NÜKTELER…
Mutarrif ibni Abdullah, Mühelleb’i gördü. Yeni ve güzel paltosuyla böbürlenir bir hal içinde idi. Mutarrif dedi ki:
-Ey Allah’ın kulu bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki, Allah ve Resulü ona öfkelenir.
Mühelleb:
-Beni tanıyor musun deyince Mutarrıf şu cevabı verdi:
-Evet tanıyorum. Evvelin fasit bir meni, sonun murdar bir necis yığını! Sen bu ikisinin arasında bir necis hammalından başka bir şey değilsin.
TOPRAKTAN YARATILANLARA, KİBİR YARAŞMAZ
Hz. Ali Efendimiz, kendisine kibir hali olan bir gence şöyle buyurmuştur:
-“Ey genç! Her zaman mütevazi ol! Topraktan gelen insanın, toprak üstünde böbürlenip kibirlenmesi uygun olmaz.”
KİBİR, İBADETİ; NEDAMET, GÜNAHI SİLER
Rivayette göre, İsrailoğullarından birisi 40 sene eşkıyalık yapmıştı. Bir gün, yanında havarilerden birisi olduğu halde, Hz. İsa (as) ile karşılaştı. Adamcağız:
-“Bu İsa Peygamberdir. Bu da havarilerinden bir zat. Artık ben bunlara katılayım da yaptığım günahları terk edeyim” der ve ardlarına takılır. Fakat havarinin yanında giderken:
-“Benim gibi adi bir adam, böyle bir zatın yanında yürüyebilir mi?” diye kendi kendini yerer. Diğer taraftan havari de:
-“Bu yol keseci de kim ki, benimle beraber yürüyecek” diye Hz. İsa’ya sokulur. Bunlardan biri kendini hakir, diğeri de büyük görmüş olur. Bunun üzerine Allahu Teala, İsa’ya (as) vahyeder:
- İkisine de söyle. İkisinin de geçmişlerini sildim. Kendini beğendiği için havarinin ibadetini yok ettim. Kendini küçük gördüğü içinde eşkıyanın günahını afvettim, yeniden amele başlasınlar.” Buyurur.
İsa (as), durumu onlara bildirir. Eşkıyayı da havarileri arasına alır…
KALBE KİBRİ SOKMA
Bir gün Süleyman (as) yüzbinlerce insan, cin ve hayvan huzurunda öyle yükseldi ki, meleklerin göklerdeki tesbih seslerini duydu. Sonra öyle alçaldı ki, ayakları deniz sularına değmeye başladı. Bu sırada bir ses duydu:
-“Eğer Süleyman’ın kalbinde zerre kadar bir kibir olsaydı, onu yükselttiğim nispetten daha çok aşağı düşürürdüm…”
GURUR MU, MAHCUBİYET Mİ?
Kendimizi bilmemenin bir neticesi olan gurur ve kibirden kurtulmak için şu hakikatı hatırdan çıkarmamamız lazımdır:
İnsan, Cenab-ı Hakk’a karşı hiçbir isyanda bulunmamış olsa dahi, şu koca kainatın insana musahhar edilişinin mahcubiyeti ona yetmeli ve başını öne eğerek onu gurur ve kibirden men etmelidir. Kainatı bize hizmetkar eden tecelliyat-ı esmayı tefekkür ettiğimizde Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleriyle bizim imdadımıza koştuğu ve bizimle her an alakadar olduğu hakikatiyle karşılaşırız. Bu hakikat bizi bir kat daha mahcup eder ve artık gururlanma ve kibirlenme takatini kendimizde bulamayız.
Bu hakikatler, hiçbir günah ve isyanımızın olmadığı faraziyesi açısından izah edilmiştir. Halbuki nice günahların sahibi ve nice isyanların failiyiz.
GİZLİ VE SİNSİ DÜŞMANLARIMIZ
Her insan, ruhun padişah, aklın ise vezir olduğu bir memleket hükmündedir. Bu memleketteki maddi ve manevi cihazatın herbiri kainat kadar belki ondan daha kıymettar bulunmaktadır. Mesela insan, ruhunu bu kainatla değiştirmediği gibi, aklını da değiştirmez. Aynı şekilde, gözünü değiştirmediği gibi, kulağını da değiştirmez.
