İstiridyeye inciyi, Meryem’e İsa’yı bahşeden sır: iffet

GuLSerbeti

Well-known member
evlilik1.jpg




İstiridyeye inciyi, Meryem’e İsa’yı bahşeden sır: iffet


Kelime anlamı; ahlâkî temizlik, namus, ırz, doğruluk, helâle razı olup, haramlardan kaçınma hali.

İffet-i mücesseme ise, her şeyi ve her hâliyle günahlardan ve haramlardan son derece sakınan Hz. Peygamberin (asm) bir sıfatı.

İffet, istiridye gibi olmaktır bir anlamda; kendini korumak, setretmektir ki, içindeki paha biçilmez cevher olan inciyi meyve verebilsin.

İffet… Meselâ, Hz. Yusuf’un (as) Züleyha’ya râm olmamasıdır. Güzelliği imtihandır onun. Güzel, cazibeli ve makam sahibi bir kadın tarafından çağrıldığı halde, “Ben nefsimi temize çıkarmam, zira nefsim her kötülüğü emredicidir” deyip, zindana rıza göstermesi hâlidir. Mükâfatı dünyada her kulun nail olamayacağı bütün mevkilere sahip oluşudur.

Meselâ iffet; Hz. Şuayb’ın (as) kızları ile Hz. Mûsa (as) arasındaki münasebettir. Musa (as) Medyen’de hayvanlarına su içirmekte olan bir topluluğa yaklaştığında bu ikisinin uzakta durmalarının temiz ahlâklarından, edeb sahibi olmalarından kaynaklandığını tarttığı gibi, kızlardan Safura da onu babasına, “Ey babacığım! Bu zat, ücretle tutmak istediğin kimselerin en hayırlısı, en kuvvetlisi ve en emniyetlisidir. Ayrıca son derece edeb ve hayâ sahibi. Bizimle konuşurken hiç başını kaldırıp yüzümüze bakmadı” ifadeleriyle takdim eder. Sonuç, 10 sene hizmetkârlığın karşılığında Hz. Şuayb’in bu kızıyla evlenmesidir.

Meselâ bir elmayı tam ısırmak üzereyken haram olabileceğini düşünüp vazgeçmek ve sahibine hakkını ödemesi için yedi sene hizmetçi olmaktır iffet. Karşılığında ise harama gözü kör, kulağı sağır, ayağı topal “tertemiz bir eştir.” Bu evliliğin meyvesi, Numan b. Sabit’tir; nam-ı diğer, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri.

Bediüzzaman’ın vasfıdır iffet. İki sene Bitlis valisi Ömer Paşa’nın konağında ikamet ettiği halde onun altı kızından üç büyükleri birbirinden tefrik edip tanımaması hâlidir. “Neden bakmıyorsun?” diye sorduklarında, “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor” şeklinde izah eder bu hâli Bediüzzaman. Bunun malûm meyvesi telif edildiği tarihten bugüne kadar sayısı hadde hesaba gelmez insana kurtuluş reçetesi olan eserleri, Kur’ân hakikatleridir.

Demek iffetli olma hâli bir erdem, onu muhafaza ise çetin bir imtihandır; sabredip istikamette olana meyvesi ise, iki cihan saadetini bahşetmesidir.


Kadının fıtratı edep ve iffet üzerinedir

Fakat iffet kelimesi en çok da Hz. Meryem’le özdeşleşir. O kendini Rabbine adamışken, Rabbi onu bir erkek çocukla müjdelemiştir. “Bana bir insan eli değmediği ve iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” diye şaşkınlığını dile getiren Meryem’e cevap: “Öyledir! (Lâkin) bu Rabbine çok kolaydır” şeklinde gelir. Masumiyete, adanmışlığa, temizliğe, iffetine rahmetin hediyesidir Hz. İsa. Rabbi tarafından aşikâr bir nimetlendirme ve müjdelenmeye mazhar olur Hz. Meryem. “Sakın üzülme! Rabbin sana alt yanında bir su arkı yarattı. Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş taze hurmalar dökülsün. Artık ye iç, gözün aydın olsun!” şeklinde iltifat-ı Rahmanîye mazhar olmuştur.

İffet inci gibi en kıymetli ziynetidir kadının, edep de libası. Fıtraten hassas ve zayıftır, istiskale maruz kalmaktan müteessir olur. İşte bu yüzden sıkıldığı nazarlardan korumak için setrederek temiz kalma halinin devamını şiddetle ister.


