Huseyni
Müdavim
Kara sevdâ: Hicaz Demiryolu...
İstanbul’dan kalkarak mukaddes topraklara kadar gidecek olan kara trenin hülyası, Muhteşem Sultan’ın kara sevdâsıydı gönlünde…
Ülke büyük, kontrolü müşkül; görkemli devlet yapısı karşısında ise iştahı kabaran ülkeler!..
Bölgede birçok ülke işgal altında. Özellikle, Süveyş Kanalının açılışından sonra Arap Yarımadası Avrupalıların ilgi ve müdahale alanına girmiş, dış tehdit ve saldırılara açık hâle gelmişti.
Osmanlı Devleti, teknolojinin ülkemizde de kullanılması hususunda duyarlı ve ilgilidir. Telgraf ve tramvay gibi yenilikleri hemen benimsemiştir. Meselâ, telgraf Batıda 1832’de, Osmanlı’da ise 1853 yılında kullanılmaya başlanılmıştır. Avrupa’nın kullanmaya başladığı demiryolu, Osmanlı’nın da ilgisini çekmiştir.
İlk demiryolu teklifi 1830’larda, bir İngiliz subayı olan Francis Chesney tarafından yapılmış ve bunu birçok teklif takip etmişti zaman içinde. Tâ Sultan II. Abdülhamid döneminde gündeme oturuncaya kadar.
Devlet-i Âliye, demiryolları sayesinde en ücradaki halkına, tebasına ulaşabilmek için demiryoluna önem veriyordu. Bölgenin stratejisi; asker sevkiyâtını kolaylaştıracak, ekonomik harekete sebep olacak ve hacıların mukaddes topraklara güven içinde gidip gelmelerini temin edecek Hicaz Demiryolu’nu gündeme getirdi.
O zamanlar hacılar, kervanla ve pek çok müşkülâtlar içinde İstanbul’dan Medine’ye ancak iki ayı aşkın bir zamanda ulaşabiliyordu. Üstelik her an bedevî eşkiyaların tecavüzüne maruz kalma ve soyguna uğrama riski de vardı. Sultan II. Abdülhamid, İstanbul’u Hicaz bölgesine bağlayacak bir demiryolu hattının yapılmasının zaruretine inanıyordu. Bu hususta devlet ricalinden çeşitli görüşler istedi.
Hicaz bölgesine demiryolu yapımıyla ilgili olarak sunulan teklifler arasında en tafsilatlısını Ahmet İzzet Efendi hazırladı. Bu teklif layihası 19 Şubat 1892’de Sultan II. Abdülhamid’e sunuldu. İslâm birliğinin tesisini ve halifelik nüfuzunu Orta Doğuda hissettirmeyi lüzumlu gören padişah, zor ve masraflı da olsa, böyle bir hattın yapılmasını 2 Mayıs 1900’de irade etti, karar verdi. Hazırlıklar tamamlandı ve nihayet; “Cenâb-ı Hakkın avn ü inayeti ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin imdad-ı ruhâniyetine müsteniden hattı mezkûr inşası içün” emretti.
Hicaz Demiryolu projesi kamuoyunda büyük yankılar uyandırdı. Gerek Osmanlı gerekse bütün İslâm âleminde büyük memnuniyet ve coşku ile karşılanan teşebbüs, asrın en hayırlı bir yatırımı olarak kabul edildi.
Müslümanlara şükür secdesi yaptıracak kadar değerli bulunan yol, artık herhangi bir demiryolu olmaktan çıkmış, dinî bir kimlik kazanmıştı. Hicaz Demiryolu projesi kuvveden fiile geçti ve 1 Eylül 1900 tarihinde resmî bir törenle inşaata başlandı. Böylece Sultanın hülyası ma’kes bularak, demiryoluyla İstanbul’dan Mekke’ye 120 saatte ulaşmak mümkün olacaktı. Henüz 93 Harbinin yaraları sarılmamış, bütçe delik deşik, Rusya’ya harp tazminatı ödeniyor; bir tarafta ise Bağdat hattının inşaatı devam ediyor.
