Yıllar önce ilk tanıştıkları zaman pek çok itici yönünü görmüştü. “Hareketleri çok değişik ve cins” dediği anlar olurdu içten içe. Aradan geçen on yılda dostlukları öylesine perçinlendi ki; görenler onları birbirinden ayıramaz oldu. Artık gülmeleri, ağlamaları, sevinçleri, hüzünleri, tepkileri tıpatıp benziyordu. Dostluk; onları birbirinin aynı yapmış, adeta ikiz kardeşe dönüştürmüştü.
***
Evliliklerinin 45. yılını kutladılar evde baş başa kahve içerek. Eski albümden nikâh fotoğraflarını çıkardılar. Çocuklarının büyüme seyirlerini izlediler siyah beyaz karelerde. Evlendikleri gün ikisi de apayrı insanlarken zamanla nasıl da kaynaşmışlardı? Artık pamuk babaanne olan yaşlı kadın fotoğrafları gösterirken büyükbabayı ayağa kalkmaya davet etti. Boy aynasında birbirlerini seyrettiler hayran hayran. Kadın şöyle dedi: “Bey, farkında mısın? Senin bıyıkların olmasa aynı bensin… Ben de bıyık taksam aynı senim. Ne kadar da kaynaşmışız değil mi? Kalbimizdeki birlik ve muhabbet yüzümüze de yansımış.”
“Amaaan sende, yok daha neler” diye geçiştirdi adam. Lavaboya diyerek salondan kaçtı. İçeride tekrar aynaya baktı. Hakikaten öyleydi. Bu nasıl bir şeydi böyle?!..
***
Hoca Efendi camide ateşli vaazlar verir, cemaat onun coşkusuyla kâh yerinden fırlar kâh gözyaşlarına boğulurdu. Her vaazı ayrı bir muhabbet, ayrı bir hararetti Muhammedi Aşkı yansıtan. Bir gün camiden ayrılıp uzaklara gitti hoca efendi. Onun yetiştirdiği genç hocalar devraldı vaazları. Cemaat şaşkındı. Konuşanların üslubu, tarzı hatta kelime vurguları bile ona benziyordu. Taklit olsa bu kadar cezbetmezdi. “Taklit değil başka bir şey bu” dediler ama adını koyamadılar.
***
Taptuk Dergahından Yunus Emre yetişmişti. Yunus’la birlikte Vahdet düşüncesi mısralarla, namelerle, ilahilerle yansıyacaktı gönüllere… Asırlar geçti, çağlar aktı… Takip eden her tekke Yunusça söyledi Yunusça coştu… Yüzlerce Yunus yetişti akan zaman içinde… Onlarca Yunus Emre öne çıktı aynı adla. Değişmeyen bir şey vardı, ortak paydaları Hakkın sesini halk diliyle, billur bir lisanla şiire dökmeleri. Farklı asırlarda yaşayanlar birbirlerini nasıl etkilemişti böyle? Sanki yüzyıllar önceden nehre dökülen bir boya geçtiği yeri boyamış, aynı rengi sürmüştü gönüllere… Renk öyle bir yapıştı ki hangi şiir hangi Yunus’a ait seçilemez oldu!
***
Kızını diri diri gömdü toprağa. Mekke’liler, “Korktu” diyemezdi artık. Diş gösterene yumruğu indirecek bileği vardı. Kimse diz çöktüremezdi ona. Ne olduysa kız kardeşinin evindeki Kuran’la oldu. Diz çöktü koca aslan. Ve koştu Rasülullah’a… Gaddar, haşin, öfkeli bir adamı kendi rengine boyadı Rasulullah. Biraz Adalet, biraz Merhamet, biraz Şefkat sürdü Ömer tuvaline. Yeni resmin adı Ömer ul Faruk’tu… Rasülullah’ın rengine boyanıyor, “Dicle kenarında bir koyunu kurt aşırsa onu da benden sorarlar” diyecek kadar evrensel sorumluluk ve kulluk bilinci taşıyordu. Rasülullah, kendi rengine boyanan Ömer’i şöyle taltif edecekti:
“Benden sonra nebi gelecek olsaydı, şüphesiz bu Hattab Oğlu Ömer olurdu!..”
