Cevap: Ihlas
ŞEYTANIN AZDIRAMADIKLARI
Efendimiz (s.a.s.) ashabı hakkında şeytana bazı sorular sordu: -Ebu Bekir için ne dersin? İblis buna şu cevabı verdi: “- O bana cahiliyet devrinde bile itaat etmedi. Islama girdikten sonra nasıl itaat eder.”
-Ömer Bin Hattab hakkında ne dersin? “-Allah’a yemin ederim ki, her gördüğüm yerde ondan kaçarım.”
-Peki Osman bin Affan için ne dersin? “-Ondan utanırım. Hem de çok. Nasıl ki, Rahman’ın melekleri ondan utanırlar.”
-Peki, Ali bin Ebi Talip için ne dersin? “-Ah, onun elinden bir kurtulsam. O, kendi başına kalsa ben de kendi başıma kalsam. O beni bıraksa, ben de onu bıraksam. Ben onu bırakırım ama o beni bırakmaz.”
Efendimiz (s.a.s.) yukarıda soruları sorduktan sonra ve şeytanın verdiği cevaplarda kısmen bittikten sonra “-Ümmetime saadet ihsan eden, seni de ta belli bir vakte kadar şaki kılan Allah’a hamd olsun.” Efendimizin o cümlesini duyan lain şöyle dedi:
-Heyhat…Heyhat… ümmetin saadeti nerede? Ben o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmeti için nasıl ferah diyorsun? Ben onların kan mecralarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu halimi göremezler ve bilemezler. Beni yaratan ve baas gününe kadar bana mühlet veren Allah’a yemin ederim ki, onların bütününü azdırırım. Cahillerini ve alimlerini, ümmilerini ve okumuşlarını, facirlerini ve abidlerini…Hasılı, bunların hiç biri elimden kurtulmaz. Fakat, Allah’ın halis kullarını, evet bunları azdıramam.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) sordu: “-Sana göre ihlas sahibi olan muhlis kullar kimlerdir? Bu suale İblis şu cevabı verdi:
-Bilmez misin ya Muhammed? Bir kimse ki, dirhemi ve dinarı sever, o Allah için bir ihlasa sahip değildir. Bir kimseyi görsem ki, dirhemi ve dinarı sevmez, övünmekten ve methedilmekten hoşlanmaz, bilirim ki, o ihlas sahibidir. Hemen onu bırakır kaçarım. Bir kul malı ve övünmeyi sevdiği süre, kalbi de dünyaya arzulu kaldığı müddetçe, o size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok itaat edendir. Bilmez misin ki, mal sevgisi günahların en büyüğüdür. Bilmez misin ki, Ya Muhammed baş olma sevgisi büyük günahların en büyükleri arasındadır. Ya Muhammed bilmez misin ki, benim yetmiş bin tane çocuğum var. Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir. Sonra her çocuğumla birlikte yetmiş bin tane şeytan vardır. Onların bir kısmını ulemaya gönderdim. Bir kısmını gençlere yolladım, bir kısmını da meşahiye saldım. Bir kısmını da kadınlara musallat ettim. Gençlere gelince aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla gayet iyi geçiniriz. Çocuklara gelince: Onlar da bizimkilerle istedikleri gibi oynarlar.
Bizimkilerin bir kısmı da abidlerin başına dert ederim. Bir kısmını da zahitlerin. Onlar, bunların yanına girer, halden hale sokarlar. Bir tepeden öbürüne hep dolaşıp durular. Öyle bir hal alırlar ki, başlar, sebeplerden her hangi birine sövmeye. İşte böylece onlardan ihlası alırım. Onlar, bu halleriyle yaptıkları ibadeti, ihlassız yaparlar. Ama bu hallerinin farkına varmazlar.
İblis, bundan sonra aldattığı bir rahibin hikayesini anlatmaya geçti. Ve şöyle dedi: “-Bilmez misin ya Muhammed, Rahip Barsiba, tam yetmiş yıl ihlas ile Allah’a ibadet etti. Bu ibadetlerinin sonunda, ona öyle bir hal ihsan edilmişti ki, her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifayab oluyordu. Onun peşine takıldım. Hiç bırakmadım. Zina etti, katil oldu. Sonunda küfre girdi. Bu o kimsedir ki, Allahu Teala Aziz kitabında onu şöyle anlatıyor:
-Şeytanın hali gibidir ki o insana,
-Kafir ol…dedi. Vaktaki o kafir oldu, bu defa ona şöyle dedi:
-Ben senden uzağım. Ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım(59 / 16)
ALLAH İÇİN BUĞZ
Bir kimseye buğzettiğin zaman onun işlerini kitaba arzet. İman Ölçülerine vur. Sünnet-i Nebiye sun. Onlara göre iyi, sana göre hatalı ise, müjde, işlerin Allah'ın emirlerine uygundur. Şayet onlara göre hatalı, sana göre iyi geliyorsa, sen hata ediyorsun. Yanlış hareket ediyorsun, şahsî arzularına uyuyorsun.
Böyle buğzla sen hata içindesin... Allah'a asi oluyorsun. Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun. Bunların cezası büyüktür. Tevbe et, yaptığın bu hatadan dön. Allah'a dua et, o sevmediğin kimsenin sevgisini kazanmaya çalış. Hep Allah'ın kullarını sevmeye mecbursun. Onların sevgisini kazanmaya devam et. Allah'a tam kul olmak için seveceksin.
Ayrıca bir insanı sevmek için yine şeriata arzet, eğer sevmeye lâyık bir insansa sev. Aksi halde kaç. Ta ki şeytan karışmasın...
Şunu iyi bil ki Allah yalnız nefse muhalefetini emreder. Dolayısıyla nefsine muhalif ol, hevesini Hak ölçülerine vur.
Sonra şu âyet-i kerimenin tehdidi altına girersin:
- "Hevâya uyma, sonra Hak yoldan saparsın."
EN BÜYÜK DERS
Bayezid-i Bistami, büyük velilerdendi. Allah'ın sevgisini kazanmıştı. Allah'ın izniyle hayvanlara dahi sözünü geçirebiliyordu.
Günlerden bir gün değirmenden evine dönerken, ormanda yaşlı bir kadına rastladı. Yaşlı kadının sırtında dolu bir un çuvalı vardı. Yükü ağırdı. Oflaya-puflaya götürmeye çalışıyor, buram buram terliyordu.
Yaşlı kadının haline acıyan Bayezid-i Bistami hazretleri, ormanda kükreyerek dolaşan aslana emretti:
"— Ey Aslan, Allah'ın izniyle buraya gel!"
Aslan, uysal bir kedi gibi yaklaştı. Büyük velinin yanına sokuldu. Bacaklarına sürtünmeye başladı.
Bayezid-i Bistami, ihtiyar kadının sırtındaki çuvalı alıp aslana yükledi. Birlikte köye dönmeye başladılar. Yolda Bayezid-i Bistami yaşlı kadına sordu:
— "Köye döndüğünde mutlaka sana soracaklar. Yolda kime rastladığını, bu işi kimin yaptığını merak edecekler. Ne cevap vereceksin?
Yaşlı kadın, kızgın, Bayezid-i Bistami'ye baktı:
— "Söyleyeceğim," dedi. "Zalim ve riyakâr Bayezid-i Bistami'ye rastladım diyeceğim..."
Büyük veli çok şaşırdı. O kadar yardım ettiği halde, nasıl böyle konuşabiliyordu?
Hiç mi iyilikten arılamıyordu? Bu ne biçim işti? Sordu:
— "İyi ama sana iyilik ettim. Neden zalim ve riyakâr Olduğumu düşünüyorsun, ne kusur işledim ki?"
— "Daha ne yapacaktın?" diye bağırdı yaşlı kadın. "Ormanlar kralı aslanı eşek niyetine kullandın. Bana kerametinl gösterip riyakârlık yaptın. Bunlardan büyük kusur olur mu?"
Bayezid-i Bistami'nin hayatı boyunca aldığı en önemli ders bu oldu. Her fırsatta surdan tekrarlardı:
"O sert yüzlü, tok sözlü kadının dersi içimde kalmış bütün riya ve gösteriş hissini sildi, süpürdü. Ondan sonra Allah'a daha da yaklaştığımı hissettim. Kibirden, gösterişten uzak durdum. Riyaya düşmedim."
Kibir ve gösterişten uzak durmak, hayatta başarının da anahtarıdır.
HAZRET-İ ÖMER İLE SARHOŞ ADAM
İslâm'ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer, idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı. Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi. Medine sokaklarında sessizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlüllah'ın şehri Medine'de adam hem âyetin emrine karşı gelerek içki içmiş, hem de sarhoş halde sokağa çıkıp mes'ûliyetini üzerine aldığı mü'minleri rahatsız etmişti. Bu hâl, Allah'ın emrine açıkça isyandı. Allah'a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer'di.
Bu sebeble meşhur gazabına yine bürünmüş. Öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırbacını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirmeyi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukan kaldırırken sarhoşun hakaretti sözlerine muhatap olmaya başladı.
Adam, şahsını hedef almış, bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı bu defa yavaşça yere indi, sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.
Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:
— Sen kimsin ki, önce beni kırbaçlamak istedin, sonra da vazgeçtin?
Hazret-i Ömer cevap verdi: — Ben Allah'ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer'im!
— Peki öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:
— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsimin galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebeb oldun. Baktım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için inecek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçlamış olacağım.
Halife sözünü şöyle tamamladı:
— Halbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırpmam, ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem, bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!
Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı: —Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh'e götüreyim.
Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!
CİMRİ ZENGİNİN PİŞMANLIĞI
Çocuklarına ekmek alacak parası kalmayan fakir baba, yakınlarındaki zengin komşusuna gider, durumunu anlatarak: — Ciddî sıkıntı içindeyim, bana yardım eder misiniz? der.
Yardım sözünü duyan zengin birden rahatsızlanmış gibi yüzünü buruşturup, çehresini ekşiterek:
— Sorma kardeşim, bugünlerde işler kesat gidiyor, fazla kâr edemiyorum, maalesef yardım edemeyeceğim, cevabını verir.
Çocukları aç bekleyen baba, çaresiz kalkıp gider. Bu defa tanıdığı bir fakir dostuna varır:
— Birader, senin durumunu da biliyorum, ama mecbur kaldığım için geldim, çocuklar bütün gün aç beklediler, bir tek ekmek alacak kadar olsun para bulamadım, der.
Kendisi de muhtaç olan bu fakir dost, hemen ayağa kalkar, öbür odaya gider, çekmecede bulunan parasını kavradığı gibi alıp getirir dostunun eline uzatın
— Aziz kardeşim, Allah kimseyi sıkıntı içine düşürmesin, ben çoluk çocuğun aç kalmasının ne demek olduğunu çok iyi bilirim, biz büyükler çöp tenekesinden de olsa ekmek bulur yeriz ama çocuklar bunu anlamazlar. Sen hemen evine git ve çocuklarına gereken ekmek ve katığı da yoldaki bakkaldan alıp, yavrularına ulaştır, der.
Sıkıntı içinde bunalmış olan baba eline geçen bu parayla dünyanın en zengin adamı olduğu hissine girerek hemen bakkala koşar, ekmek ve katık olarak da kucak dolusu yiyecekle eve gelir. Bekleşen çocuklar, babalarını bayram havasıyla karşılarlar. Karınlan doyunca da birer köşede uykuya dalarlar.