Bu mükemmel memleket bazen çok gizli ve sinsi bazı harici düşmanların hücumuna uğramakta ve bir tek düşman, bu memlekete çıkarma yapıp bütün ülkeyi müstemleke haline getirebilmektedir. Yani, ondaki umum kıymettar madenleri ve aletleri kendi hesabına işletebilmekte ve bütün duyguları kendine hizmetkar edebilmektedir.
Meselenin en garip ciheti şudur ki, bu şekilde istila edilmiş ve düşmanlar eline geçmiş bulunan memleketin sultanı, acaib bir morfinle uyuşturularak, bu halden habersiz bırakılmakta, hatta düşman istilasından zevk duyacak deni bir halete sokulmaktadır. Şöyle ki:
Bahsi geçen düşmanlardan birisi kibirdir. Bir insan, kibre karşı acz-i mutlak ve fakr-i mutlak düsturlarıyla silahlanmaz ve Allah’ın yanında ne derece aciz ve fakir bir mahluk olduğundan gaflet ederse, bu şeni düşmanın insan ülkesi idaresi altına alması çok kolay olur. Kendisi bir tek düşman olmakla beraber, başta padişah olmak üzere bütün raiyeti ve orduları hükmü altına alan kibir, insan ülkesinin başına geçerek ayak ayak üstüne atmakta ve insandaki bütün cihanbaha latifeleri ve duyguları kendine hizmetkar edebilmektedir...
ÇALIMLI YÜRÜME
Ebu Bekr-ül Huzeli (r.a.) der ki, “bir gün biz Hasan-ül Basri ile birlikte iken İbni Edhem caminin sultan mahfiline gitmek üzere yanımızdan geçiyordu.üst üste binmiş bol kıvrımları topuklarına kadar sarkmış ve paltosunu kısa bırakan ipek bir cübbe giyiyor, çalımlı çalımlı yürüyordu. Hasan-ül Basri ona bir bakarak dedi ki:
-Aman, aman! Ne burnu havada, kurumlu, suratı asık ve kendini beğenmiş adam. Behey zavallı ahmak! Sen şükrü eda edilmemiş, hesaba gelmez, Allah’ın emri uyarınca kullanılmayan ve içindeki Allah hakkı ödenmemiş elbiseler içinde çalım satıyorsun. Onun her uzvunda Allah’ın ayrı bir nimeti varken azalarının her birini şeytana iltifat adına kullanıyor. Allah’a yemin ederim ki, sade ve gösterişsiz adımlar ile yürümek, hatta deli gibi sendeleyerek yürümek bu adam hesabına daha hayırlıdır”
İbni Edhem, kendisi için söylenen bu sözleri duydu. Geri gelerek Hasan-ül Basri’den davranışından ötürü özür diledi. Hasan-ül Basri ona dedi ki, “benden özür dileyeceğine Allah’a tevbe et. Sen Allah’ın şu Buyruğunu hiç duymadın mı?
-“Yeryüzünde çalım satarak yürüme. Çünkü (adımlarını ne kadar sert bassan) ne yeri delebilir ve ne de dağların tepesine erebilirsin” (İsra / 37)
yine bir gün delikanlının biri Hasan-ül Basri’nin yanından geçiyordu. Üzerinde kırmızı renkli, alımlı bir elbise vardı. Hazret onu çağırarak dedi ki, “ey geçliğiyle böbürlenen ve görünüşünün alımlılığına tutkun âdemoğlu! Oysa ki, neredeyse kibir bedenini örtmek üzeredir ve amelin ile başbaşa kalmış gibisin. Yazık sana! Kalbini tedavi et, çünkü Allah kullarda sadece kalp sağlığı arar”
EŞEK TÜCCARI ŞEYTAN VE MÜŞTERİLERİ
Şeytan ateşten yaratılmıştır. Böyle yaratılışı O’na bazı hususiyetler de kazandırmıştır. Nitekim şeytan çeşitli kılık kıyafete girer, muhtelif görünüşlerde dolaşabilir. İsa (as) da bir gün eşek tüccarı kılığında görünmüştür. Kendisini hemen tanıyan Allah’ın Nebisi sormuş:
-“Ey şeytan, böyle eşek tüccarı kılığında nereye gidiyorsun?” tanındığını anlayan şeytan gerçeği gizlemeyi ihtiyaç duymadan cevap vermiş:
-“Nereye olacak pazara gidiyorum!”
