Cevap: Iktisat
PIRLANTA SERİSİ…
Soru: Güzel vasıfları fıtratımıza mâl etme hususunda nasıl bir yol izlemeliyiz?
Cevap: İster ahlâk-ı âliye, ister ibadet hayatımıza ait hususlarda ciddiyet ve vakar, temkin ve itmi’nân insanı olmamız ve bu vasıfları fıtratımızın bir buudu haline getirerek, benliğimizle bütünleştirmemiz şarttır. Ne var ki, bunu elde edebilmek ve bu seviyeye çıkabilmek, çıktıktan sonra da onu koruyabilmek oldukça zordur.
Allah Rasulü (s.a.s) bu vasıfları fıtratımızın bir buudu haline getirmek için bizlere yol gösterme istikametinde buyuruyorlar ki; “Bu Kur’ân hüzünle inmiştir. O’nu okurken ağlayın. Şayet ağlayamıyor iseniz, kendinizi ağlamaya zorlayın.” (İbni Mâce, İkame 176; Zühd 19). Yani Kur’ân’ı huzur-u kalb ile ve itmi’nan-ı nefisle okuyun. Bu tesbitten hareketle, yukarıda bahis mevzuu edilen vasıfları kazanmada önce sun’i adımlar atabilirsiniz. Yalnız bu, meselenin derinliğine vâkıf olmayan insanlar tarafından tenkid edilebilir. Ancak sizler O’na ulaşmak için çıktığınız bu yolda, böylesi şeylere takılıp kalmamalısınız.
Ahlâk-ı âliye adına zikrede geldiğimiz düşünceler içinde bazı misaller vererek mevzuyu biraz daha açmaya çalışalım. Az konuşma, güzel ahlâka ait prensiplerin -zannediyorum- başında gelir. Efendimiz’in beyanına göre çok konuşanın çok sakatatı olur. İşte bu çok sakatat da hiç farkına varılmadık şekilde insanı cehenneme götürür. Onun için Allah Rasulü (s.a.s), kendisine soru sorulmadan ya da bir maslahat gözetmeden asla konuşmazdı. O’ndan bu dersi alan Sahabe-i izâm hazerâtı da hep aynı şekilde hareket ederdi.
Meselâ, sadakat kahramanı Hz. Ebu Bekir -sahih kaynaklarda şimdiye kadar rastlamadığım ama doğru olmasa bile, hiç yadırgamadığım ve yadırgamayacağım bir menkıbeye göre- ulu orta konuşmamak için ağzına küçük bir taş koyarmış; konuşması gerektiği zaman onu çıkartır, konuşur, sonra tekrar koyarmış. Evet, onun gibi bir temkin insanı, kendini zabt u rabt altına almak için böyle bir şey yapmış olabilir. Bu menkıbeye, sahih kaynaklara dayanarak hicretten sonra, Hz. Ebu Bekir’in Nebiler Serveri Hz. Muhammed (s.a.s)’in yanında birkaç yüz kelimeyi geçmeyen konuşmaları mesned olarak gösterilebilir.
İnsan kalbî, ruhî ve fikrî hayatı adına birşeyler anlatıyor, anlattığı şeylerle muhataplarının ufkunu açıyorsa, onun konuşmasında yarar vardır. Aksi halde, bütün konuşmaları israf-ı kelam cümlesi içinde mütalâa edilebilir. Rica ederim, akan bir derenin kenarında abdest alırken suyu israf etmemeyi emreden bir dinin, insan için sudan çok daha önemli cevher gibi kelimelerini israf etmesi nasıl caiz olabilir! Öyleyse hiçbir gereği yokken bir mânâ ifade etmeyen boş ve abes yere konuşmalara çok rahatlıkla sakıncalı nazarıyla bakabiliriz. Mesela; “Buradan taksiye bindik; Akhisar’a, oradan Balıkesir’e gittik. Balıkesir’in içinde iken bir tır yanımızdan geçti...vs.” Böyle Dudu nineler gibi durmadan, hiçbir şey vaadetmeyen ve muhteva derinliği olmayan sözlerle laf ebeliği yapmak elbette mahzurludur. O halde yeme, içme, giyim ve kuşamda olduğu gibi, konuşmada da iktisadî olacak, şu tema, şu anafikir kaç kelime ile anlatılabilir, hesap edilecek ve öyle konuşulacaktır. Öyle konuşulacaktır ki, kat’iyen israf-ı kelâm ve bu suretle israf-ı zaman olmasın.
Zaten ehlullah “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taam”, “kıllet-i menâm” diyerek insanın dünya ve ukbâ hayatı adına bu çok önemli üç meseleyi, kendilerine düstur-u hayat edinmişlerdir.
İşte böyle sözü tartarak, süzerek, ağızdan çıkacak her kelimeyi düşünceye vize ettirerek konuşma bir ahlâk işidir. İnsanın bu ahlâkı kazanabilmesi ve fıtratının bir parçası haline getirebilmesi de bir hayli zaman ve bir hayli çaba ister.
