GÖNÜLSIZIM
Well-known member
KALBİMİZİ KAYBETTİK: HÜKÜMSÜZDÜR!
Ankara’dan dönüyorum. Bu sefer uçakla... Yani trafikte değilim. Havaalanına vardığımda son elli dakika kalmıştı. Havaalanına girdikten sonra biraz da yorgunluğun etkisiyle olsa gerek girdiğim kuyruğun ilerleyişinin ne kadar zaman kaybettirdiğini fark edemedim. Sıra bana geldiğinde on beş dakika geçmişti. Giriş işlemimi(Check-in) yapamayacağını söyledi görevli. “Nasıl yani?” dedim, “Şimdi ben uçağa binemeyecek miyim?” “Evet” dedi, “Geç kaldınız!” “Ama nasıl olur, sıradaydım ve yeni sıra geldi…” Bir şey yapılıp yapılamayacağını sordum. Uçağa götürecek olan otobüsün şoförünü aradı ve adamın cevabı: “Yeni döndüm, bir daha gidemem!” oldu. Derdimi anlatmaya çalıştım ama dinleyen yoktu...
Kalacak yerim yok ve yarın için dönmem gerekiyor dediysem de bir şeyi değiştiremedim. Kurallar vardı... O da kurallara uyuyordu... “Peki!” dedim. Bir başka uçak olup olmadığını öğrendim. Sabiha Gökçen uçağını kaçırmıştım ve Atatürk Havalimanı’na bir saat sonraki uçağa bilet almayı başardım...Uçak bir saat rötar yaptı... Yirmi dakikada İstanbul’a inince boşaltım için bekledik v.s
Neyse kimseyi suçluyor değilim...Ama benim için iki saat kadar bir geç kalınmışlığa ve yorgunluğa neden oldu… “Her şeyde bir hayır vardır!” düşüncesi imdadıma yetiştiği için cinnet falan da geçirmedim. Yaşadıklarım bu yazıya ilham kaynağı oldular…
Bu daha bir şey mi diyenleriniz olabilir. Her gün trafikte ambulansa yer vermemek için savaşanlar o ambulansın içinde kendileri olsaydı ne düşünürlerdi acaba?Alt katta oturan komşunuzun oğlunun eşofman alamadığı için beden dersinin olduğu günler okula gitmediği yada ışıklarda selpak satmaya çalışan çocuğun babasını daha toprağının kurumadığı ve neler neler…Bir arada yaşıyoruz ama bencilce…
Bir gerçek varsa, o da kalplerimizi kaybettiğimiz gerçeği. Bireysel ve bencil yaşamlarımızda öylesine kaybolmuşuz ki diğerinin acısı bize etki etmez hale gelmiş.
Benim isteklerim, benim ihtiyaçlarım, benim rahatım derken, diğerine uzaklaştıkça uzaklaştık. Evet, havalimanındaki memurun yapacağı bir şey var mıydı bilemem ama bildiğim bir şey varsa, o da benim o anki acıma ve üzüntüme duvara bakar gibi bakıyor oluşuydu.
Ne olmuştu bize? Neden bu kadar diğerini unutmuştuk. Kalbimizi ne zaman nerede kaybetmiştik. Kalplerimiz birer hükümsüzlük, işe yaramazlık merkezlerine ne zaman dönüşmüştü?
Kapitalist çarkların arasında hayata tutunmaya çalışırken bir başkası için duygulanmak, onun için üzülmek, çok lüks olmaya başladı belki de...
Herkes için ağlayamayız, herkesi de doyuramayız belki. Herkes için acı çekemeyiz ama onları anlamayı deneyebiliriz. Açları anlamak için bir gün olsun aç kalmayı deneyebiliriz. Yoksa bu dünyada insan olduğumuzu sanıp, kalpsiz bir varlık olarak yaşayıp, telef olacağız.
Egolarımızın şişmesi ve kendi dünyalarımızın kralları olmakla o kadar meşgulüz ki yanımızdaki acıyı fark etmek istemiyoruz. Dolayısıyla her şey yanımızdan, yöremizden, ama bize değmeden geçip gidiyor.
Amerikan kültürü “ Benim ihtiyaçlarım, diğerlerinin ihtiyaçlarından daha önemli!” düşüncesiyle inşa edildi. Şimdi aynı düşünceye Anadolu’da da rastlıyoruz. Her zaman böyle miydi, bilmiyorum. Ama şimdilerde daha fazla bir bencillik salgını olduğu kesin!...