-“Ne yapacaksın pazarda?”
-“Şu eşekleri yükleriyle birlikte satacağım.” İsa (as) merak etmiş. Eşekleri yükleriyle birlikte kim alır diye sormuş:
-Eşekleri ayrı, yüklerini de ayrı satman gerekmez mi?
-“Hayır, eşeklerimin yükleri de kendileri gibi kıymetlidir. Eşeği almak isteyenler yükünü de almak isterler. Onun için onları üzerindeki yükleriyle birlikte satacağım.” Hz. İsa büsbütün meraklanmış.
-“Ey şeytan, sen bu eşeklere ne yükledin ki, ikisini birden satacağını sanıyorsun? Eşeğin yükü çok mu kıymetli sanki?” demiş. Şeytan kahkahayı basmış:
-Sen, demiş, bu yükleri bilsen şaşıp kalırsın. Bilmiyorsun da onun için tereddüt ediyorsun.
-“Anlat bakayım neler yükledin eşeklerine.” Şeytan başlamış anlatmaya:
-“Şu birinci eşekte (hased), İkincisinde (kibir), üçüncüsünde (zulüm) yüklüdür.” Hz. İsa (as) daha çok meraklanmış:
-Ey şeytan, kim alır senin hased, kibir, zulüm yüklü eşeklerini? Deyince bir kahkaha daha atan şeytan:
-“Bak demiş, anlatayım kimler müşteri olacak, eşeklerimi yükleriyle birlikte satın almaya?” En öndeki eşeği göstermiş:
-“Şu birinci eşekte hased yüklüdür. Bunu, bilginlere, azıcık ilim sahiplerine satarım. Zira bilginlerin bir kısmında hased arzusu zirvededir. Onlar kendileri gibi olan diğer bilginlere hased etmekten duramazlar. Hased ve kıskançlık onların en çok kullandıkları sermayelerdir. Bu eşek onlarındır.” Sonra ikinci eşeği göstermiş:
-“Şu ikinci eşekte kibir yüklüdür. Bunu da cahil zenginlere satarım. Serveti çok, bilgisi az zenginler, çok kibirli olurlar. Başkalarını küçük, kendilerini büyük görürler. Kibirsiz duramazlar. Bu eşek de onlarındır.” Son eşeği gösterirken de şöyle demiş:
-Bu üçüncü eşekte ise zulüm yüklüdür. Bunu da salahiyet sahibi amirlere, hükümet büyüklerine satarım. Onlar vatandaşın istediklerini rüşvetsiz yapmazlar. İstedikleri zamana kadar geciktirirler. Zulümsüz duramazlar. Bu da onlarındır.
Bunları dinleyen İsa (as) ellerini açıp Allah’a yalvarmaya başlamış:
-“Ey Rabbim, bu eşek tüccarlarına müşteri olmak istemeyenleri sen koru, hased, kibir, zulüm eşeklerine muhtaç eyleme.” Duayı işiten şeytan bağırmaya başladı:
-Ne yapıyorsun, ben kiminle alış veriş yapacağım, müşterilerimi kaçıracaksın?
MEYDAN OKUYUCU
"Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez" (Kur'an-ı Kerîm, Lokman 18)
Her alanda dünyanın en büyük süper gücü olduğunu ortaya koymaya çalışan ABD, uzay çalışmalarında da üstünlüğünü perçinlemek için giriştiği uzay yarışında 1986 yılında "Challanger" uzay mekiğini hazırladı.
NASA tarafından hazırlanan ve adına da kendi büyüklüklerinin bir nevi ifadesi olan "Meydan Okuyucu" mânâsına gelen Challenger, projesi dışarıdan bakıldığında göz kamaştırıyordu. Zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan, bu uzay mekiğine, dünyaya 'işte biz böyle büyüğüz, süperiz!" diyebilmek için bu ismi koymuştu.
