Kalbin Çeşitleri

NİSANUR

Well-known member
KALBİN ÇEŞİTLERİ
Yaratılış Gâye ve Haysiyetini Muhâfaza Eden Kalbler
Bunlar, zikir sâyesinde gafletten uyanmış zâkir kalblerdir. Nefse rûhâniyet hâkim olmuş, kalb, îmân nûruyla dolmuştur. Böyleleri aşağıdaki âyet-i kerîmelerin muktezâsını edâ etmeye muvaffak olmuş kimselerdir:
"Ey îmân edenler! Allâh'ı çok çok zikredin!.." (el-Ahzâb, 41)
"Rabbinin ismini zikret! Ve bütün varlığınla O'na yönel!" (el-Müzzemmil, 8)
"Öyle sâlih kimseler vardır ki, onları Allâh'ın zikrinden, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten, ne ticâret alıkor ne de bir alışveriş. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten hâlden hâle döneceği bir günden korkarlar." (en-Nûr, 37)
Bu kıvâmdaki bir kalbe sahib olan kullarda, Hak Teâlâ'nın cemâlî esmâsının tecellîleri, celâlî tecellîlere gâlib gelmiştir. Yine böyle bir kalbe sâhib olanlar, Allâh -celle celâlühû-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Kur'ân-ı Kerîm ahlâkı ile ahlâklanarak kemâle ermiş kimselerdir. Allâh ve Rasûlü'ne duyulan aşk, vecd ve muhabbet bereketiyle nefsânî temâyüllerinden sıyrılmış, nezdinde mâsivânın değerini kaybettiği kalblerdir. Bu nevî kalbler, Kur'ân-ı Kerîm'de "kalb-i selîm", "kalb-i münîb" ve "kalb-i mutmain" vasıflarıyla yâd olunmuştur. Cenâb-ı Hak katında makbûl olan bu kalbler, kısaca şu şekilde îzâh edilebilir:
Kalb-i selîm, nefsânî temâyüllerden ve onların tasallutundan korunmuş veya arındırılmış kalbdir. Allâh Teâlâ'nın, kuluna temiz fıtratıyla birlikte ihsân ettiği ve ondan muhâfazasını taleb ettiği kalbdir. Kalbin bu sâfiyet hâline ise, ancak tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb denilen tasavvufî usûllerle ulaşılabilir. Kul, bu sâyede kesâfetin galebesinden (günahların sıkletinden) kurtularak letâfetin hâkimiyetine nâil olur. İşte ilâhî nûrlara müstağrak olan böyle bir kalbde, bir merceğin üzerine düşen ışık huzmelerinin tek bir noktaya teksîfiyle ateş husûle geldiği gibi, rûhâniyetin tekâsüfü (yoğunlaşması) bütün nefsânî heves ve mâsiyetleri yakıp kül eder. Bu hâl, kalb-i selîme nâiliyettir ve Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda hüsn-i kabul görecek olan da böyle bir kalbdir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
"O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh'a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ." (eş-Şuarâ, 88-89)
Şâir Bağdadlı Rûhî bu nükteyi şöyle ifâde eder:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ-yenfeu'da kalb-i selîm isterler
"Ey tâcir! Mâl ve evlâdın bile fayda vermeyeceği hesap gününde, sanma ki senden altın ve gümüş isterler. Senden ancak kalb-i selîm isterler."
Kalb-i münîb ise, dâimâ Hakk'a yönelen kalbdir. Fânî alâkaların esâretinden kurtulup aşk ve şevk ile sermedî âlemin zevklerini mütelezziz bir hâldedir. Kalb, ilâhî kudret akışlarının ulvî heyecânları ile ürperiş hâlindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"İşte size vaad edilen cennet! Ki o, Allâh'a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahmân'dan korkan ve "kalb-i münîb" (Allâh'a yönelmiş bir kalb) ile gelen kimselere mahsustur." (Kaf, 32-33)
Kalb-i mutmain de, îmân huzuru ile güzel ahlâkın kemâline doğru mesâfe almış kalbdir. İbâdetler, taklîdden kurtulup tahkîkî hâle gelmiştir. Kalb, zikir ile nûrlanmış, nefse rûhâniyet hâkim olmuş; îmân cevheri, hissiyât merkezi olan kalbde sarsılmaz bir sûrette mekân bulmuştur. "Tahkîkî îmân" ve "rızâ" hâlleriyle kalb, huzur, sükûn ve itmi'nâna kavuşmuştur.
أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
"Kalbler, ancak Allâh'ın zikriyle itmi'nâna erer!" (er-Ra'd, 28) âyetinde buyurulan hâl tahakkuk etmiştir. Bu âyetin mefhûm-ı muhâlifinden, Allâh'ın zikrinden uzak kalan kalblerin, tatminsizlik ızdıraplarından hiçbir zaman âzad olamayacağı ve hakîkî huzûra kavuşamayacağı anlaşılmaktadır.