Osmanlıda görücü usulü tartışmaları

Osmanlı son dönemi aydınlarına göre çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın yolu Avrupalılaşmaktan geçiyordu. Bunun için Avrupalılara çareler soruluyordu. Sözgelimi, Abdullah Cevdet, Cenevre’de Avrupa’nın meşhur edip ve yazarlarına Osmanlı nasıl kurtulur yollu bir anket düzenliyor ve cevap “Kur’ân’ı kapa, kadınları aç!” şeklinde formüllendiriliyordu. Cemiyet kurumları ve insanlarıyla Avrupaîleşecek, Frenkleşecekti. Kur’ân’ın emirlerine rağmen bu yapılmalıydı. İstiridye kabuğunu açmalı, kadın görünen olmalıydı. Kadınların çarşaf ve peçesi, harem hayatı, görücü usulü bu görüntüyü bozuyordu.

Son dönem Osmanlı Batıcı aydınlarının şiddetle savunduğu fikirlerden biri de görücü usulünün kaldırılmasıydı. Belki günümüzdeki gibi flört, kız erkek arkadaşlığı ya da seviyeli birliktelik sözleri havada uçuşmuyordu henüz, ama zihinler bir kez bulandırıldı mı doz yavaş yavaş artırılırdı nasıl olsa!

Son dönem kimi Osmanlı edebiyatı ve şarkı sözlerindeki kadın erkek ilişkilerinde şaşırtıcı tasvirlerin varlığını gözlemlememiz belki de o zamanın “normalleştirme taktiklerinden” sayılmalıydı. Mesire yerlerinde mendil düşürmeler, ucu yanık mektuplar vermeler, sandal sefaları, v.s. ile aşkın meziyetlerine vurgular yapılıyor, “Kâtip benim, ben kâtibin el ne karışır?” yollu güftelerle bu manalar terennüm ediliyordu.
Cemiyette İslâmî yaşantının yara almasının kadın istismarından geçtiğini çok iyi bilip mesailerini bu yolda kullananlara karşı kalemleriyle cihad ederek tahriplere set çekmeye çalışanlar da, bakınız neler söylüyorlardı:

Fatma Aliye Hanım (Görücü usulünün kalkmasını savunanlara):

Bizim şu usul-i izdivaçla yüz münahakanın (nikâhlanmanın) sekseni doksanı yine hüsn-i imtizaçla (iyi geçinme ile) sonuçlanmış olup buna mukabil Avrupa’da alelumum (herkes içinde) bu muaşaka (sevişme) neticesi olan münahakatın kâffesinde (hepsinde) hüsn-i imtizaç görüldüğü de vaki değildir. Birbirine heveskâr olan iki genç yekdiğerinin ahlâkını, edebini, kabiliyetini bihakkın takdir edemezler. Bunları iki familyanın ekâbiri (iki tarafın aile büyükleri) takdir ederler. Oğulları ve kızlarıyla da istişare eyledikten ve bunların da rızalarını istihsal eyledikten sonra akde karar verilir. İş yalnız o gibi çocuklara kalsa kim bilir ne kadar çocukluklar ile akrabalarını dostlarını ya güldürürler ya da ağlatırlar idi” mukayesesi ile cevap veriyordu.

Ahmet Mithat Efendi:

Yine dönemin yazarlarından Ahmet Mithat Efendi de bazı delikanlıların “Alacağımız kızları tanıyıp öyle almalıyız” gayretini son zamanlarda epeyce ileri götürerek, dönüşü olmayan bir noktaya geldikten sonra verdikleri sözü tutmayıp nikâhtan vazgeçtiklerini hoş karşılamamaktadır. “Çünkü onların bu şekildeki davranışları bazı kızların verem döşeklerine düşmelerine, hatta bazılarının intiharı bile göze almalarına sebep olmaktadır” diyerek masum hislerin nasıl istismar edilebildiğine dikkat çekiyordu.

Müfide Feride Hanım ise (Associated Press’e yaptığı mülâkatta, haremin kadının esareti olduğu tarzındaki soruya verdiği cevapta),

“Batı medeniyetinde kadının yeri tuvalet (süslenmek) için çılgınca sarfiyat yapmak, geç evlenmek ve çocuk doğurmamak demektir. Ecnebi kadınları moda mağazaları, tiyatro ve romanlar için yaşarlar. Erkekler ise bu kadınların âdeta kölesidir” tespitini yapıyor ve “Biz Türk kadınının hürriyetinin haremde olduğuna ve haremin suiistimalden uzak ve geniş bir hürriyet alanı olduğuna inanıyoruz” demektedir.

