NuruAhsen
Sonsuz Temâþâ
Yüzümüzün tam ortasında, ağzımızın üzerinde, gözlerimizin altında ve ortasında, ileriye doğru uzanan bir çıkıntı: burun. Gözlerin arasından aşağı doğru yükselen, pürüzsüzce uzanıp giden yanakların ruhânî ovasında, bir dağ gibi uzanır burnumuz. Yüzün o zarif, sıcak, âşina coğrafyasında, öne fırlayan, ileri doğru çıkan burun hiç de fazlalık duygusu hissettirmez bakana. Gözlerin bakışı, dudakların kıvrılmaları, yüzün mimikleri burnun eteklerinde pürüzsüzce gerçekleşirken, burun sessizliğini korur, varlığını hissettirmez. Orada ve ortadadır ama, orada değil gibidir. Hem vardır, hem yoktur. Burun delikleri tam yere doğru bakarken bir görünür bir görünmezler. Görünmeleri de güzeldir, gizlenmeleri de. Burundan alınan derin bir nefes sırasında kendi varlığımızı ve başkalarının varlığını bitimsiz bir ruh derinliğiyle algılar gibiyizdir. Bu tür bir algılama, görmekten ve işitmekten daha derin bir algılama olmalı ki; burnumuzdan nefes aldığımız sırada kaçınılmaz olarak gözlerimizi kapatır ve kulaklarımızı da sese kapatırız.
Hayatın gözle görülmez iki nehri tam da burnumuzdan akar bedenimize: hava ve koku. Havayı solumak da, kokuyu koklamak da mutlak bir yakınlığı çağrıştırır. Soluduğunuza ve kokladığınıza mutlaka yakın olmanız gerekir. Görmek, konuşmak, işitmek böyle bir bedel istemez; uzaktan da görebilirsiniz, mesafeli de olsa konuşabilirsiniz, sözü kâğıda dökebilirsiniz. Gerçekliğin en katı belirtisi olan somutluk ve yakınlık, dokunmayı ve koklamayı davet eder. Bu yüzden, işitmekten ve görmekten beride kalır dokunmak ve koklamak. ‘Bir işe burnunu sokmak’ deyiminin çağrıştırdığı sınır ihlali de, koklamanın bu yakınlık bedelinden beslenir. ‘Burnunun dibinde olmak’ ve ‘burun buruna gelmek’ gibi ifadelerin yüz yüzeliğe olan vurgusu, koklama yakınlığından ödünç alınmıştır.
Ne var ki, yakınlık ve somutlukta ‘burun buruna’ duran dokunma ve koklama duyuları, koklamaya konu olan şeye sıra gelince, yollarını ayırırlar. Dokunmanın eşya ile ilişkisi ne kadar gözle görünür ve elle tutulur ise, kokunun eşya ile ilişkisi o kadar müphem ve ele gelmezdir. Koku, ancak birlikte olduğu şey ile somutlaştırılabilir, kaynak olduğu eşyadan dolayı adlandırılabilir. Menekşe kokusu, yağmurun toprağa değmesinin kokusu, kahve kokusu, taze ekmek kokusu gibi. Kokunun kendisi ortada yok gibidir. Menekşe kokusu, menekşeden farklı ve fazla birşeydir. Yağmurun toprağa değmesinin kokusu da, yağmurun toprağa değdiği anda vardır; ama ne topraktadır, ne de yağmurdadır.
Aslına bakılırsa, koklama organımız burnumuz değildir. Burnun gözle görülür sivriliğinin aksine, ancak koku duyusunun gizli ve derin etkisine yakışır biçimde, asıl koku duyumuz, burnun dibinde ve derinde gizlidir. Kokuyu burnumuzun tam dibine doğru yerleştirilmiş birkaç katlı hücre tabakasıyla algılarız. Burnun fonksiyonu kokuyu taşıyan havayı asıl koku organımıza doğru yönlendirmektir. İşte tam da burada, koku almakla burun büyüklüğünün doğrudan ilişkili olmadığını hatırlamalıyız. Çünkü, burun bir nefes alma organı olarak hizmet ederken, aynı oranda koku alma organı olarak hizmet etmeyebilir. Örneğin bir balina, dev burnuna rağmen çok az koku alırken, bir fare minicik burnuyla balinanın binlerce katı daha iyi koku alır. Balina ve fare örneğinde, burnun nefes alma ve koklama fonksiyonları birbirinden ayrı düşer. Balinanın hızlı ve yeterli nefes alması için yeterince kocaman bir burnu olması gerekir, ancak kokuya ihtiyacı fareninki kadar değildir. Farenin koku alma ihtiyacı minicik burnuna kıyasla daha büyük olduğundan, küçük bir buruna genişçe bir koklama duyusu yerleştirilmiştir.