Yük ağır, ama bu hattın yapılması da bir kara sevdâ!
Sultanın özel sekreteri durumundaki Ahmet İzzet Efendi’nin İslâm dünyasından yardım toplama fikri kabul edilerek Hicaz Demiryolu için özel bir madalya çıkarıldı ve kampanya başlatıldı. Sultan II. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yer aldı. Evet, evet! Yanlış okumadınız. Bugün, devletin kasasına anahtar uyduranlar; o gün ise, kesesini devletin hizmetine sunanlar…Sultanın ardından devlet ricali, toplumun bütün kesimi; her yaştan halk, tarikat şeyhleri ve manevî önderler de bağışta bulunuyordu.
Böylesine zor durumda İslâm dünyası, olağanüstü bir hassasiyet göstererek yardıma koştu, imdada yetişti. Osmanlı ülkesi dışındaki Müslümanlardan bağış yağıyordu âdeta. Amerika’daki Müslümanlar da dahil olmak üzere Hindistan, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, İran, Bosna-Hersek, Makedonya, Bulgaristan, Hollanda, Nijerya, Malezya, Endonezya, Cava, Güney Afrika, Sudan, Singapur, Kıbrıs, Doğu Türkistan, Kazan, Rusya ve Çin’de bulunan Müslümanlar bu hayırlı işe katkıda bulunmak için yarıştılar. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” anlayışını tekzip ettiler âdeta. Afganistan Sultanı Amir Han da en yüksek yardım yapanlar arasındaydı. Özellikle, Hindistan’ın yani bugünkü Pakistan’ın 1909’a kadar düzenli olarak gönderdiği yardımlar her türlü takdire ve övgüye şâyandır. Hindistan’ın bu yardımı, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle birlikte birdenbire kesilmiştir. Bir tarafta İslâm birliğine vesile olacağına inanılan Hicaz Demiryolu’nun gerçekleşmesi için çalışmalar hummalı bir şekilde devam ediyor, bir tarafta da bu inşaattan ve İslâm birliği fikrinden rahatsız olarak bunu kendileri için tehdit sayan İngilizler bu projeyi baltalamaya çalışıyorlardı. Mısır ve Hindistan’daki gazetelerinde; “Türklerin Hicaz Demiryolu’nu yapacak kabiliyeti yok. Maksatları Müslümanları soymaktır” gibi menfi propagandalar yayınlıyor; Arap kabileleri arasında da, eski gelenek ve âdetlerinin bozulacağı; her sene devlet hazinesinden aldıkları îrâdın kesileceği; deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı gibi birçok asılsız dedikoduları yayıyorlardı.
Bunlardan başka; şeyhlere bol para, hediye ve silâh dağıtarak onları inşaat aleyhine tahrik ediyorlardı. İngilizlerin uyguladıkları bu ağır propaganda savaşına rağmen hem yardımlar, hem de inşaat devam etti. Sekiz yıl sonra, Hicaz Demiryolu’nun 161 km’lik Hayfa hattıyla birlikte 1464 kilometrelik İstanbul-Medine bölümü bitti. Hattın toplam maliyeti 3.066.167 lirayı bulmuştu. Burada, bu bedele ilâve olarak emeği geçen işçilerimizi, askerlerimizi ve mühendislerimizi; canını, kanını, terini ortaya koyan vatan evlâdını da yâd etmemiz gerekir. Resûlullah’ın (asm) rûhâniyetini rahatsız etmemesi için rayların altına keçe döşettiren Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 33. yıl dönümü olan 1 Eylül 1908 tarihinde, Şam’da yapılan resmî bir törenle Hicaz Demiryolu hizmete girdi. Şam’dan Medine istikametine hareket eden trende, devlet adamlarından teşekkül eden kalabalık bir heyetin yanı sıra çok sayıda yerli ve yabancı gazeteci bulunuyordu. Özel trende bir büyük salon vagonu, bir lokanta, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu bulunmaktaydı. Bu tren, Şam’dan Medine’ye kadarki yol güzergâhında sadece namaz ve ikmal için durup kalktı. Yolcular çöl kumları üzerinde cemaatle namaz kılarken, develerle getirilen sularla da tren, ikmal yapıyordu.
Hicaz demiryolu işletmeye açıldıktan sonra Hayfa ile Şam arasında her gün; Şam ile Medine arasında ise haftada üç gün karşılıklı olarak yolcu ve yük katarları çalışıyordu. Düzenli olarak başlayan tren seferleriyle, önceden 40 günde kat edilen Şam-Medine güzergâhı 72 saate yani üç güne düşmüştü. Vagonları Müslüman ailelerin rahat edecekleri şekilde düzenlenen trenlerin hareket saatlerinin namaz vakitlerine göre belirlenmiş olması, trenin istasyonda namaz kılacak kadar durması, yolcuların ibadet ihtiyacını kolaylaştırıyordu. Dinî ve millî bayramlarda özel tren seferleri düzenleniyor, Mevlid-i Nebevi’ye tevâfuk eden günlerde ucuz tarifeli “Mevlid trenleri” kaldırılıyordu. Yalnızca hac zamanına mahsus olmak üzere, gidiş-dönüş tek bilet uygulaması yapılıyordu. 1909’da, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in 1876’dan 1909’a kadar süren 33 yıllık iktidarına nihayet verilip tahttan indirilmesinden sonra, hattın “Hamidiye-Hicaz Demiryolu” olan ünvanı, “Hicaz Demiryolu” olarak değiştirildi. İlâve edilen bazı tali hatlarla birlikte 1918’e kadar Hicaz Demiryolunun toplam uzunluğu 1900 kilometreye ulaşmıştı.
“Su uyur, düşman uyumaz” sözü boşa söylenmemiş. Aç kurtların dünyayı paylaştıkları bir dönemde devletini başarıyla yöneten, mevcut sınırlarını muhafaza eden Sultan II. Abdülhamid’in ince dehasını hazmedemeyenler hiç boş durmadılar, “hiç uyumadılar.” Arap imparatorluğu kurma hayaliyle gözleri kör olan, İngiliz’in sinsi tuzaklarına kurban olan o dönemin Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in 1916 Haziran’ındaki Osmanlıya karşı isyanı, Hicaz Demiryolu’nun da sonunu getirdi. İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence, peşine taktığı bedevilerle birlikte planladıkları sabotajla, rayları ve lokomotifleri imha ettiler; kullanılmaz hâle getirdiler. İngilizler, bu yollardan kalan ray ve traversleri getirenleri para vererek taltif etme denîliğinden de geri durmazken, bize de, “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın yüzü” edebiyatını ezberlettiler! 26 Mart 1918’de İstanbul istikametinden gelen trenin Medine’ye gelişiyle; Medine’den İstanbul istikametine sevk edilen trenin ise Tebük’e varışıyla seferler son buldu. Böylece, Hicaz Demiryolu’nun Arap topraklarıyla, dolayısıyla Osmanlı’nın, mukaddes beldeyle irtibatı kesildi.
Bugün, Medine’de bulunan tren istasyonu, istasyon camii, buharlı lokomotif ve ahşap vagonlar mahzûn; himmetli bir eli, sıladan Yâr’e koşan yolcuları; Hicaz Demiryolu’nu bekliyor. Ürdün’de bulunan Osmanlı’dan kalma tren rayları üzerinde şöyle yazdığı rivâyet ediliyor: “Hâzâ min hayrâti emîri’l-mü’minîn Sultan Abdülhamîd Hân Gâzî azzehu ve nasrahu” (Bu, mü'minlerin emiri Gâzi Sultan Abdülhamid Hanın hayratındandır. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin.) Padişah II. Abdülhamid Han, hacıları taşıyan trenin ayakları altına ismini yazdırmış! Demek Sultan, “Gönüller Sultanı” gibi, “Seyyid, kavmine hizmet edendir” demek istemiş… NOT: Bu makalenin hazırlanışında çalışmalarından kısmen istifade ettiğim; Sn. Doç. Dr. Said Öztürk’e, Sn. Ekrem Buğra Ekinci’ye ve Sn. Haşim Söylemez’e teşekkür ederim.