Çocukları seyrederken derin bir nefes alan baba da, sıkıntısını atmış olarak uykuya dalar.
Beri tarafta zengin adam, o gece uykusunda enteresan bir rüya görür. Rüyasında gökyüzünde herkesin hayranlıkla seyrettiği iki tane köşk görür.Yıldızlarla süslenmiş köşkün birinden diğerine uçan melekler, kanatlarında köşkün sakinlerini götürüp getirirler. Zengin sorar:
— Bu köşkü satın almak isterim, kimindir acaba? Cevap verirler:
— Bu köşkün ikisi de falan mahalledeki fakir adamındır. Sıkıntı içinde kalan bir baba kendisine gelmiş, çocuklarının karnını doyuracak kadar olsun bir yardımda bulunmasını istemiş. O da çekmecesindeki son parasını vermiş, hemen gidip çocuklarına yiyecek almasını te'min etmiş. Onun bu yardımı Allah'ın hoşuna gittiğinden dolayı bu iki Cennet köşkünü ona verdi.
Heyecanla uyanan zengin sabahı iple çeker, hemen gidip yoksul adamı bulur ve teklifini yapar:
— Dün sana gelen yoksul babaya ne verdiysen iki mislini vereyim de o yardımı ben yapmış olayım olur mu?
Yoksul adam, cimri zenginin yüzüne dikkatle bakar ve şöyle cevap verir:
— Olmaz! Çünkü senin gördüğün rüyayı Allah bana da gösterdi. Ve iyi kalbli yoksul adam şunu da söyler:
— Hem senin vereceğin bu parayı alsam bile, sen o köşkü alamazsın.
— Neden? Sen aldın ya?
— Ben o yardımı yaparken sırf Allah rızası için yaptım. Sen ise bu parayı bana Allah için değil, rüyada gördüğün köşke sahip olmak için vereceksin. Anladın mı şimdi aradaki farkı?
— Keşke, der, böyle cimri zengin olacağıma, senin gibi iyi kalbli dindar, kanaatkar biri olsaydım da o köşklere ben sahip olsaydım.
ALLAH İÇİN ZİYARETLE MENFAAT İÇİN ZİYARETİN FARKI
Âdem Aleyhisselâm yeryüzüne indiğinde, her tarafta vahşî hayvanlar dolaşıyordu. Özellikle köpekler, hayli korkunç ve cesurdular. Âdem Aleyhisselâm'ı görünce, diğer hayvanlarla birlikte onlar da hücuma geçtiler. Ancak Hazret-i Âdem köpeğin birinin başından tutup okşayınca, bu iltifata sevinen köpek, hemen yüzünü hücuma geçmiş diğer mahlûklara çevirerek karşı koymaya başladı. Böylece köpek cinsi ehlîleşmiş, Allah'ın yeryüzüne indirdiği insan nesline hizmetkâr olmuş oldu.
Bu sırada Âdem Aleyhisselâm'a geyikler de yaklaştılar. Ancak onlar öteki hayvanlar gibi hücum ve korkutmak kasdıyla gelmemişlerdi.
Hazret-i Âdem bu masum hâllerini görünce onları çok sevdi, hayır duada bulundu. Hazret-i Âdem'den ayrıldıklarında vücutlarında misk gibi bir koku hâsıl olmuştu. Geyikler buna çok sevindiler.
Onlardaki bu kokuyu hisseden diğer hayvanlar sordu
— Sizde böyle güzel bir koku yoktu, nereden aldınız bunu?
Geyikler cevap verdiler:
— Bizler yeryüzüne inmiş olan bir mübarek insanı, Allah'ın bir peygamberini ziyaret ettik. Onu ziyaretimiz sebebiyle böyle güzel kokuya sahip olduk.
Diğer hayvanlar da hemen karar verdiler.
— öyle ise biz de ziyarete gidelim.
Koşarak Âdem Aleyhisselâm'ı ziyarete gittiler. Ancak dönüşlerinde dikkat ettiler. Kendilerinde geyiklerdeki gibi güzel bir misk kokusu meydana gelmemişti. Gidip geyiklere sordular
— Biz de ziyaret ettik, ama sizin gibi misk kokusu elde edemedik.
Geyikler şöyle cevap verdiler:
— Elbette sizde böyle koku olmaz. Çünkü biz sırf bir peygamberi ziyaret etmek için gittik. Siz ise, misk kokusu elde etmek için gittiniz. Sizin niyetinizle bizim niyetimiz arasında fark vardır.
YUSUF'UN HİKAYESİ
"Rüya-yı sadıktı, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cûz'i-külli vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Ehl-i dalalet ve ebl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına 'sevk-i tabiî' diyorlar. Haşa, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ile hayvanı kader-i ilahî sevkediyör." (Bediüzzaman)
Kanallarında kuğuların, martıların ve ördeklerin gezindiği, güvercinlerin bu gezintiye kıyılardan eşlik ettiği, yemyeşil meralarında mübarek hayvanların teşbih ederek dolaştıkları bir köy kadar şirin küçük bir ülke olan Hollanda'da Müslüman olmuş bir Hollandalı ile tanıştık.
Yeşil gözleri, beyaz teni ve kumral saçlarıyla tipik bir Hollandalıyı, pırıl pırıl bir çehreyle görmek pek alışılmış bir şey değildir. Bir arkadaşın evindeki sohbette karşılaştığımız bu "milyonda bir" talihliyle konuşmaya başladık;
- isminiz?
- Yusuf.
- Maşaallah... Peki, niçin bu ismi tercih ettiniz?
- Yusuf Aleyhisselâm'ı kuyuya atmışlar. Annem babam da beni 15 yaşımda sokağa attı.
Bir anne ve babanın hayatlarım daha iyi yaşamak için evlatlarına tekmeyi yapıştırmalarını biz istesek de anlayamayız. Ama o böyle şeylerle çok karşılaştığını ima edercesine, dudağında acı bir tebessüm, bir tekme işareti yaparak anlatıyordu nasıl evden atıldığını.
