"KUR'AN’DA HER ŞEY VARDIR" İDDİASI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ"
İddia:
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Bir topluluk Resulullah (s.a.v.)’a saygısızca ehemmiyetsiz şeyler sorarlardı.
Birisi:
-Babam kimdir? der, diğeri de:
-Devem kayboldu, acaba devem nerede? derdi.
Bunun üzerine Allah, şu ayet-i kerimeyi onlar hakkında inzal buyurdu:
"Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur'an indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. Allah (sorduğunuz) şeyleri affetmiştir. Allah bağışlayandır, halimdir." (Mâide, 5/101)
Hz. Peygamber bu tip sorulara "Kur'an’da her şey vardır. Onda arayın" şeklinde bir cevap vermediği gibi, kendisi de böyle şeylerin cevabını Kur'an’da aramamıştır. "Kur'an’da her şey vardır" iddiası, kişileri bu ve benzeri soruların cevaplarını Kur'an’da aramaya iter.
Faraza, zikri geçen bu adamlar, Peygamberimize adlarını, doğum tarihlerini, yazdıkları risalelerin isimlerini ve yazılış tarihlerini... sorsalardı, yukarıda anlatılandan farklı bir cevap mı alacaklardı? Böylesi soruların Hz. Peygamber’e yöneltilmesi yasaklanmışken, Kur'an’a yöneltilmesinin ve cevaplarının onda aranıp bulunmasının (?) hükmü nedir acaba?...
İddiaya cevap:
Öncelikle, yukarıda aktarılan rivayetteki ifadeler şöyledir:
(Doğrusu: Bir topluluk Resulullah (s.a.v.)’a istihza yoluyla/alay-eğlence olsun diye sorular sorardı).
(Doğrusu: Devesi kaybolan biri de, ‘acaba devem nerede?’ derdi.
- Ön yargı fanatizmi, aklın gözünü öyle kör eder, kalbin özünü öyle dumura uğratır ki, beynin şarteli kısa devre yapmak zorunda kalır. Kişi artık ne dediğini bilemez hale gelir.
- Evvela, istihza yoluyla, eğlence amacıyla, imtihan etmek maksadıyla Hz. Peygamber (a.s.m)’e soru soranları, öğrenmek maksadıyla, hizmet aşkıyla, bütün ciddiyetiyle Kur’an’a soru soranları aynı kefeye koymak hangi akıl, hangi vicdan ölçüsüne sığar?
- Yoksa, sırf Risale-i Nur’a bir tenkit kapısı olsun diye, o bedevî, okuma yazması bile olmayan bir kısım münafıkların, Hz. Peygamberi (a.s.m) alaya alarak sordukları sorularını pekiştirme adına “yazdıkları risalelerin isimlerini… sorsalardı.. farklı bir cevap mı alacaklardı?” şeklindeki hezeyan-ı hasudane ne ile izah edilebilir ki?
- Dinini kaybeden bir milletin dinini pekiştirme adına Kur’an’a soru soran bir kimse ile, devesini kaybeden bir kimsenin devesini -eğlence olsun diye- Hz. Peygamber (a.s.m)’e soran bir kimseyi aynı kefeye koymak, ancak “haricilik markası ve mankafasıyla” açıklanabilir.
İddia:
Mücahit ve İkrime derler ki:
Badiye ehlinden biri Hz. Peygamber’e gelerek:
- Ey Muhammed, bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Ülkemizde kıtlık var, bana yağmurun ne zaman yağacağını haber ver. Karım hamile, bana ne doğuracağını haber ver. Bugün ne kazandığımı biliyorum, bana yarın ne kazanacağımı haber ver. Nerede doğduğumu biliyorum, bana nerede öleceğimi haber ver, dedi.
Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah katındadır. Yağmuru o indirir, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse de nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, bilendir, haberdar olandır." (Lukmân, 31/34)
Ebced ve cifir ehli, bu ayete rağmen kıyametin zamanını Kur'an’da aramışlardır.
İddiaya cevap:
- Bu itirazı yapanların bilmediği şey şudur: Kıyametin bilinmeyen tarafı, onun kesin olarak hangi yılın, hangi ayın, hangi günün hangi saatinde kopacağı bilgisidir.
- Ebced ve Cifir ehlinin kıyamet zamanını Kur’an’da aramaları ise, mutlak gayb olan kıyametin kopma saatini, dakikasını, saniyesini kesin bir şekilde tespit etmeye yönelik değildir. Bilakis, bunların maksadı -kesin olarak değil, tam saatini değil- bir galib-i zan ile yaklaşık olarak, bir yıl/veya yıllar gibi geniş bir zaman dilimini araştırmaktır.
- Kıyametin günü bilinse bile, öğleden önce mi, sonra mı olduğu bilinmezse, yine de kıyametin kesin zamanı bilinmiş olmaz. Zaten hiç kimsenin böyle bir iddiası da olmamıştır.