Uçuş programı da öyle ayarlanmıştı ki, o gün Başkan Reagan, Senato'da konuşma yaparken mekik fırlatılacak ve binlerce kişi arasından seçilip uzaya gönderilen bir ortaokul öğretmeni hanımla Başkan arasında bir konuşma gerçekleştirilecekti.
Ama planlar tasarlandığı gibi gerçekleşmedi. Çünkü insanların yaptıkları planların ötesinde Mutlak ve Sonsuz Kudret Sahibi'nin planı farklıydı.
Tarihin ibret penceresinden görünen oydu ki, nice üstünlük taslayanlar, büyüklükleriyle kibirlenenler küçük bir sinekle veya karınca ile hatta görünmeyen bir mikropla yıkılıp gitmişlerdi.
Evet, tarih misliyle tekerrür ederek burada da aynı şey cereyan etti; herşeyin mükemmel işlediği zannedilirken asrın teknolojisi yüzbinlerin gözleri önünde kader-denk çizgisinde, kalkışından 72 saniye sonra büyük bir patlamayla paramparça oldu.
ÜST OLMAK
Yahya Efendi İsimli birisi, Niyazi-i Mısrî'yİ devrin padişahına gammazlar. Niyazi-i Mısrî bir adaya sürgün edilir. Bir müddet sonra Yahya Efendi denilen şahıs da aynı akıbete uğrar ve aynı adaya sürgüne gönderilir. Tevafuken, aynı binada, Niyazi-i Mısrî'nin üzerindeki kata yerleştirilir. Niyazi-i Mısrî, Yahya Efendi'ye;
- Ne haber, der, sen de sürgüne geldin!
- Öyle, ama ben üst kattayım, diye cevap verir Yahya Efendi. Niyazi-i Mısrî, nükteyi patlatır:
- Ne fark eder? Tebbet de İhlas'ın üstünde...
İnsanların nerede oldukları değil, ne oldukları mühimdir. Halkın müthiş zaafı, insanları farklı şeylere talip olmaya itmiştir. Kalabalıklar makam sahiplerini efdal zannedince, insanlar faziletin değil, mansıbın talibi olma gafletine düşebilirler.
Aslında dünya adaletin bütünüyle tecelli ettiği, kusurdan hali bir diyar olmadığı için, burada birçok zirve insanın mahrumiyet ve mazlumiyet yaşadığı, hakkının takdir edilmediği vakidir. Ayrıca, cehennemlik bir meşhur veya makam sahibi olmanın çok da imrenecek tarafı yoktur ama, insanların bu noktada bir birinin zaafını beslediği de gerçektir. Asıl acısı, ilim erbabının aynı vartaya düşmesidir.
Tebbet, Ebu Leheb'ten bahseden bir suredir. İhlas Suresi, Kur'an'ın üçte birine denk tutulmuştur. Kur'an'daki sure sıralamasında İhlas, Tebbet'ten bir sonraki suredir. Niyazi-i Mısrî, bu latif nükte ile, üstte olmanın, daha faziletti olmak mânâsına gelmediğini ifade eder.
BEN CÖMERTİM DİYE GURURLANIYORDU
İnsan bazan nefsinin tuzağına düşer, oyununa gelir. Yaptığı iyilikleri, hayırları, himmetleri hatırına getiren şeytan ve nefis derler ki:
— Bak, sen bunca iyilik ve hayrın sahibisin. Senden iyi himmet eden, senden daha büyük yardımda bulunan, hayır hasenat yapan pek yoktur!
Bu gibi duygularla vartaya atmak istedikleri iyilik sahibi insana kibir vermek isterler, böbürlenmeye sevket-meyi düşünürler.
Şahıs bunları, elinin tersiyle iter de:
— Tevbe estağfîrullah!.. derse kurtulur. Yoksa bu gibi hisler onu sel gibi alıp götürür. Bir de bakarsınız ki herkese kuş bakışı bakan mağrur bir iyilik sahibi çıkmış ortaya. Kimseyi beğenmez, kimsenin iyilik ve hayrına değer vermez. Varsa da yoksa da kendi iyilik ve hayrı. Kendi hizmet ve faaliyeti...