- Peki ya sonra?
- Sonra ben çok kötü işlere girdim, hapishaneye düştüm, Allah'a dua ediyordum, "Allah'ım ne olur kurtar beni, hangi din güzelse onu seçtir bana" diye. Havasının soğuk, binalarının soğuk, insanlarının soğuk olduğu bu ülkede böyle bir manzarayla karşılaşmak, sarp yamaçlarda tek tuk biten çiçeklerle karşılaşmak kadar hayret vericiydi. Hapisten çıktıktan sonra dinleri araştırmaya başladım.
Bir gün Müslümanların daveti üzerine gittiğim bir sohbette masanın üzerinde Kur'ân'ı gördüm. Kur'an adetâ konuşuyor, "Oku, oku beni" diyor, bir mıknatıs gibi beni kendisine çekiyordu. Daha sonra aldığım Kur'an mealini okudukça gözüm gönlüm açıldı ve hidayet bana nasip oldu.
Yusuf Müslüman olduktan sonra islâm'ı yaşamak için çok gayret sarf etmiş; fakat maalesef etrafındaki eski kötü arkadaşları onun peşini bırakmamışlar. Yalnız kalan Yusuf eski günahlara meyleder gibi olmuş, içine tekrar düştüğü zulmetlerden nasıl bir ikazla çıkarıldığını Yusuf şöyle anlattı:
- Tekrar günah işlemeye başladığım zaman kendimi ateşin içine düşmüş gibi hissettim. Sanki vücudum yanıyordu. Garip şeyler duymaya başlamıştım: "tnneke fi zulümât" (Sen karanlıklardasın) sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Ne zaman gözüm harama kayşa "Innallahe semîan hasıra" (Allah herşeyi işiten ve görendir,) sesini duyuyordum.
Bundan sonra Yusuf bu çevreyi terk etmesi gerektiğine karar verir.
Bu arada bir gün, terasa bıraktığı motosikletinin üzerine komşusunun çocuğu çıkar, çocuk düşer ve ayağını incitir, Yusuf ise evde her şeyden habersiz, yeni sünnet olmuş, yalnız başına kalmaktadır:
- Birden yine bir ses işittim: "Yusuf, kalk Allah'a dua et, seni öldürmeye geliyorlar/1 Ben de dua ettim: "Allah'ım, şu şu arkadaşları benim evime gönder" dedim.
Psikolojik rahatsızlıkları olan komşusu, birkaç kişiyi yanma alıp elinde bir zincirle kapıya dayanmış. Tam o sırada isim isim saydığı o arkadaşları gelmiş, kendisini kurtarmışlar.
Yusuf, hayatının düzene girmesi için Müslüman birisiyle evlenmesi gerektiğini düşünmüş. O sıralarda evliİiğiyle alâkalı üç rüya görmüş. Birincisinde bir arkadaşıyla birlikte uçakla Türkiye'ye gidiyorlar, ikincisinde hanımının evini, kendisini
ve isminin Fatma veya Fadime olduğunu, üçüncüsünde ise hanımıyla babası arasında bir tartışmayı görüyor.
Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Türk arkadaşı, evlilik hususunda kendisine yardımcı olmak istediğini söylüyor ve birlikte uçakla Türkiye'ye gidiyorlar, Konya'da birkaç kişiyle görüşüyor, fakat Yusuf rüyasındaki evi ve hanımını bulamıyor. Daha sonra bir köyden bir ailenin kızıyla görüştürmeye karar veriyorlar. Yusuf arabayla köye geliyor ve daha arabadan inmeden kızın ismini soruyor. Fatma olduğunu, bazen de Fadime diye hitap ettiklerini öğrenince sevincinden "Allahu Ekber!" deyip sıçrıyor.
Evde, müstakbel gelinin ikram ettiği kahveyi içerken çok utandığını, buram buram terlediğini söyledi. Eski hayatını düşününce, onu değiştiren dinamiklerin ne kadar sağlam olduğunu bir kez daha tasdik ettik.
Evlilikten sonra gördüğü rüyalardan hanımına da bahsetmiş. Hatta babasıyla aralarında geçen tartışmayı bile cümle cürnle nakletmiş. Hanımı da: "Sen nereden biliyorsun bunları" diye şaşkınlığını ifade etmiş. Kaderin garip bir cilvesi olarak kendisi de hep Avrupalı bir Müslüman'la evlenmek için dua edermiş.
Yusuf başından geçen bir hâdiseyi daha anlattı: - Bir gün Almanya'daki bir arkadaşımı çok özledim, Fakat bende adresi yoktu. Yine de Almanya'ya gittim. Bir taksiye bindim ve taksiciye beni herhangi bir camiye götürmesini söyledim. Caminin önünde inip kaldırımda yürürken arkamdan bir ses işittim: "Yusuf, ne arıyorsun burada?" Arkadaşım bana sesleniyordu. Bu tür garip hâdiselerden ve daha önceleri duyduğu seslerden oldukça etkilenmiş olmalı ki, bir ara doktoruna bunların sebebini sormuş. Doktor, halüsınasyon deyip geçiştirmiş. Bize de sebebini sordu: "Samimiyet ve ihlas" dedik.
Samimiyetle çevresine de oldukça tesir etmiş. Bir gün bir Türk arkadaşına: "Sen cuma Müsİümanısın" demiş. Arkadaşı böyle bir şeyi, sonradan Müslüman olmuş birinden işitince vurulmuşa dönmüş. Aradan çok geçmeden o da beş vakit namaz kılmaya başlamış.