***
Kabe’de doğmuş, annesinden ilk sütü emmekte direnmiş, yanına yaklaşanı tırmalamıştı… Herkes şaşkındı. Alemlerin Efendisi geldi, serçe parmağını ağzına verdi, dakikalarca emdi. Gıdanın hasını alıyordu ilk kaynaktan. Ömrü hep kaynağa yakın geçecekti. Fatımatuzzehra ile bütünleştiğinde; çağlara akacak Nübüvvet Pınarına musluk oluyordu! “Ben yürüyen Kur’anım”diyecek kadar kendinden, bilgisinden, halinden emindi. “Perde açılsa, her şey görülse, vallahi yakiynimde zerre kadar artış olmaz” diyecek kadar sırlara vakıftı. Ledün şelalesi altında yıkanmıştı ruhu. Alemlerin Efendisi ilim ve kudretle boyamıştı onu. “Ben İlmin şehriyim, Ali kapısıdır” diyecek kadar kendine benzetmişti.
***
Haya, edep ve cömertlik timsali Osman. Birleştirici, arabulucu, sükûnet telkin edici Osman. Efendimizin 2 kızını verdiği, “Vallahi 3. sü olsa onu da Osman’a verirdim” diyecek kadar sevdiği Osman!.. Rasülullah’ın cömertliğini, infakını, şefkatini öylesine kuşanmış ki; Efendimiz hakkında şöyle buyurmuş: “Cennetteki refikimiz Osman’dır. Biz onu cömertlik ve ince ruhluluğu ile Halilullah İbrahim’e benzetiriz!..”
***
Ve Ebubekir… Sadık dost. Mağara arkadaşı. Sırlar yoldaşı. Efendimiz Ümmetim ümmetim diye ağlarken onun halini öylesine benimsemiş ve kuşanmış ki; Kur’an okuyup içlendiği bir anda şunlar dökülmüş dilinden: “Rabbim, benim gövdemi öyle büyüt öyle büyüt ki; cehennemde başka hiçbir kula yer kalmasın! Başka hiç kimse yanmasın!..”
Rasulullah onun imanını şöyle tescil eder: “Ümmetimin hepsi sual ve hesap olunacaktır. Ebubekir hariç. O sorgusuz- sualsiz girecek cennete! ”
……….
………………
…………………..
İNSİBAĞ: Rengine boyamak, rengini vermek demek!
Sohbet meclislerinde, kalıcı ve hesapsız dostluklarda, beklentisiz sevgilerde oluşur İnsibağ. Taraflar zamanla birbirlerine kendi renklerini verirler.
Tarikat disiplinlerinde bunu Allah Ehli zatlar icra eder. Onların halkasına, meclisine, dersine devam edenler bir süre sonra o zatın huyunu, halini, davranışını benimser ve aynıyla yaşamaya başlarlar. Öyle ki o zat kendi hayatında ne yaşadı ise, onu sevenler de zaman içinde yaşar benzer sahneleri. O hangi idrak boyutuna sıçramışsa onlar da en çok o boyuta özenir, onu ister, onu özlerler. Aşk ehli aşkını, ilim ehli ilmini, hal ehli halini yayar denize atılan taş misali halka halka etrafına. Kumaşı boyarcasına kendi rengini verirler yollarına adananlara…
Şüphesiz en büyük insibağ örneği Efendimizdir. Girdiği her yere, ulaştığı her kalbe kendi halini bağışlamıştır Alemlerin Efendisi… O emindir, sahabe de emindir. O infak eder, sahabe de verir ellerinde ne varsa. O ilim sahibidir, sahabe de alır, yayar o ilmi uzak beldelere, kurak gönüllere. 23 senede koca bir coğrafyayı, binlerce insanı kendi rengine boyar Muhammed Mustafa (sav) …
Vurduğu boya; SIBĞATULLAH (*)
Allah Boyası sürer insanlara. Bütün renkleri alt eden, benlik kirini, ego pasını, nefis küfünü söküp alan, sürüldüğü yerden bir daha çıkmayan ebedi boyadır İslam!...