İnsan burnunda, özel hücrelerden dokunan ‘olfaktör epitel tabakası’ burun içinde bir santimetrekareden daha az yer kaplar. Bu alan gözlerimizde ışığa duyarlı retina tabakasından daha azdır. İnsanın olfaktör epitel tabakasında, bir hesaba göre, yaklaşık 6 ila 10 milyon kadar sinir hücresi (nöron) bulunur.
Bu miktar, ‘burnu iyi koku alan’ biri için yeterlidir. (Bu rakam, insanın ışığa duyarlı retina tabakasındaki sinir hücresi sayısına—200 milyon—yakındır.)
Koku alma ihtiyacı insanınkinden daha büyük olan bir köpeğin burnunda ise 150 ila 220 milyon kadar koku hücresi bulunur. Bunun anlamı ise kısaca şudur: Bir kokuyu (örneğin, koku araştırmacılarının çok kullandığı bütirik asit kokusu) bir köpeğin yeterince algılayabilmesi için 1 birim gerekiyorsa, bir insan için 10 milyon birim gereklidir. Bir başka deyişle, bir köpek sözgelimi bütirik asitten yapılmış bir şişe parfümün kokusunu, sanki 10 milyon şişe parfüm varmış gibi çok derinden ve çok uzaktan algılayabilir. Bununla birlikte, şükür ki, bir köpekte bizimkinin 10 milyon katı bir burun ya da 10 milyon tane burun görmeyiz.
Burnun nefeslendiğimiz havayı türbülansa sokan ve nemli tutan kıvrımlı ve bol akıntılı iç yapısı, koku algısının kimyasına hizmet eder. Havanın burun içindeki türbülansı kokuyu, koku tabakası üzerinde biraz daha uzun tutarken, burun içindeki nemli mukus tabakası da koku maddesinin kimyasal olarak daha hızlı çözünerek algılanmasını hızlandırır. Çünkü kokuyu sadece havada algılamayız; koku maddesi mutlaka koku sinirine ‘değiyor’ olmalı, orada kimyasal olarak çözülmeli, reaksiyona girmelidir. Bir maddenin sudaki çözünürlüğü ise havadaki çözünürlüğünün 10 ila 1000 katı kadardır. Nezle, grip gibi durumlarda, mukus tabakasının akıcılığını kaybetmesiyle koku alma yeteneğimizi geçici olarak kaybedebiliriz. Burun içindeki mukus tabakasının akıcılığı hormonlardan da etkilenir. Kadınların âdet dönemlerinde ve hamileliklerinde değişik kokulara karşı değişik hassasiyet göstermesinin bir nedeni de budur.
Hayatın gözle görülmez iki nehri tam da burnumuzdan akar bedenimize: hava ve koku. Havayı solumak da, kokuyu koklamak da mutlak bir yakınlığı çağrıştırır. Soluduğunuza ve kokladığınıza mutlaka yakın olmanız gerekir. Görmek, konuşmak, işitmek böyle bir bedel istemez; uzaktan da görebilirsiniz, mesafeli de olsa konuşabilirsiniz, sözü kâğıda dökebilirsiniz. Gerçekliğin en katı belirtisi olan somutluk ve yakınlık, dokunmayı ve koklamayı davet eder. Bu yüzden, işitmekten ve görmekten beride kalır dokunmak ve koklamak. ‘Bir işe burnunu sokmak’ deyiminin çağrıştırdığı sınır ihlali de, koklamanın bu yakınlık bedelinden beslenir. ‘Burnunun dibinde olmak’ ve ‘burun buruna gelmek’ gibi ifadelerin yüz yüzeliğe olan vurgusu, koklama yakınlığından ödünç alınmıştır.
Ne var ki, yakınlık ve somutlukta ‘burun buruna’ duran dokunma ve koklama duyuları, koklamaya konu olan şeye sıra gelince, yollarını ayırırlar. Dokunmanın eşya ile ilişkisi ne kadar gözle görünür ve elle tutulur ise, kokunun eşya ile ilişkisi o kadar müphem ve ele gelmezdir. Koku, ancak birlikte olduğu şey ile somutlaştırılabilir, kaynak olduğu eşyadan dolayı adlandırılabilir. Menekşe kokusu, yağmurun toprağa değmesinin kokusu, kahve kokusu, taze ekmek kokusu gibi. Kokunun kendisi ortada yok gibidir. Menekşe kokusu, menekşeden farklı ve fazla birşeydir. Yağmurun toprağa değmesinin kokusu da, yağmurun toprağa değdiği anda vardır; ama ne topraktadır, ne de yağmurdadır.