Bir gece rüyasında şeytanı görmüş, şöyle anlattı rüyasını:
- Elinde süslü süslü yüzükler vardı, insanlar sıraya girmiş elini öpüyordu. Ama ben öpmedim, Yusuf, dünyanın sûrî ve fânî güzelliklerinin insanı tatmin edemeyeceğini idrak etmiş. Şimdi dünyaya değil, Allah'a teslim olmuş kardeşlerini hararetle kucaklıyor.
Hayatın geçmiş ve gelecek aynaları arasındaki yansımaları kaderi cilveler halinde ruhunda tezahür etmiş, ilkokula giderken Arapça harfleriyle "Allah", "Allah" yazdığını şimdilerde fark ettiğini söyledi.
İYİLİKLERİN DUYULMASI
İmam Nevevî diyor ki:
- Bir kimse yaptığı kötülüğü başkası duyduğu zaman üzüldüğü gibi, yaptığı iyi şeyler duyulduğunda da üzüntü duyarsa, bu onun ihlasının alâmetidir. Çünkü, nefsin ondan lezzet alması riyaya işarettir. Bazen riya, birçok günahtan daha tehlikelidir.
Enfes bir ihlas mihengi... Methedilmekten, güzelliğinin duyulmasından rahatsız olmak... Sırf Onun için yapmanın İşareti... Halkı düşünerek yapılan her şey riya...
Müthiş bir duruluk ve tam doğruluk... Kalbin başka istikametlerine izin yok.
İHLASI ARAMAK
Ebu Said Harraz Hazretleri, bir gün müridlerinden birisine ihlastan bahsetti. Müridi kalbini yokladı, şeyhinin anlattığı samimiyeti kalbinde bulamadı. O günden sonra da artık gidip gelmez oldu. Ebu Said, bir gün onu çağırıp sordu;
- Artık yanımıza niye gelmiyorsun?
- Yaptığım şeylerde ihlas bulamadım. Bu yüzden terk ettim. Ebu Said, onu söyle ikaz etti:
- Ben sana ameli terk et demedim. Amelinde ihlası ara dedim. Sen hizmetine devam et, ihlası onun içinde ara.
Şeytanın bir hilesi de insanlara önlerinden, hayır adına yaklaşıyor gibi musallat olmaktır. En kötü ihlassızlık hizmet etmemektir. Tam ihlas, hizmetin içinde aranır.
Belki, "Bize düşmez, bizi aşar..." diye düşünüp, "ihlas, ihlassızlık" demeden ve onu bile aramadan, sadece hizmet etmeye kilitlenmek en büyük samimiyettir.
Ne ermek, ne olmak, ne paye... Sadece vefa ve vazife...
ÇAKIL TAŞLARI
Ebü'l-Leys Semerkandî Hazretleri anlatıyor: "Allah rızasından başka maksatlar için ibadet edenlerin hali, kesesine çakıl taşı doldurup çarşıya çıkan adama benzer, insanlar uzaktan kesesini dolu görünce, 'Ne zengin adam' derler. Hakkında böyle söylenmesinden başka ona hiçbir fayda gelmez. Çarşıdan bir şey almak istese, kesesindeki çakıl taşlarına kimse bir şey vermez."
Samimiyetsiz adamın kazancı, sırtında faydasız bir yük, insanlar katında tesirsiz ve geçersiz riyakârlık, ötede İse azaptır.
SANILANDAN DAHA İYİ
Kötülükler içerisinde yolunu yitiren birisi Allah'ın lütfu ile hidayete erdi. Bir şeyhe bağlandı. Artık bütünüyle değişmiş, bin tövbeler etmişti. Başkalarının kusurunu araştıran bazı boşboğazlar:
-Ona İnanmayın, kendisini iyi göstermeye çalışıyor, biz onu biliriz, değişmedi, dediler.
Zavallı adam hakkındaki dedikodulara çok üzülüyordu. Bir gün dayanamadı ve gidip şeyhine şikâyet etti. Şeyhi çok duygulandı, ağladı. Adam şeyhinin hâline bir anlam verememişti. Şeyhinin sözleri ile kendine geldi:
-Ne mutlu sana, diyordu, sanılandan daha iyi bir insansın.
"İyi olduğun halde insanların seni kötü bilmesi, gerçekte kötü olup, iyi bilinmekten daha iyidir."
ALLAH RIZASI İÇİN YARIM EKMEK VERMEDİ
Ebu Bekir Şibli, dördüncü asır zahidlerindendir. Tasavvufla fıkhı birleştiren eşsiz bir maneviyat büyüğüdür. Bağdat'lı fırıncı ününü duyduğu İmam-ı Şibli'ye hayrandır. O'nu bir defa olsun görmeyi çok arzu etmek-
Ancak, işini bırakıp da ayağına gidemez, fırının tezgâhından ayrılmayı göze alamaz. Ne var ki ağzı kalabalıktır. Hayranları Şibli den söz edince, O da feryad eder:
— Ah, O büyük zatı bir görsem!
Büyükler hep böyledirler. Çok arzu edilirler. Ancak kendileri pek görünmek istemezler. Çünkü görmek isteyenler, hayallerinde bir büyük tasavvur ederler. O büyüğün hayranıdırlar. Halbuki gerçek büyük, onların hayallerindeki gibi müşekkel ve mükemmel görünüşte değildir. Bu yüzden büyükler görünmeyi arzu etmezler, hayallerdeki rnüşekkel ve mükemmelin yıkılmasını istemezler...
Nitekim bir gün fırıncının tezgâhı önünde ak sakallı bir ihtiyar görünür. Kılık kıyafeti pek cazip olmayan zavallı adam elini uzatır:
— Allah rızası için yarım ekmek!..
Fırıncı hışımla karışık perişan adama:
— Çekil oradan be! Bıktık sizden. Öğrenmişsiniz bir Allah rızası., gelip geçip onu söylüyorsunuz? İstediğiniz adam verecek durumda mı değil mi, onu hiç düşünmüyorsunuz.