İstanbul’dan kalkarak mukaddes topraklara kadar gidecek olan kara trenin hülyası, Muhteşem Sultan’ın kara sevdâsıydı gönlünde…
Ülke büyük, kontrolü müşkül; görkemli devlet yapısı karşısında ise iştahı kabaran ülkeler!..
Bölgede birçok ülke işgal altında. Özellikle, Süveyş Kanalının açılışından sonra Arap Yarımadası Avrupalıların ilgi ve müdahale alanına girmiş, dış tehdit ve saldırılara açık hâle gelmişti.
Osmanlı Devleti, teknolojinin ülkemizde de kullanılması hususunda duyarlı ve ilgilidir. Telgraf ve tramvay gibi yenilikleri hemen benimsemiştir. Meselâ, telgraf Batıda 1832’de, Osmanlı’da ise 1853 yılında kullanılmaya başlanılmıştır. Avrupa’nın kullanmaya başladığı demiryolu, Osmanlı’nın da ilgisini çekmiştir.
İlk demiryolu teklifi 1830’larda, bir İngiliz subayı olan Francis Chesney tarafından yapılmış ve bunu birçok teklif takip etmişti zaman içinde. Tâ Sultan II. Abdülhamid döneminde gündeme oturuncaya kadar.
Devlet-i Âliye, demiryolları sayesinde en ücradaki halkına, tebasına ulaşabilmek için demiryoluna önem veriyordu. Bölgenin stratejisi; asker sevkiyâtını kolaylaştıracak, ekonomik harekete sebep olacak ve hacıların mukaddes topraklara güven içinde gidip gelmelerini temin edecek Hicaz Demiryolu’nu gündeme getirdi.
O zamanlar hacılar, kervanla ve pek çok müşkülâtlar içinde İstanbul’dan Medine’ye ancak iki ayı aşkın bir zamanda ulaşabiliyordu. Üstelik her an bedevî eşkiyaların tecavüzüne maruz kalma ve soyguna uğrama riski de vardı. Sultan II. Abdülhamid, İstanbul’u Hicaz bölgesine bağlayacak bir demiryolu hattının yapılmasının zaruretine inanıyordu. Bu hususta devlet ricalinden çeşitli görüşler istedi.
Hicaz bölgesine demiryolu yapımıyla ilgili olarak sunulan teklifler arasında en tafsilatlısını Ahmet İzzet Efendi hazırladı. Bu teklif layihası 19 Şubat 1892’de Sultan II. Abdülhamid’e sunuldu. İslâm birliğinin tesisini ve halifelik nüfuzunu Orta Doğuda hissettirmeyi lüzumlu gören padişah, zor ve masraflı da olsa, böyle bir hattın yapılmasını 2 Mayıs 1900’de irade etti, karar verdi. Hazırlıklar tamamlandı ve nihayet; “Cenâb-ı Hakkın avn ü inayeti ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin imdad-ı ruhâniyetine müsteniden hattı mezkûr inşası içün” emretti.
Hicaz Demiryolu projesi kamuoyunda büyük yankılar uyandırdı. Gerek Osmanlı gerekse bütün İslâm âleminde büyük memnuniyet ve coşku ile karşılanan teşebbüs, asrın en hayırlı bir yatırımı olarak kabul edildi.
Müslümanlara şükür secdesi yaptıracak kadar değerli bulunan yol, artık herhangi bir demiryolu olmaktan çıkmış, dinî bir kimlik kazanmıştı. Hicaz Demiryolu projesi kuvveden fiile geçti ve 1 Eylül 1900 tarihinde resmî bir törenle inşaata başlandı. Böylece Sultanın hülyası ma’kes bularak, demiryoluyla İstanbul’dan Mekke’ye 120 saatte ulaşmak mümkün olacaktı. Henüz 93 Harbinin yaraları sarılmamış, bütçe delik deşik, Rusya’ya harp tazminatı ödeniyor; bir tarafta ise Bağdat hattının inşaatı devam ediyor.
Yük ağır, ama bu hattın yapılması da bir kara sevdâ!