 

NİSANUR

Well-known member
Selîm, münîb ve mutmain vasıflarına sâhib kalbin alâmeti; rikkat (incelik), mahlûkâta merhamet, gözyaşı, hâle rızâ, hak ve hayra hizmet, şerden kaçma, nasîhat, irşâda koşma ve ilâhî aşkın hazzı ile dolu olmaktır.
Kalbe âit bu seviyenin sermâyesi, hâlisâne "duâ ve istiğfâr"la birlikte "helâl lokma"ya dikkat etmektir. Bu sermâyenin korunması ise ancak amel-i sâlihle mümkündür. İnsan olmak itibâriyle, günahlardan mutlak sûrette berî kalmak mümkün olmadığından ve günahlar da kalbin hassâsiyetini azaltıp onu hakîkate karşı mânen âmâ ve sağır hâle getirdiğinden, kalbin müsbet tecellîlere mazhar olabilmesi için, hâlisâne istiğfâr ile duâya sarılmak şarttır. Bu hikmete mebnîdir ki tasavvufî dersler istiğfâr ile başlar. Çünkü Mecelle'nin meşhûr kâidesinde de ifâde edildiği gibi:
"Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır." Yâni kötülüklerin bertarâf edilmesi, iyiliklerin celbinden daha ehemmiyetlidir ve öncelikle temin edilmelidir.
Helâl lokmaya gelince; bu hususta ehlullâh:
"Helâl yiyenin kalbini Allâh nurlandırır ve hikmet pınarlarını kalbinden lisânına akıtır." buyurmuşlardır.
Amel-i sâlih ise, kalbin kazandığı seviyeyi muhâfaza ve elde tutabilmenin teminâtıdır. Hak Teâlâ'dan gelen husûsî iltifatlar, ancak böyle kalblerin sâhipleri için mevzubahistir.
Bir de bunların üstünde Allâh'ın nûruyla mücehhez diri kalbler vardır ki, onlar peygamberlerin ve büyük Allâh dostlarının kalbleridir. Onların kalblerini muhabbet-i ilâhiyye ihyâ ettiğinden dolayı, her iki dünyâya da, iltifat sayılabilecek bir nazarla ve hattâ göz ucuyla bile bakmazlar. Allâh Teâlâ, peygamberleri ve onların vârisleri durumundaki ulemâ ve evliyâyı; insanların kalb gözlerini örten gaflet perdelerini aralamak, güzel ahlâk ve hâlisâne ibâdetlere teşvik ile kalbleri ihyâ edip, onları vâsıl-ı ilâllâh edecek mârifetullâha sevketmek üzere, birer "dârüsselâm"1 dâvetçisi kılmıştır.
Kalbî terbiye netîcesinde sâliklerin yükselmesi istenen seviye, kalbin sürekli Allâh ile berâber olma hâline (ihsâna) erişmesi ve bu sûretle "diri kalb" vasfını kazanmasıdır.
 
Üst