Konuya cevap cer

PIRLANTA SERİSİ...

Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma ma’nâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı ma’nâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi ma’nâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.

İbâdet, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme ma’nâlarına gelmesine mukabil, ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü, daha farklı şeyler de hatırlatabilir.

Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilen, havf ve recâ derinlikleri olan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün malî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fard da: 

“-Seyr-i sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.

Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibâdeti avamın kulluğu, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirme şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücâhede insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.

Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “İbâdet-i zâtiyye-i mutlaka” ve “İbâdet-i sıfatiyye-i mukayyede” ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bûd, Görüp-Gözeten, görülüp-gözetilen, münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibariyle hep bu ruhu temsil etme ve hep bu ma’nâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu ma’nâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki; bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır: 

a- Sırf cennet arzu ve iştiyakiyle îfa edilen ibâdetler.

b- Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.

c- Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.

d- Abd-Ma’bûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler.. bazıları, bunlardan birincilere “Tacirân”, ikincilere “Bendegân”, üçüncülere “Sâdıkân”, dördüncülere de “Âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbia Adeviyye’nin: “Ya Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakiyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim” sözleri oldukça mânidardır.!

Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibariyle onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük İlâhî payelere bile bir ma’nâda fâikiyeti vardır.. fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce òŸÓ»ÚœÔÁÔå demiş, sonra ò—Ó”ÔˉÔÁÔå sözüyle o mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Keza, O “Şeref-i Nev-i İnsan”ı O “Ferîd-i Kevn-i Zaman”ı miraç adı altında gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: ò«Ó”Ú—¢È†»ğŸÓ»ÚœğÁğå (İsrâ, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu husûsi fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda, mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme cân olduğu ve “Subuhât-ı Vech” şualarının hoşâmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, binbir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp†“ -kuluna vahyetti ha vahyetti” (Necm, 53/10) denmesi ne mânidardır! 

Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:

-Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”

Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı ma’nâlar da yüklemişlerdir:

* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.

* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî etme. Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.

* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyasının gölgesi bilip onları gasp ve temellük edip övünmeme, yokluklarla da miskinleşmeme.

* Her zaman vicdanda ona intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz u atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.

Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur. Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyed bulunmanın dışında herşeyden kalben tecerrüd etme ma’nâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibariyle de gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.

Bu ince hususa dikkati çeken bir Hakk dostu: 

“-Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.

Ayrıca Cüneyd-i Bağdadî de: “Kul, Allah’dan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez”  tembihinde bulunur.

Bir başkası, bir adım daha atarak, duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbaatının bile ağyara kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:

“-Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”

KULLUK ŞUURUNDA MÜKEMMELLİĞİ YAKALAMA

Soru: Sohbetlerinizde sık sık kulluk şuurunda mükemmelliğin yakalanmasından bahsediyorsunuz. Bu ne demektir ve buna nasıl ulaşılır?

Tarih boyu hemen her yenilenme (tecdit) döneminde, kullukta mükemmelliğin yakalanması söz konusu olmuştur. Mükemmeli bulma, şahıstan şahısa, durumdan duruma değiştiğinden dolayı da bu, bir mânâda izafî kabul edilebilir. Ama mükemmel kulluk adına ille bir ölçü söylenmesi gerekiyorsa; bunu, emir ve yasaklara saygı ve sadakat dairesinde kalarak Allah nezdinden gelen vâridlerin insan gönlünde hissedilmesi ve kulluğun, nazarî bilginin üstünde keşfen ve zevken de duyulması şeklinde bir ölçü ile özetleyebiliriz. Aslında kulluk adına hepimiz yapılması gerekli olan şeyleri biliriz ama, onların zamanla kalbimizde inkişaf edip bir de zevken, keşfen kendini hissettirmesi meselesi vardır ki, bu tamamen, her şahsın bu hususta biraz kendini zorlamasıyla alâkalıdır. Kendilerini okumaya yanaşmayan insanların üzerlerindeki bu türlü vâridleri hissetmeleri de söz konusu değildir.