Ancak böyle kimseleri Rabbimiz bir imtihana uğratır, iyilikleri hürmetine kurtarmak ister. Bir olay, bir vaka onun ikaz olup irşadına vesile teşkil eder. İşte böyle olaylardan birini arzetmek istiyorum bugün sizlere.
Şurada burada iyilik edip, hayırlar yapmasıyla bilinen bir zat, bir gün evinde otururken düşünmeye başlar:
— Ben cömert bir adamım. Şuraya şu iyiliği, buraya bu hayrı yaptım. Benim gibi cömert biri mahallede yoktur!
Gariptir ki, şeytanın ve nefsin verdiği bu vesveseye itibar eden adam başlar gururlanmaya:
— Gerçekten de ben cömertin tekiyim! İşte bu sırada sanki kulağına sesler gelmeye başlar:
— Hayır, hayır, sen cömert değil, cimrinin tekisin!
Kalkar, ses devam ediyor, oturur ikaz durmuyor, evin içinde şöyle bir tur atar, ses yine devam ediyor:
— Hayır, hayır, sen cimrinin tekisin, boşuna kendini cömert biri olarak görme!
O sırada kapı çalınır, bir borçlusu elindeki parayı uzatır.
— Borcumu biraz geciktirdim, kusura bakmayın, buyurun. Parayı hemen alır ve kendi kendine der ki:
— Tamam, cömertin biri olduğumu isbat etme zamanı geldi şimdi. Bu parayı götürüp bir fakire vereyim de ne kadar cömert olduğum belli olsun, kulağıma gelen sesi de böylece susturayım.
Hemen sokağa çıkar, muhtaç kılıklı birini araştırmaya başlar. Bir de bakar ki, yolun kenarında kırık dökük iskemleye ilişmiş bir fakir, gezici berberlerden birine tıraş olmaya çalışıyor.
— İşte der, tam muhtacını buldum. Adam sokakta tıraş olacak kadar muhtaç biri.
Yaklaşır, elindeki parayı uzatır:
— Buyur, şunu al, sana ikramım olsun. Hırpani kılıklı adam paraya bakmadan:
— Benim, cimrilerin yardımına ihtiyacım yoktur! de-
Duraklar, fakat cevabı da yapıştırır:
— Ben cimri olsaydım, ikramda bulunmazdım.
— Peki öyleyse, şimdi görürüz senin ne kadar cimri olduğunu, der ve ilave eder:
— Onu şu bizim berbere ver de bahşişimiz olsun.
Şaşırarak sorar:
— Hepsini de mi?
Fakir görünüşlü adam söylemek istediğini söyler:
— Ben demedim mi sen cimrinin tekisin diye. Baksana verdiğini o kadar büyük görüyorsun ki, bunun bir bahşiş olabileceğine akıl erdiremiyorsun. İki saatten beri seninle boşuna münakaşa etmiyormuşuz. Sen durmadan kendini cömert görüyordun, ben de durmadan seni cimrilikle ikaz ediyordum, meğer yanılmamışım.
Evine dönerken düşünmeye başlar:
— Rabbim sana şükrolsun ki, beni böyle bir zatla karşılaştırıp ikaz ve irşad ettin. Yoksa ben kendimi cömertin teki görecek, yardımımla, hizmetlerimle gurura kapılacaktım.
ALLAH'IN HAZİNESİNDE OLMAYAN NEDİR?
Ey mağrur ve mütekebbir yürüyen adam! Boşuna kibirlenme, gururlanma!