Aslına bakılırsa, koklama organımız burnumuz değildir. Burnun gözle görülür sivriliğinin aksine, ancak koku duyusunun gizli ve derin etkisine yakışır biçimde, asıl koku duyumuz, burnun dibinde ve derinde gizlidir. Kokuyu burnumuzun tam dibine doğru yerleştirilmiş birkaç katlı hücre tabakasıyla algılarız. Burnun fonksiyonu kokuyu taşıyan havayı asıl koku organımıza doğru yönlendirmektir. İşte tam da burada, koku almakla burun büyüklüğünün doğrudan ilişkili olmadığını hatırlamalıyız. Çünkü, burun bir nefes alma organı olarak hizmet ederken, aynı oranda koku alma organı olarak hizmet etmeyebilir. Örneğin bir balina, dev burnuna rağmen çok az koku alırken, bir fare minicik burnuyla balinanın binlerce katı daha iyi koku alır. Balina ve fare örneğinde, burnun nefes alma ve koklama fonksiyonları birbirinden ayrı düşer. Balinanın hızlı ve yeterli nefes alması için yeterince kocaman bir burnu olması gerekir, ancak kokuya ihtiyacı fareninki kadar değildir. Farenin koku alma ihtiyacı minicik burnuna kıyasla daha büyük olduğundan, küçük bir buruna genişçe bir koklama duyusu yerleştirilmiştir.
İnsan burnunda, özel hücrelerden dokunan ‘olfaktör epitel tabakası’ burun içinde bir santimetrekareden daha az yer kaplar. Bu alan gözlerimizde ışığa duyarlı retina tabakasından daha azdır. İnsanın olfaktör epitel tabakasında, bir hesaba göre, yaklaşık 6 ila 10 milyon kadar sinir hücresi (nöron) bulunur.
Bu miktar, ‘burnu iyi koku alan’ biri için yeterlidir. (Bu rakam, insanın ışığa duyarlı retina tabakasındaki sinir hücresi sayısına—200 milyon—yakındır.)
Koku alma ihtiyacı insanınkinden daha büyük olan bir köpeğin burnunda ise 150 ila 220 milyon kadar koku hücresi bulunur. Bunun anlamı ise kısaca şudur: Bir kokuyu (örneğin, koku araştırmacılarının çok kullandığı bütirik asit kokusu) bir köpeğin yeterince algılayabilmesi için 1 birim gerekiyorsa, bir insan için 10 milyon birim gereklidir. Bir başka deyişle, bir köpek sözgelimi bütirik asitten yapılmış bir şişe parfümün kokusunu, sanki 10 milyon şişe parfüm varmış gibi çok derinden ve çok uzaktan algılayabilir. Bununla birlikte, şükür ki, bir köpekte bizimkinin 10 milyon katı bir burun ya da 10 milyon tane burun görmeyiz.
Burnun nefeslendiğimiz havayı türbülansa sokan ve nemli tutan kıvrımlı ve bol akıntılı iç yapısı, koku algısının kimyasına hizmet eder. Havanın burun içindeki türbülansı kokuyu, koku tabakası üzerinde biraz daha uzun tutarken, burun içindeki nemli mukus tabakası da koku maddesinin kimyasal olarak daha hızlı çözünerek algılanmasını hızlandırır. Çünkü kokuyu sadece havada algılamayız; koku maddesi mutlaka koku sinirine ‘değiyor’ olmalı, orada kimyasal olarak çözülmeli, reaksiyona girmelidir. Bir maddenin sudaki çözünürlüğü ise havadaki çözünürlüğünün 10 ila 1000 katı kadardır. Nezle, grip gibi durumlarda, mukus tabakasının akıcılığını kaybetmesiyle koku alma yeteneğimizi geçici olarak kaybedebiliriz. Burun içindeki mukus tabakasının akıcılığı hormonlardan da etkilenir. Kadınların âdet dönemlerinde ve hamileliklerinde değişik kokulara karşı değişik hassasiyet göstermesinin bir nedeni de budur.