İhtiyar bu çıkıştan suspus olup hemen çekilir. Bağdat'ın dışına doğru yoluna devam eder. Arkadan gelenler fırıncıyı uyarırlar:
— Ne yaptın sen? Çıkıştığın bu ihtiyar, hayranı olduğun Şibli Hazretleriydi.
— Şu perişan giyimli adam mı?
— Evet.
Şaşkına dönen fırıncı, koşar, yolda arkasından eriştiği Şibli Hazretleri'nin elini öper, yalvarmaya başlar:
— Beni affet!
Allah rızası için yarım ekmeği vermeyen hayranına gereken dersi verme zamanı geldiğini düşünen Şibli, teklifini şöyle yapar:
— Seni affederim ama, Bağdat Meydanında yüz altınlık bir ziyafet verirsen.
— Hay hay, başım üstüne. Yüz altının kıymeti mi olur Senin için.
Hemen bahsedilen yerde herkesin katılacağı büyük bir ziyafet hazırlanır. Herkes iştirak eder.
Sofradan çekilenler Hazret-i Şibli'den nasihat beklemeye başlarlar. Biri, bu isteği duyurur:
— Cemaat, cennet, cehennemden bahseden bir nasihat istemekteler. Lütfen bizleri irşad buyurun. Hem müjdeleyin, hem korkutun.
Şöyle cevap verir Şibli Hazretleri:
— Cennetlikleri bilmiyorum kimlerdir. Ama cehennemlikleri sorarsanız, hemen haber verebilirim.
Cemaat birbirlerine bakışırlar. İçlerinden biri atılır:
— Buyurun efendim, cennetlikleri anlatmıyorsanız, hiç olmazsa cehennemlikleri anlatın.
— Cehennemlik bir adam görmek istiyorsanız size ziyafet veren bu fırıncıya bakın!
Ortalıkta bir sessizlik... Hemen herkes, şaşkın. Şaşmayan sadece Şibli.
Şöyle açıklar durumu:
— Bu fırıncı, Allah rızası için yarım ekmek vermedi, ama Şibli için yüz altınlık ziyafetten kaçınmadı. Bu nasıl ihlas, nasıl dindarlık, siz izah edin durumu?
Toplulukta bir sessizlik ve tefekkür. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar:
— Şibli Hazretleri hepimize büyük bir ders verdi, ikaz olup ibret almamız lâzımdır bundan...
Sahi bir çoğumuz böyle miyiz yoksa?..
— Allah rızası için yarım ekmek vermeyiz, ama dostları memnun etmek için büyük çapta masrafları göze almaktan çekinmez miyiz? Ne dersiniz?
HZ. ÖMER’İN TEKRARLATTIĞI NAMAZ
Bedevinin biri mescidde acele ile öyle bir namaz kılar ki, durumu seyreden halife Hazret-i Ömer ikaz etmek zorunda kalır.
— Ey Allah'ın kulu, bu nasıl namaz böyle? Tavuğun yem yediği gibi. İyisi mi, sen şu namazını yeniden kıl!
Adam tutar yeniden kılar. Ama nasıl lalar? Acelesiz, tadil-i erkana riayet ederek.
Durumu seyreden Halife, namazdan sonra sorar:
— Sen söyle şimdi, hangi namazın daha güzel oldu?
Adam cevap verir:
— İlk namazım daha güzeldi?
— Niçin?
— Çünkü, der, onu sadece Allah rızası için kılmıştım, bu ikincisini senin nezaretinde, senin rızan için kılmış oldum da ondan!
Bu sözün gerçekten payı vardır. İnsan sadece Allah nzasını esas maksad yapmalı, çevresinde şunun bunun görmesini, beğenmesini asla hatırına bile getirmemeli. Farzına, vacibine, sünnetine dikkat etmelidir.
Bununla beraber, farzlarda riya olmaz hükmü kesindir. Nerede olursa olsun namazınızı kılın, riya korkusunu hatırınıza bile getirmeyin. İnsanların oldukça derin gaflete daldıkları şu devirde hemen her yerde çekinmeden ibadetler eda edilmeli, görenlerin vicdan muhasebesine de vesile olmalıdır. Bu halinizle siz Rabbınızın rızasını düşünürsünüz, onlar da vicdanlarının sesini dinlerler.
SOMUNCU BABANIN EŞEĞİ
Yıldırım Bâyezid'in Şeyhü'l-İslâm'ı olan Molla Fenâri, bir gün o devrin gönül sultanı (Hamidüddin-i Aksarayî)'yi ziyaret eder. Ellerini öpüp, dualarını aldıktan sonra bu zâta bir kese dolusu altın hediye etmek ister.
Somuncu Baba diye bilinen bu zât, hediyeyi almak istemez.
- Hizmetimin karşılığını, Allah'dan sadece âhirette istiyorum; dünyada kulların verecekleri ücret, benim için haramdır, der.
Ancak Molla Fenâri'nin ısrarları üzerine, onun uzattığı kesenin İçinden bir altın alarak, bununla halkı İrşad için bindiği eşeğine saman ve arpa alınmasını ister.
Büyük âlim Molla Fenâri dinî makamlarda bulunanların aldıkları ücretin helâl olduğunu, bugünün hayat şartlarının bunu zarurî kıldığını söylemektedir. Buna karşılık, din hizmetlerinin ücretsiz, menfaatsiz olarak yapılmasını savunan Hanüdüddin-i Aksarayî:
- Size bir şey söylemiyorum. Şeyhü'l-İslâmlık makamında aldığınız ücret size helâl olabilir. Fakat ben, sahabe mesleğini yaşamak istiyorum. Bu sebeple, din hizmeti karşılığında sizin aldığınız para size helâl olsa bile, bana haramdır. İsterseniz gidiniz, bana verdiğiniz parayla alınan arpa ile saman önüne dökülen eşeğime bakınız, der.
