Konuya cevap cer

İddia:

    Razî, bu ayetin tefsirinde de şunları zikreder:


    Bu ifadedeki "Kitap" ile ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır:


    1. Bundan murat, Mahlûkâtın bütün hâllerini tam ve tafsilâtlı olarak kapsayan, semada ve arşta bulu nan levh-i mahfuzdur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kalem, kıyamete kadar olacak her şeyi yazdı ve kurudu." buyurmuştur.

  

    2. Bundan murat, Kur'an’dır. Bu görüş daha açıktır. Çünkü, elif-lâm müfret ismin başına geldiğinde, daha önce geçen ve bilinen bir varlığı gösterir. Müslümanlarca, bilinen ve daha önce zikredilmiş olan kitap ise, Kur'an-ı Kerim’dir. Binaenaleyh bu "Kitap" ile, Kur'an’ın murat edilmiş olması gerekir.


    Bunun böyle olduğu sabit olunca, birisi şöyle diyebilir: "Kur'an’da tıp ve cebir ilimleri ile, diğer birçok konuların ve ilimlerin detaylı bilgileri bulunmadığı hâlde ve yine âlimlerin usûl ve füru ilmine dair mezhepleri ile delillerinin tafsilâtı bulunmadığı hâlde, Cenab-ı Hak niçin 'Biz, o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık' buyurmuştur?"


    Buna şu şekilde cevap verilir: Hak Tealâ’nın bu buyruğu "bilinmesi gereken şeylerin beyan edilmiş olması" manasına has olmalıdır. Bunu şu iki şekilde izah ederiz: 


    1. "Tefrit" (eksik bırakma) kelimesi, olumlu veya olumsuz yönden, ancak beyan edilmesi gereken şey hususunda kullanılır. Çünkü hiç kimsenin, yapmaya ihtiyaç duymadığı şeyleri yapmamada tefrit yaptığı veya kusurlu davrandığı söylenemez. Bu kelime, ancak kişinin yapmaya ihtiyaç duyduğu kusurlu davrandığında kullanılır.


    2. Kur'an’ın bütün veyahut ekser ayetleri, bu Kitabın indirilişinden maksadın, dini açıklamak, Allah’ı ve onun hükümlerini tanıtmak olduğuna, mutabakat, tazammun veyahut da iltizam olarak delâlet etmektedir. Bu kayıt, Kur'an’ın tamamından anlaşıldığına göre; bu ayetteki mutlak ifade, bu mukayyet manaya hamledilir.


    Kur'an’ın bütün ilimlerinin usûlünü ve füruunu (prensiplerini ve tafsilâtını) kapsamamasına gelince: Biz şöyle deriz: Bütün usûl ilmi Kur'an’da mevcuttur. Çünkü, aslî deliller Kur'an’da en beliğ bir şekilde zikredilmiştir. Fakat mezheplerin rivayetine ve görüşlerin tafsilâtına gelince: Bunların Kur'an’da bulunmasına ihtiyaç yoktur. 


    Bizim bu ayeti ve Razî’nin tefsirini nakletmemizin sebebi şudur: Razî, "el-Kitâb" lâfzından maksadın Kur'an olduğunu söylemektedir. Birçok müfessire göre ise, bundan da maksat, -Said Nursî’nin Kur'an’da her şeyin olduğuna delil olarak gösterdiği ayette kastedilenin levh-i mahfuz olduğu gibi- levh-i mahfuzdur. Maksat Kur'an olsa dahi, görüldüğü gibi ayet, Said Nursî’nin çektiği anlama gelmemekte; bu ayetler, ona bir delil teşkil etmemektedir.




İddiaya cevap:

- Evvela şunu belirtmek gerekir ki, “Kur’an’da her şeyin var olduğunu” söyleyen Bediüzzaman ve diğer alimlerin maksadı elbette; -rastgele çalı-çırpı, çar-çöp, Corc-Morc, Bayındır-Mayındır, okus-pokus değil-, Kur’an’ın temel maksatlarına uygun olan, ilahî hikmet bakımından bir kıymet-i harbiyesi bulunan, olumlu veya olumsuz bir haber değeri olan şeyler, demektir.


Örneğin Kur’an’da (Rum Suresi, 30/3-5), Bizanslıların İranlıları bir kaç yıl içerisinde mağlup edeceğine dair bir gaybî habere yer verilmiştir. Demek ki, ilahî hikmet açısından bunun bir haber değeri vardır. 


Acaba, Rumların/Avrupa’nın son İslam devletini ortadan kaldırıp, Kur’an’ın aleyhine olan bir çok anlaşmaları mevcut yetkililere kabul ettirdiği, zamanla tamamen İslam’ın aleyhine oluşan bir dinsizlik cereyanının, “Allah Allah” demeyi yasaklayan bir zihniyetin hâkim olduğu, ulema ve meşayihın de içinde bulunduğu dindar kesimin tamamen sindirildiği eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadın hükümferma olduğu bir devirde, tek başına -kefenini boynuna takarak- dinsizlikle mücadele meydanına atılan, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu” ispat etme yolunda, her şeyini feda eden Bediüzzaman gibi bir İslam kahramanının bu mücahedesinin Kur’an nazarında, Kur’an’da yer alacak kadar bir değer ifade etmediği hayali, hangi vicdanlı, insaflı, imanlı, irfanlı insanın şuurunda yerleşebilir?


- Şimdi, bu konuya daha önce de itiraz eden bir zata cevap verirken, Bediüzzaman’ın “Kur’an’ın Risale-i Nur’a olan işaretlerini” çıkartmasının gerekçesini bizzat kendisinden dinleyelim ve vicdanlarımızla bu konuyu bir kez daha akıl ve gönül süzgecinden geçirelim, istiyoruz:


“Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın feyziyle Yeni Said hakaik-i imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa filozoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma Risale-i Nur'un kıymet ve ehemmiyetine işârî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (r.a.) ihbaratı nev'inden, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan dahi bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur'a nazar-ı dikkati celb etmesine mânâ-yı işârî tabakasından rumuz ve îmaları, i'câzının şe'nindendir. Ve o lisan-ı gaybın belâgat-i mucizekârânesinin muktezasıdır.”


“Evet, Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla, "Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki  “Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır"(En'âm, 6/59) -mealindeki ayetin- sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, ayâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâgatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.” (Sikke-i Taaasdik-i Gaybî,-Envar- s. 65-66).


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst