durumda hâkim taleb ettiği husûs açısından hatâ etmiştir. Fakat Allah’ın kendisi hakkındaki hükmü açısından isâbet etmiştir. Aynı şekilde kıble konusunda ictihâd eden kişinin de hatâ ettiği söylenebilir. Bu, kıble konusunda ictihâd eden kişinin taleb ettiği şeyde, ya’nî kıbleye isâbet etme husûsunda hatâ ettiği anlamına gelir. Bu kişinin taleb ettiği şeye ulaşması vâcib değildir. Aksine ona vâcib olan, taleb ettiği şeyin bulunduğunu zannettiği tarafa yönelmesidir.”
İHTÂR: Müctehidlerin farklı farklı ictihâdları hakkında ulemâ-yı İslâm iki kısma ayrılmışlardır:
Birinci Tâife: Ehl-i tasvîb olan “musavvibe” dir. Bunlar “Bütün müctehidler, hakka isâbet etmişlerdir. Fürûâtta hak taaddüd edebilir.” diyen âlimlerdir. Üstâd Bedîüzzamân da bu görüşü tercîh etmiştir.
İkinci Tâife: Ehl-i tahtie olan “Muhattie”dir. Bunlar “Allah indinde hak olan bir tânedir. Bir mes’elede farklı ictihâd yapan müctehidlerin yalnız birisi hakka isâbet etmiştir. Diğerleri hatâdır. Fakat bu hatâsı affolmuştur” diyen âlimlerdir. Bu görüşteki âlimler, diğer müctehidlerin ictihâdlarına aslâ bid’at ve dalâlet dememektedir. Bunlar “Sâdece benim mesleğim haktır” demiyorlar. “Benim mesleğim haktır hatâya kàbiliyyeti var. Diğerinin de sevâba kàbiliyyeti var” diyorlar.
Dolayısıyla Üstâd’ın “Mesleğim haktır veyâ daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur” sözü her iki tâifeye de şâmildir.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5