Derhal ahıra girerler. Somuncu Babanın, köylüleri irşad için bindiği eşeğinin önüne konan arpayla samana bakarlar. Bir de ne görsünler:
Molla Fenâri'nin verdiği paralarla alınan arpa ile samanı, evvelâ iyice komayıp, sonra da ayaklarıyla dağıtan eşek; bir tane bile yememiştir. Üstelik hepsinin üzerine işeyerek bir kenara çekilmiş, bön bön etrafına bakıp durmaktadır.
Hamidüddin-i Aksarayî sözlerine devam eder:
- İşte görüyorsunuz ya, hizmetime karşılık verilen ücreti, eşeğim bile yemiyor!..
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN İHLAS VE SAMİMİYETİ
Candır, ruhtur, hayattır, esastır, kuvvettir, nokta-i istinadadır; yolların en kısası, duaların en makbulü, sırların en mahremidir İhlas. O maksadları hasıl eden bir keramet cümbüşü, o insanı insan eden his ve duyguların en ulvisi ve o, yaradılışa gaye olan kulluğun en safisi ve en nezihidir.
Düşmanıdır kinin, nefretin, riyanın, bencilliğin, kendini beğenme ve büyük görmenin, tabasbusun, tekellüfün, gösterişin, sathiliğin, sığlığın, sahteliğin, öze inemeyip kısırda kalmanın, tembelliğin, ataletin, miskinliğin, hem de huzurda yüzü başkasına çevirmenin, tebessümde ağu gizlemenin, şirkin her çeşidinin, iki yüzlülüğün, nifakın ve amelleri felceden her türlü arzu, istek ve kaprislerin ezelî düşmanıdır: bunlar ve o, zıdların en acımasızıdır. Bir arada olamaz, aynı çatı altında bulunamazlar. Hele aynı kalpte asla barınamazlar.
Zillet ve iftikarın yoldaşıdır. Rızayı kendine mesken edinmiştir. Rıza ki, tek gayedir, biricik hedeftir. "Esma", iksir gibi huzmelerini oradan gönderir. Bu huzmeler benliği eritir, tüketir, bitirir ve insanı güneşe komşu bir sızıntı ve reşha haline getirir. Zühre başına toprak saçsın, şebnem bir fırtına ile kanatlansın ve kendini çağlayanlara salsın! Buzun (yani benliğin) rengi de en az kendisi kadar donuk ve soğuktur. Zaten renk ve kokular her zaman oynak ve aldatıcıdır. İnsan reşha olmadan aldanmaktan kurtulamıyacatır.
İhlası yakalayamayan hassalar şaşkındır, mecalsizdir; gözler fersiz ve dizler dermansızdır. Onsuz olunan her yer ıssız ve onsuz yapılan herşey manasızdır. Halbuki o, zatında bir güç ve kuvvettir. Ona sarılan batıl dahi olsa güçlenir, kuvvetlenir. Eğer hak onunla bütünleşirse Cibril elinde bir kamçı kesilir. Önünde durmak mümkün değildir. Sayıların arasına giren ve salîbe benzeyen "artı" işaretleri birer ihtilaf kancası.. Geometrik büyümenin kanatları kırık. Biz, üç tane biri yanyana getirip yüzonbir yapan cazibeden bahsediyoruz. Onun yanında hendesi ölçülerin lafı mı olur! Onu anlatayım diyen hatip ebkem kesilir, edip kalemini kırar ve idraki, idrak edemeyişte aramaya koyulur. İş zor. Dibi arsa dayalı bir derinliği bulma cehdi. Yanağında ebediyet busesi olmayan sezişler, doğduğu gün ölmeye de başlayan bir fânilik hengamesi içinde onu ne kadar anlayabilir ki! "Hiç" lügatta yer alan bir kelime ise şayet, onu kullanma yeri burası olmalıdır.
Onunla beraber doğma, nebilere verilen paye. Onu elde etme ve ömrü onunla tüketme veliye en büyük hedef ve gaye. Sıradan insanlar içinse ona varma müşkül; fakat mümkün. Ancak bazı prensiplerle..
Tercihte re'yi hep kendinden başkasına kullanma. Şerefte, makamda, teveccüh-ü nâsda; nefse ağır gelse de maddi menfaatların topunda bu prensip ve düsturdan zerrece taviz vermeme. Sevap yarışında, insanlara bir hakikati anlatma arzusunda bite..
Dostluğu esas edinme, Ayrı cesedlerde yasayan tek ruh haline gelme. Onu darbeleyen cürümlerden kaçınma. Tenkid ve rekabetin kol gezdiği zemine girmeme. Gıptayı tahrik edici küçüklüklere düşmeme. Hased kovanına çomak sokmama.
Kabullenme değil; dosta ait fazilet ve meziyetlerle iftihar etme, sevinme ve onun namına, ona bu fazilet ve meziyetleri bahşeden Allah'a karşı şükür secdesine kapanma; dostun kalp atışlarını kendi nabzında duyma ve gönlü ona ebedi mahbes kılma..
"Haliliye" mesleğine tam uygun meşrep "hıllet". O ise "en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdîr edici yoldaş ve en civanmert arkadaş" demek. Ve işte prensiplerden biri: Davranışları bu tarife göre motiflendirmek..