Sultanın özel sekreteri durumundaki Ahmet İzzet Efendi’nin İslâm dünyasından yardım toplama fikri kabul edilerek Hicaz Demiryolu için özel bir madalya çıkarıldı ve kampanya başlatıldı. Sultan II. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yer aldı. Evet, evet! Yanlış okumadınız. Bugün, devletin kasasına anahtar uyduranlar; o gün ise, kesesini devletin hizmetine sunanlar…Sultanın ardından devlet ricali, toplumun bütün kesimi; her yaştan halk, tarikat şeyhleri ve manevî önderler de bağışta bulunuyordu.
Böylesine zor durumda İslâm dünyası, olağanüstü bir hassasiyet göstererek yardıma koştu, imdada yetişti. Osmanlı ülkesi dışındaki Müslümanlardan bağış yağıyordu âdeta. Amerika’daki Müslümanlar da dahil olmak üzere Hindistan, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, İran, Bosna-Hersek, Makedonya, Bulgaristan, Hollanda, Nijerya, Malezya, Endonezya, Cava, Güney Afrika, Sudan, Singapur, Kıbrıs, Doğu Türkistan, Kazan, Rusya ve Çin’de bulunan Müslümanlar bu hayırlı işe katkıda bulunmak için yarıştılar. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” anlayışını tekzip ettiler âdeta. Afganistan Sultanı Amir Han da en yüksek yardım yapanlar arasındaydı. Özellikle, Hindistan’ın yani bugünkü Pakistan’ın 1909’a kadar düzenli olarak gönderdiği yardımlar her türlü takdire ve övgüye şâyandır. Hindistan’ın bu yardımı, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle birlikte birdenbire kesilmiştir. Bir tarafta İslâm birliğine vesile olacağına inanılan Hicaz Demiryolu’nun gerçekleşmesi için çalışmalar hummalı bir şekilde devam ediyor, bir tarafta da bu inşaattan ve İslâm birliği fikrinden rahatsız olarak bunu kendileri için tehdit sayan İngilizler bu projeyi baltalamaya çalışıyorlardı. Mısır ve Hindistan’daki gazetelerinde; “Türklerin Hicaz Demiryolu’nu yapacak kabiliyeti yok. Maksatları Müslümanları soymaktır” gibi menfi propagandalar yayınlıyor; Arap kabileleri arasında da, eski gelenek ve âdetlerinin bozulacağı; her sene devlet hazinesinden aldıkları îrâdın kesileceği; deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı gibi birçok asılsız dedikoduları yayıyorlardı.
Bunlardan başka; şeyhlere bol para, hediye ve silâh dağıtarak onları inşaat aleyhine tahrik ediyorlardı. İngilizlerin uyguladıkları bu ağır propaganda savaşına rağmen hem yardımlar, hem de inşaat devam etti. Sekiz yıl sonra, Hicaz Demiryolu’nun 161 km’lik Hayfa hattıyla birlikte 1464 kilometrelik İstanbul-Medine bölümü bitti. Hattın toplam maliyeti 3.066.167 lirayı bulmuştu. Burada, bu bedele ilâve olarak emeği geçen işçilerimizi, askerlerimizi ve mühendislerimizi; canını, kanını, terini ortaya koyan vatan evlâdını da yâd etmemiz gerekir. Resûlullah’ın (asm) rûhâniyetini rahatsız etmemesi için rayların altına keçe döşettiren Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 33. yıl dönümü olan 1 Eylül 1908 tarihinde, Şam’da yapılan resmî bir törenle Hicaz Demiryolu hizmete girdi. Şam’dan Medine istikametine hareket eden trende, devlet adamlarından teşekkül eden kalabalık bir heyetin yanı sıra çok sayıda yerli ve yabancı gazeteci bulunuyordu. Özel trende bir büyük salon vagonu, bir lokanta, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu bulunmaktaydı. Bu tren, Şam’dan Medine’ye kadarki yol güzergâhında sadece namaz ve ikmal için durup kalktı. Yolcular çöl kumları üzerinde cemaatle namaz kılarken, develerle getirilen sularla da tren, ikmal yapıyordu.