İnsibağ sırrına daha açık ve öz bir delil mi? İşte hadisler: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
“Kişi dostunun yolundadır”
Selam olsun Muhammedi fırçadan sürülecek Allah Boyasına gönlünü açanlara!
Selam olsun renkten, şekilden, suretten soyunup Muhammedi kisveyi kuşananlara!
***
Evliliklerinin 45. yılını kutladılar evde baş başa kahve içerek. Eski albümden nikâh fotoğraflarını çıkardılar. Çocuklarının büyüme seyirlerini izlediler siyah beyaz karelerde. Evlendikleri gün ikisi de apayrı insanlarken zamanla nasıl da kaynaşmışlardı? Artık pamuk babaanne olan yaşlı kadın fotoğrafları gösterirken büyükbabayı ayağa kalkmaya davet etti. Boy aynasında birbirlerini seyrettiler hayran hayran. Kadın şöyle dedi: “Bey, farkında mısın? Senin bıyıkların olmasa aynı bensin… Ben de bıyık taksam aynı senim. Ne kadar da kaynaşmışız değil mi? Kalbimizdeki birlik ve muhabbet yüzümüze de yansımış.”
“Amaaan sende, yok daha neler” diye geçiştirdi adam. Lavaboya diyerek salondan kaçtı. İçeride tekrar aynaya baktı. Hakikaten öyleydi. Bu nasıl bir şeydi böyle?!..
***
Hoca Efendi camide ateşli vaazlar verir, cemaat onun coşkusuyla kâh yerinden fırlar kâh gözyaşlarına boğulurdu. Her vaazı ayrı bir muhabbet, ayrı bir hararetti Muhammedi Aşkı yansıtan. Bir gün camiden ayrılıp uzaklara gitti hoca efendi. Onun yetiştirdiği genç hocalar devraldı vaazları. Cemaat şaşkındı. Konuşanların üslubu, tarzı hatta kelime vurguları bile ona benziyordu. Taklit olsa bu kadar cezbetmezdi. “Taklit değil başka bir şey bu” dediler ama adını koyamadılar.
***
Taptuk Dergahından Yunus Emre yetişmişti. Yunus’la birlikte Vahdet düşüncesi mısralarla, namelerle, ilahilerle yansıyacaktı gönüllere… Asırlar geçti, çağlar aktı… Takip eden her tekke Yunusça söyledi Yunusça coştu… Yüzlerce Yunus yetişti akan zaman içinde… Onlarca Yunus Emre öne çıktı aynı adla. Değişmeyen bir şey vardı, ortak paydaları Hakkın sesini halk diliyle, billur bir lisanla şiire dökmeleri. Farklı asırlarda yaşayanlar birbirlerini nasıl etkilemişti böyle? Sanki yüzyıllar önceden nehre dökülen bir boya geçtiği yeri boyamış, aynı rengi sürmüştü gönüllere… Renk öyle bir yapıştı ki hangi şiir hangi Yunus’a ait seçilemez oldu!
***
Kızını diri diri gömdü toprağa. Mekke’liler, “Korktu” diyemezdi artık. Diş gösterene yumruğu indirecek bileği vardı. Kimse diz çöktüremezdi ona. Ne olduysa kız kardeşinin evindeki Kuran’la oldu. Diz çöktü koca aslan. Ve koştu Rasülullah’a… Gaddar, haşin, öfkeli bir adamı kendi rengine boyadı Rasulullah. Biraz Adalet, biraz Merhamet, biraz Şefkat sürdü Ömer tuvaline. Yeni resmin adı Ömer ul Faruk’tu… Rasülullah’ın rengine boyanıyor, “Dicle kenarında bir koyunu kurt aşırsa onu da benden sorarlar” diyecek kadar evrensel sorumluluk ve kulluk bilinci taşıyordu. Rasülullah, kendi rengine boyanan Ömer’i şöyle taltif edecekti:
“Benden sonra nebi gelecek olsaydı, şüphesiz bu Hattab Oğlu Ömer olurdu!..”