Ölümü, hafızanın sâdık bendesi yapma, onu hafızadan ve hatırdan hiç çıkarmama. Lezzetleri onunla bulama ve fecr-i kâzibin ışıklarına kanmama. Dünya ebedi değildir ki, tûl-i emel doğru olsun. Hem kalıcı değil ki, bir nizaa değsin. İşte bunun müşahhas misali:
Abdülaziz b. Velid, amcası Süleyman'ın vefatında hazır değildi. Onun vefat haberini alır almaz yanındakilerden biat aldı ve hilafet merkezine doğru harekete geçti. Ancak yolda halkın Ömer b. Abdülaziz'e biat ettiğini duydu. O, Ömer'i herşeyi ile kabullenen birisiydi. Süleyman'ın bir başkasını değil de Ömer b. Abdülaziz'i veliahd tayin etmesine en çok sevinenlerden biri de o oldu. Hemen Halifenin yanına gitti ve biat etti. Ardından da "Senin halife olduğundan haberim yoktu. Müminlerin mal ve canlarını emniyete almak için böyle bir yola tevessül etmiştim" diyerek özür diledi. Ömer b. Abdülaziz ise bir ihlas ve samimiyet âbidesi olarak ona şu cevabı verdi: "Allah'a yemin ederim, sen ümmetin biatini alıp hilafete geçseydin, buna çok sevinir ve gider evime kapanırdım. Hiçbir zaman da sana karşı herhangi bir direnişte bulunmazdım.."
O ihlas ve samimiyeti hayatının her anında başında bir salahat tacı olarak taşıdı. En küçük davranış ve hareketlerinde dahi zerre kadar ihlastan ayrılmadı.
Sohbet ediyordu. O konuşurken orada bulunanlardan birinin ağladığını gördü. Hemen sustu. Mecliste Meymun b. Mihran da vardı. Halifeye: "Konuşsaydın. Belki dinleyenlere senin nasihatin faydalı olur" deyince, Ömer b. Abdülaziz "Kelam fitnedir. Hâl. daima kaiden (sözden) evlâdır." cevabını verdi.
Ömer b. Abdülaziz'de ihlas böyle bir zirvedeydi..
İHLAS
İnsanı davaya bağlayan bir unsurdur o. Onsuz her düşünce boş, her hareket yokluk, her zafer de bir serap sevincidir. Gerçi samimi olmamak dıştan süslü ve görkemli görünür. Zekice bir hareketmiş gibi telakki edilir. Fakat içi yokluk ve hiçlikten ibarettir.
İhlas, davası uğrunda candan, canandan geçmektir. Her şeyini inandığı dava uğrunda seve seve verebilmektir. O öyle bir güç öyle bir küvettir ki; kişi belki bir İken bin, bin iken bir ordu derecesine çıkar bu ruh gücüyle.
İhlâsı olmayan kişiler davalarını bir hiç uğruna satarlar. Bir pula değişirler bütün ideallerini. Zira onlar manevî bağlarla bağlı değillerdir bu ideale. Maddî menfaat, makam mansıp sevgisi, yahut mal mülk, para gibi geçici bağlar, küflü ve çürük duygu ve düşünlerle girmişlerdir bu bezme.
Samimi olmayan insanlarla çıkılan her yolculuk bin nefrin okutur insana. Onların uyuşuk uyuşuk davranışları, ikiyüzlü, riya kar hareketleri, has dava adamı ve inanmışlar üzerinde bir şok tesiri yapar. Bu kadar pespayelik, bu kadar düşüşü inanmışlık ile bağdaştıramayan samimiyet abidesi kişi bir kardeşe su-i zanda bulunmanın İğrenç ağına düşmemek için özündeki, fıtratındaki ölçüler ve kıstaslarla, savaşa düşecek, cedelleşecektir. Halbuki buna hiç lüzum yoktur. Zira muhatabındaki zıt hareketlerin sebebi bellidir. Temelde ihlâs ve samimiyetin olmadığı açıktır. Problem teşkil eden kişi ruh dünyasında selamete erememiş, içte derinlik kazanamamış, kendini aşamamıştır. Bu sebepten etrafındaki kişilere de bu mikrobu, bu salgın hastalığı sirayet ettirmeye çalışır. Zira insan kendisi nasılsa, bencillik damarıyla çok kez başkalarını da öyle görmek ister ve zamanla da herkesi kendi gibi görmeye başlar.
Her şeye sevdalanan bu riyakâr gönüller hiçbir zaman bir davada sabitkadem olamazlar. Her duygu ve düşüncenin atmosferine giren bu histerikler çok kez şeytana uşaklık ederken meleklerle hemhal olduklarını sanırlar. Boğulmayı, en güzel hayat ateşi, berd ü selâm, kaoslu zindanları ruh-efza aydınlık bir iklim telâkki ederler. Bir kadeh dünyevî zevk onlar için ebedî âlemlere tercih edilir. Fani zevkler, geçici eğlenceler, dünya huzuru ve saadeti onlar için geçmeyen zaman, solmayan mekân, eksilmeyen zevkler, çoğaldıkça çoğalan şevk, iştiyak ve ebedî huzur ile saadetlere yeğ tutulur. Zira bunlar beklemeyi, sabretmeyi bilmeyen İblisin çizdiği zikzaklı yollar üzerinde yürüyen ve çıkmazlara, labirentlere, dehlizlere düşüp boğulmaktan zevk alan karanlık ruhlardır.
İhlâssızlık onların boyunlarına ateşten bir kement gibi geçmiş ve çile,ızdırap, acı, keder, hüzün tünellerinden geçirip onları cehennemin bağrına atacaktır birgün.
Fakat ihlâs ve samimiyet yolcuları öyle mi ya! Onlar içlerindeki oluşturdukları cennet ikliminden, zerre zerre taşınarak örülmüş elmas ve zümrüt kristalleriyle dokunmuş bir atmosferde, ömür boyu mutlu ve huzurlu yaşarlar. Ve birgün ihlâs güllerinin salındığı yöne doğru, Mesihî nefesin cennet meltemi gibi zülüflerini okşayıp estiği cihete kanatlanıp, ruhlarında izdüşümünü, siluetini taşıdıkları o nur ve ışık ikliminin asıl kaynağına ulaşırlar.