Yaklaşık bir asırdır sürdürülen bu kapsamlı çalışmalardan günümüzün Meryem safiyetindeki genç kızları ve Yusuf yüzlü delikanlıları da alıyor payını maalesef. “İslâmî temel kavramların, suçlu ve mahkûm kavramlar haline getirildiğine tanık oluyoruz” diyor bir yazar. Bugünün modernizm kalıplarıyla düşünen insanın handikabı burada başlıyor. Nefis isyan ediyor. Meselâ, bir gence en masum hislerle bağlanmak, sevmek ve onunla evlenmeyi arzu etmek suç mu, günah mı diye sorguluyor; “Ben seni en temiz ve saf duygularla seviyorum N’Ayşe!” diyen Yeşilçam repliklerini hatırlatan bir tarzda!

Evet, İslâmî kaynaklarda sevginin kelime karşılığı, “hub, meveddet, muhabbet” olarak verilirken, “aşk” bir şeye karşı duyulan şiddetli alâka şeklinde ifade ediliyor. Aşk şeytanî bir duygu değil, Allah’ın (cc) yarattığı bir cazibe kanunudur, diye açıklanıyor. Her eksik olan varlık parçasını arar, fıtrî ve doğal bir duygu olarak ona doğru çekilir. “İnsanın ihtiyacı olan çılgınca değil, mutlak bir şekilde sevilmektir,” diyor Mustafa Ulusoy. Hz. Mevlâna ise, “Cins cinse ebediyen âşıktır” diyor.

Belki hatalı olan, aşkı meşru daire içinde yaşamaktan kaçınmaktır. Sabırsızlık gösterip helâl dairesinin keyfe kâfi, yeter ve artar olduğunu unutmak; dahası da aşka âşıkın kaldıramayacağı çok büyük manalar yüklemektir.

İkili insan ilişkileri bugün hayatın merkezine o kadar alınmış ki, TV dizileri yoluyla insanın bu dünyaya gönderiliş amacının aşk olduğu ve ne pahasına olursa olsun yaşanması gerektiği şırınga ediliyor âdeta! İlân-ı aşk edilmeyen birisi de dünyada değersiz, işe yaramaz bir varlık olarak görüyor kendisini.

Aşka dair öykülerde, “Aşkı helâl dairesi dışında arayanların elleri ve kalpleri bomboştur. Aşk, ancak sadakat ve mahremiyetle beslenir. Sokaklarda yağmalanan, üryan, anonim biçimlere bürünen ucuz ve vefasız aşklar, asıl aşkın itibarını zedeliyor” denir.

Aşkın iffet dairesinde nasıl yaşanabileceğine bir örnek de yine Fatma Aliye Hanım’dan “Muhadarat” isimli romanında, romanın kadın kahramanı Fazıla için, “Nişanlısı Mukaddem Beyi beğeniyordu. Her hâlini takdir ediyordu. Seviyordu da! Fakat zeki kız çıldırasıya muhabbeti, fikr-i hayalini daim onunla meşgul etmeyi tezevvücünden sonraya saklıyordu. Aşk denilen kahraman, şu genç kızı tamamıyla mağlûp edip de istediği gibi kullanamıyordu!

Aşk acısı çekmek zor belki, ama bize verilen bu duyguyu istikamette kullanmanın mükâfatı, dünyada tertemiz eş ve evlâtlara sahip olup, yuvamızı dünya cennetine çevirirken, ahirette ise, Yasin Suresinde müjdelendiği gibi, “Cennette de çeşitli zevklerle zevklenip ağaçların gölgeleri altında süslü koltuklar üzerine kurulup oturan cennet eşlerinin ebedî saadetini” netice veriyor.

Âşıklara bir müjde de Habibullah’dan (asm): “Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek sabredenin günahlarını Allah affedip Cennetine koyar.” (İbn-i Asakir)
“Kim âşık olur da iffetini korur, halini gizler ve bu yüzden ölürse şehit olarak vefat eder.” (Keşf’ül Hafa)

“Gönül ferman dinlemez!” diyenlerin kulağına küpe olsun!
İnsanın kalbi Allah sevgisinin tecelligâhı, muhabbetin makamı olduğuna göre Rabbinden gelen fermanı, baş göz üstüne kabul ediyor.




Zeynep Çakır
Tarihçi

Şubat 2008 / Bizim Aile Dergisi
 
Üst