***
Kabe’de doğmuş, annesinden ilk sütü emmekte direnmiş, yanına yaklaşanı tırmalamıştı… Herkes şaşkındı. Alemlerin Efendisi geldi, serçe parmağını ağzına verdi, dakikalarca emdi. Gıdanın hasını alıyordu ilk kaynaktan. Ömrü hep kaynağa yakın geçecekti. Fatımatuzzehra ile bütünleştiğinde; çağlara akacak Nübüvvet Pınarına musluk oluyordu! “Ben yürüyen Kur’anım”diyecek kadar kendinden, bilgisinden, halinden emindi. “Perde açılsa, her şey görülse, vallahi yakiynimde zerre kadar artış olmaz” diyecek kadar sırlara vakıftı. Ledün şelalesi altında yıkanmıştı ruhu. Alemlerin Efendisi ilim ve kudretle boyamıştı onu. “Ben İlmin şehriyim, Ali kapısıdır” diyecek kadar kendine benzetmişti.
***
Haya, edep ve cömertlik timsali Osman. Birleştirici, arabulucu, sükûnet telkin edici Osman. Efendimizin 2 kızını verdiği, “Vallahi 3. sü olsa onu da Osman’a verirdim” diyecek kadar sevdiği Osman!.. Rasülullah’ın cömertliğini, infakını, şefkatini öylesine kuşanmış ki; Efendimiz hakkında şöyle buyurmuş: “Cennetteki refikimiz Osman’dır. Biz onu cömertlik ve ince ruhluluğu ile Halilullah İbrahim’e benzetiriz!..”
***
Ve Ebubekir… Sadık dost. Mağara arkadaşı. Sırlar yoldaşı. Efendimiz Ümmetim ümmetim diye ağlarken onun halini öylesine benimsemiş ve kuşanmış ki; Kur’an okuyup içlendiği bir anda şunlar dökülmüş dilinden: “Rabbim, benim gövdemi öyle büyüt öyle büyüt ki; cehennemde başka hiçbir kula yer kalmasın! Başka hiç kimse yanmasın!..”
Rasulullah onun imanını şöyle tescil eder: “Ümmetimin hepsi sual ve hesap olunacaktır. Ebubekir hariç. O sorgusuz- sualsiz girecek cennete! ”
……….
………………
…………………..
İNSİBAĞ: Rengine boyamak, rengini vermek demek!
Sohbet meclislerinde, kalıcı ve hesapsız dostluklarda, beklentisiz sevgilerde oluşur İnsibağ. Taraflar zamanla birbirlerine kendi renklerini verirler.
Tarikat disiplinlerinde bunu Allah Ehli zatlar icra eder. Onların halkasına, meclisine, dersine devam edenler bir süre sonra o zatın huyunu, halini, davranışını benimser ve aynıyla yaşamaya başlarlar. Öyle ki o zat kendi hayatında ne yaşadı ise, onu sevenler de zaman içinde yaşar benzer sahneleri. O hangi idrak boyutuna sıçramışsa onlar da en çok o boyuta özenir, onu ister, onu özlerler. Aşk ehli aşkını, ilim ehli ilmini, hal ehli halini yayar denize atılan taş misali halka halka etrafına. Kumaşı boyarcasına kendi rengini verirler yollarına adananlara…
Şüphesiz en büyük insibağ örneği Efendimizdir. Girdiği her yere, ulaştığı her kalbe kendi halini bağışlamıştır Alemlerin Efendisi… O emindir, sahabe de emindir. O infak eder, sahabe de verir ellerinde ne varsa. O ilim sahibidir, sahabe de alır, yayar o ilmi uzak beldelere, kurak gönüllere. 23 senede koca bir coğrafyayı, binlerce insanı kendi rengine boyar Muhammed Mustafa (sav) …
Vurduğu boya; SIBĞATULLAH (*)
Allah Boyası sürer insanlara. Bütün renkleri alt eden, benlik kirini, ego pasını, nefis küfünü söküp alan, sürüldüğü yerden bir daha çıkmayan ebedi boyadır İslam!...
İnsibağ sırrına daha açık ve öz bir delil mi? İşte hadisler: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
“Kişi dostunun yolundadır”
Selam olsun Muhammedi fırçadan sürülecek Allah Boyasına gönlünü açanlara!
Selam olsun renkten, şekilden, suretten soyunup Muhammedi kisveyi kuşananlara!