Zira sen şu aczinle, zaafınla, ne bir dağı yerinden oynatır, ne de boyunu dağın tepesine çıkaracak derecede uzatabilirsin!..Elinle ekmek yersin, ama karnından başka şey çıkar...Ağzınla su içersin, ama burnundan başka şey akar...Lezzetle yersin, ama elemle çıkarmaya mecbur kalırsın. Yediklerini çıkaramazsan durumun yüz karası, ibret aynası...Öyle ise neye kibirleniyor, neye gururlanıyorsun?..Senin kendi malın sandığın maharetlerin, kabiliyet ve istidatların senin malın ve faziletin değildir. Belki sana ita eden zatın ikram ve ihsanıdır bunlar. Neden ihsan edeni unutuyor da kendine mal ediyorsun? Bu bir haksızlık ve gasp değil midir? Bu halinle nasıl inkişaf edecek, ne yüzle Rabbinin diğer lütuflarmı bekleyeceksin? Çünkü edilen ihsan ve ikramları nefsine mal ediyorsun. Sahibini inkâr ettiğin ikram davacı olmaz mı senden? Kendinde var olduğunu sandığın meziyet ve faziletlerin tümünde, aczini, fakrını, zaafını ve çaresizliğini anlayan bir tevazu içine girmedikçe, halinde hayır yoktur senin. Gel, kibri, gururu bırak, aczi, zaafı madalya olarak tak! Sende var olduğunu sandığın kabiliyet ve istidadlann hepsinin de sahibini bil, ikram edeni bul. O'na kul ol! Bak, bütün ikram ve ihsanların sahibi olan Rabbimiz sevgili kulu Bayezid Veli'sine nasıl hitab ediyor:
— Ey Bayezid! Benim huzuruma gelirken hazinemde bol bol bulunan ibadetlerle, ikramlarla, ihsanlarla, faziletlerle gelmeyi kâfi bulma. Bunların yanında benim hazinemde olmayanlarla gel!..
Bayezid-i Veli düşünmeye başlar. En sonunda feryad eder:
— Ey Rabbim! Senin hazinende olmayan var mı ki, ben o olmayanlarla geleyim?
Şöyle cevap gelir Sultanulârifın'e:
— Evet, ey Bayezid! Benim eşsiz zenginlikteki hazinemde olmayanlar da vardır. O almayanlar, acz, fakr, zaaf ve çaresizliktir! Sen de aczinle, zaafınla, fakrın ve çaresizliğinle gel. Kendini bunlarla bil. Bunları giydiğin elbise, sarındığın gömlek, örtündüğün cübbe gibi benimse. İşte o zaman seni haddini bilmiş, durumunu anlamış, makamını tayin ve tesbit etmiş bir kul olarak kabul eder, huzur-u izzetime buyur ederim!..
Evet, aziz dost! Sen de öyle yap. Büyük valiye vaki olan hitabı kendi nefsine yapılan hitap bil, aczi, zaafı, fakrı, nakşı ve çaresizliği sırtındaki gömlek, bedenindeki elbise, başındaki takke gibi benimse, onunla yat, onunla kalk. İşte o zaman kudreti sonsuzun karşısında makamını bilmiş, yerini bulmuş, aczini anlamış olacaksın...
Belki Rabb-i Rahim'in yeni ikram ve ihsanına liyakatin sözkonusu olacaktır. Sırtını sonsuz kuvvet ve kudrete dayamış olacaksın.
O GÜNLERDE HERKES KÜÇÜKTÜ
...Nesibe yetiştiği gül devriyle şen, şan ve hürrem değildi. O Uhud’u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğunun girip saklandığı, sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesut ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah bin Huzafetül Sehmi başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor, hey gidi günler diyordu. Hüzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, hey gidi günler diyordu. Ammar yerdire yerdire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor, hey gidi günler diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, hey gidi günler diyordu. Onlar hey gidi günlerdi.