Hicaz demiryolu işletmeye açıldıktan sonra Hayfa ile Şam arasında her gün; Şam ile Medine arasında ise haftada üç gün karşılıklı olarak yolcu ve yük katarları çalışıyordu. Düzenli olarak başlayan tren seferleriyle, önceden 40 günde kat edilen Şam-Medine güzergâhı 72 saate yani üç güne düşmüştü. Vagonları Müslüman ailelerin rahat edecekleri şekilde düzenlenen trenlerin hareket saatlerinin namaz vakitlerine göre belirlenmiş olması, trenin istasyonda namaz kılacak kadar durması, yolcuların ibadet ihtiyacını kolaylaştırıyordu. Dinî ve millî bayramlarda özel tren seferleri düzenleniyor, Mevlid-i Nebevi’ye tevâfuk eden günlerde ucuz tarifeli “Mevlid trenleri” kaldırılıyordu. Yalnızca hac zamanına mahsus olmak üzere, gidiş-dönüş tek bilet uygulaması yapılıyordu. 1909’da, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in 1876’dan 1909’a kadar süren 33 yıllık iktidarına nihayet verilip tahttan indirilmesinden sonra, hattın “Hamidiye-Hicaz Demiryolu” olan ünvanı, “Hicaz Demiryolu” olarak değiştirildi. İlâve edilen bazı tali hatlarla birlikte 1918’e kadar Hicaz Demiryolunun toplam uzunluğu 1900 kilometreye ulaşmıştı.
“Su uyur, düşman uyumaz” sözü boşa söylenmemiş. Aç kurtların dünyayı paylaştıkları bir dönemde devletini başarıyla yöneten, mevcut sınırlarını muhafaza eden Sultan II. Abdülhamid’in ince dehasını hazmedemeyenler hiç boş durmadılar, “hiç uyumadılar.” Arap imparatorluğu kurma hayaliyle gözleri kör olan, İngiliz’in sinsi tuzaklarına kurban olan o dönemin Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in 1916 Haziran’ındaki Osmanlıya karşı isyanı, Hicaz Demiryolu’nun da sonunu getirdi. İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence, peşine taktığı bedevilerle birlikte planladıkları sabotajla, rayları ve lokomotifleri imha ettiler; kullanılmaz hâle getirdiler. İngilizler, bu yollardan kalan ray ve traversleri getirenleri para vererek taltif etme denîliğinden de geri durmazken, bize de, “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın yüzü” edebiyatını ezberlettiler! 26 Mart 1918’de İstanbul istikametinden gelen trenin Medine’ye gelişiyle; Medine’den İstanbul istikametine sevk edilen trenin ise Tebük’e varışıyla seferler son buldu. Böylece, Hicaz Demiryolu’nun Arap topraklarıyla, dolayısıyla Osmanlı’nın, mukaddes beldeyle irtibatı kesildi.
Bugün, Medine’de bulunan tren istasyonu, istasyon camii, buharlı lokomotif ve ahşap vagonlar mahzûn; himmetli bir eli, sıladan Yâr’e koşan yolcuları; Hicaz Demiryolu’nu bekliyor. Ürdün’de bulunan Osmanlı’dan kalma tren rayları üzerinde şöyle yazdığı rivâyet ediliyor: “Hâzâ min hayrâti emîri’l-mü’minîn Sultan Abdülhamîd Hân Gâzî azzehu ve nasrahu” (Bu, mü'minlerin emiri Gâzi Sultan Abdülhamid Hanın hayratındandır. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin.) Padişah II. Abdülhamid Han, hacıları taşıyan trenin ayakları altına ismini yazdırmış! Demek Sultan, “Gönüller Sultanı” gibi, “Seyyid, kavmine hizmet edendir” demek istemiş… NOT: Bu makalenin hazırlanışında çalışmalarından kısmen istifade ettiğim; Sn. Doç. Dr. Said Öztürk’e, Sn. Ekrem Buğra Ekinci’ye ve Sn. Haşim Söylemez’e teşekkür ederim.
Ali Rıza AYDIN
24.07.2009
Elif-Yeniasya
24.07.2009
Elif-Yeniasya