O memurun yakını olsaydım, acaba bana öyle davranır mıydı? Otobüs şoförünün eşi oldaydım, acaba “Bugün yoruldum, gönder gitsin!” diyebilir miydi? Zannetmiyorum... Ben “yabancı”ydım, tanımadığı “öteki”ydim. Benim için kuralların sınırlarının yakınına geldiğinde yapabileceği ile yapmak istemediği arasında hep kendisine kolay geleni seçme hakkına sahipti. Ama bir başkasının yakınıyım, bir başkasının annesiyim... O gece çocuklarım beni bekleyemeden uyumuşlardı. Ben on birde gelebilecekken bir buçukta ancak gelebilmiştim çünkü...
Yalnız yakınlarımız için kullandığımız kalplerimiz gün gün eriyorlar... İnsana insan olduğu için kalbimizde bir yer açamadığımızda, yapılabilecek olanı yapmaya erindiğimizde kalplerimizi kaybetmiş olacağız.
Kendimizi telef edercesine başkasına vermeyi, başkası için ölmeyi, başkasını düşünürken en yakınımızdakini kaybetmeyi yeğleyelim demiyorum. Ama bir orta noktayı bulmak ve bu dünyada herkese bir yer olduğunu anlamamızın vakti geldi de geçiyor diye düşünüyorum.
Başkasının acısına duyarsızlaşmamız, kendimizden kaçmaya da götürüyor bizi. Kendi vicdanımızdan kaçacak bir yer kalmadığında savunma mekanizmalarımızı devreye sokuyoruz. “Elimden başkası gelmezdi zaten!” diyerek “ama” ile başlayan bir dizi cümleler kuruyoruz kendimizi kandırmak için.
Kalbimizi ve duygularımızı önce çıkarıp attık, şimdi “Hükümsüzdür!” diye ilanlar veriyoruz. Ve sığınıyoruz aklımızın dip köşelerine... “Bu zamanda böyle davranmazsak, ‘enayi’ oluruz!” diye ekliyoruz sonrasında… Dünyayı biz mi kurtaracağız canım… Kalbimizi imha etmeyi göze aldıktan sonra…
NAZLI ÖZBURUN
Evlilik ve Aile Danışmanı - Sosyolog
Ankara’dan dönüyorum. Bu sefer uçakla... Yani trafikte değilim. Havaalanına vardığımda son elli dakika kalmıştı. Havaalanına girdikten sonra biraz da yorgunluğun etkisiyle olsa gerek girdiğim kuyruğun ilerleyişinin ne kadar zaman kaybettirdiğini fark edemedim. Sıra bana geldiğinde on beş dakika geçmişti. Giriş işlemimi(Check-in) yapamayacağını söyledi görevli. “Nasıl yani?” dedim, “Şimdi ben uçağa binemeyecek miyim?” “Evet” dedi, “Geç kaldınız!” “Ama nasıl olur, sıradaydım ve yeni sıra geldi…” Bir şey yapılıp yapılamayacağını sordum. Uçağa götürecek olan otobüsün şoförünü aradı ve adamın cevabı: “Yeni döndüm, bir daha gidemem!” oldu. Derdimi anlatmaya çalıştım ama dinleyen yoktu...
Kalacak yerim yok ve yarın için dönmem gerekiyor dediysem de bir şeyi değiştiremedim. Kurallar vardı... O da kurallara uyuyordu... “Peki!” dedim. Bir başka uçak olup olmadığını öğrendim. Sabiha Gökçen uçağını kaçırmıştım ve Atatürk Havalimanı’na bir saat sonraki uçağa bilet almayı başardım...Uçak bir saat rötar yaptı... Yirmi dakikada İstanbul’a inince boşaltım için bekledik v.s
Neyse kimseyi suçluyor değilim...Ama benim için iki saat kadar bir geç kalınmışlığa ve yorgunluğa neden oldu… “Her şeyde bir hayır vardır!” düşüncesi imdadıma yetiştiği için cinnet falan da geçirmedim. Yaşadıklarım bu yazıya ilham kaynağı oldular…
Bu daha bir şey mi diyenleriniz olabilir. Her gün trafikte ambulansa yer vermemek için savaşanlar o ambulansın içinde kendileri olsaydı ne düşünürlerdi acaba?Alt katta oturan komşunuzun oğlunun eşofman alamadığı için beden dersinin olduğu günler okula gitmediği yada ışıklarda selpak satmaya çalışan çocuğun babasını daha toprağının kurumadığı ve neler neler…Bir arada yaşıyoruz ama bencilce…
Bir gerçek varsa, o da kalplerimizi kaybettiğimiz gerçeği. Bireysel ve bencil yaşamlarımızda öylesine kaybolmuşuz ki diğerinin acısı bize etki etmez hale gelmiş.