Çünkü o günlerde müminler tırmanma şeridinde sürekli olarak tırmanıyorlardı. Hiç bir şeye gönül kaptırmadan, başka hiç bir şeye dil beste olamadan, turnikeye önce girmenin hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakkı temettü aramadan sadece hizmet diyor ve yürüyorlardı. Hey gidi günler. Hey gidi günler diyorlardı. O çile günlerine, o ızdırap günlerine çünkü o günlerin içinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza yoktu. Çünkü o günlerde büyüklük yoktu. Çünkü o günlerde herkes küçüktü. Çünkü o günlerde herkes neferdi. Çünkü o günlerde abilik yoktu. Çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “kün indel nasi ferden minel nas” vardı. İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol vardı. Ah nankör nefsim. Sen de ye gidi günler deyeceksin. Kafanda hiç öyle duygular ve düşünceler yoktu. Dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra iki yerde de derse akşam iştirak ediyordun. Bir Cumartesi pazarı da burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin ve Pazartesi de derslere de yetiştirme senin. Ama alınmıyordun. Gönül koymuyordun. Dinleyen yok diye üzülmüyordun. Tesir etmiyorum diye müteessir olmuyordun. Hey gidi günler ne kadar arkada kaldınız. Bizden ne kadar uzaklaştınız. Biz ne kadar büyüdük hey gidi günler. Hey gidi günler siz ne kadar küçük kaldınız.
Ah eyyamullah, ah peygamber günleri, ah hizmet günleri, ah cihad günleri, ah başka mülahazalar içine girmediği günler. Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestane Pazar’ındaki tahta kulübeciğim içinde kaldınız. Ah tahta kulübem her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük sen ne iyiydin. Arkadaştık seninle. Hey gidi günler. İlki değiliz sonu da olmayacağız hey gidi günler. İmamlık makamında ağlaya ağlaya namaz kıldırılan günler. Kuran okurken kalp duracak hale geldiği günler, hey gidi günler. Uhuvvet sevgi, yürekten alaka bir biriyle fertler sarmaş dolaş olurken dışardan gelenlere aman Allah’ım bu ne kardeşlik, bu ne uhuvvet dedirttiği ey gidi küçük günler. O kadar büyüdük ki eğilipte sizi tanıyamıyor sizi göremiyoruz. Biz büyüdük Everes tepesi olduk, ah küçük günler sizler Lut gölü gibi zeminden iki yüz metre aşağıda kaldınız.
Ah yıkılası ağbilik. Ah yıkılası saltanat. Ah yıkılası makam mansıp sevgisi. Ah yıkılası şirk ifade eden, yaptım, ettim, çattım, kurdum, verdim, ettim, eyledim. Haşaaa! Haşaaa! Ve kella. Yapan oyudu, eden oyudu, eyleyen oydu. Hey gidi günler böyle düşünüyorken nerelere düştük. Düşünüyorken düşlere takılıp kaldık. Düşünüyorken sürçtük. Hey gidi günler. Nesibe gibi aydındı günlerimiz. İbni Hüzafe gibi yürektendi. Babasının evinden kovulduğu zaman çok şükür resulullaha gitme yolunu buldum deyen Hüzeyfe kadar mesuttu. Hamza’nın günleri kadar fütursuz pervasızdı. Ali’nin günleri kadar ten sevdasından, ceset sevdasından, rahat ve rehavetten uzaktı...
SİNEĞİN HAYALİ
Sineğin biri kendini fevkalâde bir şey sanırdı.
Kendi kendine: "Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz." derdi. Bir gün bir eşeğin sidiğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı.
"İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım." diye karar verdi kendi kendine gururlandı koltuklarını kabarttı.
• Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse, imanını tazele, yalnız bu sadece dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir, çünkü heva iman kapısının kilididir.
• Kalemin rüzgardan kağıdın sudan olursa ne yazarsan yaz derhâl yok olur.
ŞİİR.....
Şaşarım o kimseye ki, kalıbıyla kibirlenir.
O ki, doğmadan önce fasid bir menidir.
Bugün hayatta güzeldir, fakat yarın ölünce,
Olur kabrinde murdar bir cife
Arkadaşımız vardır, muhalefet etmeğe Haris’tir.
Hatası pek çoktur, sevapları ise azdır.
İnatçılıkta pislik böceğinden beterdir,
Yürürken de kargadan daha kibirlidir.
Dedim ki “benzerim yoktur” deyip kibirlenene
“Niçin tevazu göstermezsin, bakarak çıktığın yere!”
Ey kibirli ki, olmaz Allah’a ram,
Biz balçıktanız, olsun sana selam.
Bu dünya hayatı boştur, fanidir,
Değil mi ki, ölüm var, herkes müsavidir.