Soru: Tarihî hâdiselerin tekerrürü zaviyesinden dünyada cerayan eden olaylara yaklaştığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Lütfeder misiniz?
…Evet, bugün bütün dünyaya israf hakimdir. Tabii ki, israfın hakim olduğu yerde kaybedilmesi muhakkak ve mukadder olan bazı önemli dinamikler de olacaktır.. ve işte o dinamikleri yitirmek de dünyayı buhrandan buhrana sürüklemektedir. Eskiden insanlar “Kût-u lâ yemût”la yaşarlardı. (Kût-u lâ yemût, ölmeyecek kadar bir şeyle iktifa etmek, demektir.) Eskilerin aldıkları gıdadan, giydikleri elbiselere, ondan da kullandıkları eşyaya kadar bu herşeyde bir ölçüydü. Onlar, daha ziyade “gaye-i hayal”leri açısından, duygu, düşünce ve kültürleriyle zengin olmayı tercih ederlerdi. Bugün ise mes’ele tamamen tersine dönmüştür.
İsraf, Allah’ın nimetlerinin kadrini, kıymetini bilmeme, onları ulu orta saçıp savurma demektir. Zaten şimdilerde ona “savurganlık” diyorlar. Bir yerde israfın hayat bulması orada “kaht” denilen kıtlığın boy göstermesini de beraberinde getirir. Bu bazen bereketin kesilmesi şeklinde tezahür eder ki, Bediüzzaman Hazretleri bu mes’eleye temas ederken, aynı noktaya parmak basar ve “iktisad sebeb-i bereket, israf ise bereketin kesilmesine vesiledir” der.
Dünyanın içinde bulunduğu buhranla ilgili sebepleri sıralayıp çoğaltmak mümkündür. Ancak, biz burada konuya başka bir zaviyeden yaklaşmayı düşündüğümüz için şimdilik bu sebepler üzerinde fazla durmayacağız.
Evet, dünya yeniden bir manevî buhran arenasına itildi. Bu bir tarihî tekerrürdür. Ve zannediyorum mes’eleye tarihî tekerrürlerin mânâ ve mahiyetini kavrayarak yaklaşmak daha yararlı olacaktır…
ORUÇ, İKTİSADI ÖĞRETİR
Oruç, insanlara iktisadı öğreten önemli bir disiplindir. İstediği şeyi ve aklına geldiği zaman, hiçbir sınırlama getirmeden yapmaya alışık bir insan, oruçlu olduğu zaman mecburen onu yapmayacaktır. Meselâ, her aklına estiği zaman yemek yiyen, maddî olarak vücûdunun arzularına boyun eğen insan, oruçlu olduğunda mecburen akşamın olmasını bekleyecek, dolayısıyla da bu bekleyiş sayesinde o, iktisat etmeyi öğrenecek ve sorumsuzca yaşamaktan uzaklaşmış olacaktır.
İSRAF
Nasıl ki yemede, içmede, yatmada, konuşmada israf hara sayılmış; cismani zevkler mevzuunda da israf ve aşırılıklar, insanı, dünyevi- uhrevi bir kısım mahrumiyetlere maruz bırakabilir.
Yemekte israf günah, suda israf günah, hatta ibadet ü taat için abdest almada suyu fazla kullanma günahtır. Bu hususlarda ölçü, sadece ihtiyacı giderme olmalıdır. Bu açıdan bu türlü durumlarda dengeyi kaybetme ve israfa girme ahirette önemli bir kayıp vesilesi olabilir. Kulluk sürekli sorumluluk demektir ve oldukça zor bir meseledir. Ömür nihayet 60-70 senedir; başladığı gibi biter… sonra dönüp bir gün size sorarlar, ne kadar yaşadınız? Kur’an’ın ifadesiyle: “bir gün veya bir günün parçası kadar” deyiverirsiniz.
Zannediyorum hayatı israf edenler ötede geriye bakıp çok utanacak ve “Allah Allah! Meğer ömür denen şey bir damla imiş; biz Allah’ın bize verdiği o imkanları hep o damlanın içine sıkıştırmış, deryayı damlada hapsetmiş ve güneşi zerrenin içinde öldürmüşüz” deyip inkisarla iki büklüm olacaktır.
…Bizim için dezavantaj yanlardan birisi, günümüzde pek çok çürük insan olduğundan, bazılarımız hep çürüklere bakıp “çok şükür bende sağlam yanlar var” deyip teselli olmamızdır. Oysaki, ortada Sahib-i Hakikat tarafından verilen ölçüler var. Ayrıca, ibadet ü taat, takva, zühd, incelik açısından hep üstümüzdekilere bakacağımıza, hep aşağıdakilere bakıp teselli aramaktayız.