Benim isteklerim, benim ihtiyaçlarım, benim rahatım derken, diğerine uzaklaştıkça uzaklaştık. Evet, havalimanındaki memurun yapacağı bir şey var mıydı bilemem ama bildiğim bir şey varsa, o da benim o anki acıma ve üzüntüme duvara bakar gibi bakıyor oluşuydu.
Ne olmuştu bize? Neden bu kadar diğerini unutmuştuk. Kalbimizi ne zaman nerede kaybetmiştik. Kalplerimiz birer hükümsüzlük, işe yaramazlık merkezlerine ne zaman dönüşmüştü?
Kapitalist çarkların arasında hayata tutunmaya çalışırken bir başkası için duygulanmak, onun için üzülmek, çok lüks olmaya başladı belki de...
Herkes için ağlayamayız, herkesi de doyuramayız belki. Herkes için acı çekemeyiz ama onları anlamayı deneyebiliriz. Açları anlamak için bir gün olsun aç kalmayı deneyebiliriz. Yoksa bu dünyada insan olduğumuzu sanıp, kalpsiz bir varlık olarak yaşayıp, telef olacağız.
Egolarımızın şişmesi ve kendi dünyalarımızın kralları olmakla o kadar meşgulüz ki yanımızdaki acıyı fark etmek istemiyoruz. Dolayısıyla her şey yanımızdan, yöremizden, ama bize değmeden geçip gidiyor.
Amerikan kültürü “ Benim ihtiyaçlarım, diğerlerinin ihtiyaçlarından daha önemli!” düşüncesiyle inşa edildi. Şimdi aynı düşünceye Anadolu’da da rastlıyoruz. Her zaman böyle miydi, bilmiyorum. Ama şimdilerde daha fazla bir bencillik salgını olduğu kesin!...
O memurun yakını olsaydım, acaba bana öyle davranır mıydı? Otobüs şoförünün eşi oldaydım, acaba “Bugün yoruldum, gönder gitsin!” diyebilir miydi? Zannetmiyorum... Ben “yabancı”ydım, tanımadığı “öteki”ydim. Benim için kuralların sınırlarının yakınına geldiğinde yapabileceği ile yapmak istemediği arasında hep kendisine kolay geleni seçme hakkına sahipti. Ama bir başkasının yakınıyım, bir başkasının annesiyim... O gece çocuklarım beni bekleyemeden uyumuşlardı. Ben on birde gelebilecekken bir buçukta ancak gelebilmiştim çünkü...
Yalnız yakınlarımız için kullandığımız kalplerimiz gün gün eriyorlar... İnsana insan olduğu için kalbimizde bir yer açamadığımızda, yapılabilecek olanı yapmaya erindiğimizde kalplerimizi kaybetmiş olacağız.
Kendimizi telef edercesine başkasına vermeyi, başkası için ölmeyi, başkasını düşünürken en yakınımızdakini kaybetmeyi yeğleyelim demiyorum. Ama bir orta noktayı bulmak ve bu dünyada herkese bir yer olduğunu anlamamızın vakti geldi de geçiyor diye düşünüyorum.
Başkasının acısına duyarsızlaşmamız, kendimizden kaçmaya da götürüyor bizi. Kendi vicdanımızdan kaçacak bir yer kalmadığında savunma mekanizmalarımızı devreye sokuyoruz. “Elimden başkası gelmezdi zaten!” diyerek “ama” ile başlayan bir dizi cümleler kuruyoruz kendimizi kandırmak için.
Kalbimizi ve duygularımızı önce çıkarıp attık, şimdi “Hükümsüzdür!” diye ilanlar veriyoruz. Ve sığınıyoruz aklımızın dip köşelerine... “Bu zamanda böyle davranmazsak, ‘enayi’ oluruz!” diye ekliyoruz sonrasında… Dünyayı biz mi kurtaracağız canım… Kalbimizi imha etmeyi göze aldıktan sonra…
NAZLI ÖZBURUN
Evlilik ve Aile Danışmanı - Sosyolog