Meselâ, namaz nedir? Nezd-i Ulûhiyette ne ifade eder? Kalbte duyulması nedir? Evet kalbte kemmiyetsiz, keyfiyetsiz Zât-ı uluhiyet duyuluyorsa -Allah kelimesini bilhassa kullanmıyorum- evleviyetle en kâmil peygamberin, en kâmil ümmetinin en kâmil ibâdeti, hatta neredeyse iman derecesine yükseltilen namaz, kendine mahsus çizgileriyle insanın vicdanında duyulmalıdır. Bu ise ikinci bir bilgi veya bilginin marifete dönüşmesi ile mümkün olur. Allah hakkında "bir yaratıcı" vardır demek başkadır; zamanla ibadet ü taat, evrad u ezkârla aynı bilginin bir kalb kültürü haline gelmesi tamamen başkadır.

İnsanlığın yaratılışından gaye, insan-ı kâmil olmaktır. "Ve mâ halaktü'l-cinne ve'f-inse illâ liva'büdûn; Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım."ayet-i kerimesinde, yaratılışın esas gayesi anlatılırken "ibadet" kelimesinin kullanılması mânidardır. İbadet deyince bizim ilk aklımıza gelen namaz, oruç, zekat, hac nevinden yaptığımız ameller olur. Oysa kelimenin iştikakından istifadeyle yapılacak bir tahkikle meseleye daha farklı yaklaşıldığında görülür ki, ibadet, Allah yolunda duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan şeylerin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşmesi ve yaşanan bu yolun şehrah haline gelmesi demektir. Evet aynı güzargahta sürekli çalışan bir şoförün, o yolun hangi km.sinde kavis, viraj vs. olduğunu çok iyi bilmesi gibi insanın, kulluğu o şekilde duyması, yakından tanıması ve kulluk yolunun insanı şaşırtmayacak kadar işlek bir yol haline gelmesini sağlaması da çok önemlidir. Araplar bu hususu ifade sadedinde, ibadet kökünden gelen bir kelimeyi kullanarak "tarîkun muabbed; işlek yol" tabirini kullanırlar.

Burada, İbn-i Abbas "liyâ budûn" için "liya'rifûn; tanısınlar, marifete ulaşsınlar" şeklindeki tevcihiyle farklı bir noktaya dikkatleri çeker. Bu ibtidaî bir Allah bilgisi anlamının ötesinde o bilgi üzerine bina edilerek işlek hale getirilmiş bir kulluk yolu demektir. Evet kulluk bir yoldur; insan o yolda olmazsa O'na varamaz. Öyleyse varılacak yol da onun içindedir. Yani sebep zikrediliyor, müsebbep murad ediliyor; yol gösteriliyor, o yolla yürüdüğün zaman varacağın hedefe işaret ediliyor. Bu açıdan denebilir ki, ciddî kulluk yolunda olan bir insanın, marifet ufkuna ulaşması da tabiî hatta zarurîdir.

Diğer bir yaklaşımla, esas ulaşılması gerekli olan "liya'rifûn" ufkudur ya da o ufku, herkesin kulluğu derecesine göre duyup hissetmesidir. Bunu bir başka ifade tarzıyla, insanın önce kendi kulluğunu duyması, sonra Mabud-u Mutlak'ın, mabudiyete istihkakını bilip sürekli onun karşısında olduğunu hissetmesi de diyebiliriz. Bu konuda sunîliğe girilmemesi bir esastır. Efendimiz'in duyduğunu, Hz. Ebu Bekir’in duyması, Hz. Ebu Bekir’in duyduğunu Abdülkadir Geylani’nin duyması mümkün değildir. Muvakkaten Bediüzzaman'ın iç alemine nüfuz imkanı olsaydı ve namaz kılarken, Rabbin huzurunda neler duyduğu tesbit edilebilseydi, zannediyorum kendimizden utanırdık. Bereket Allah bize büyüklerin namazlarını duyurmamış!. Yoksa kendi namazlarımızı değersiz bulur, kaldırır bir kenara atardık. Onların namazı, mehabet altında, yerinde ezilme, yerinde eğilme, içinde boyunduruklar dönüyor gibi halden hale girme ve rengi-benzi atmalar içinde gerçekleşir. Onların bu derinlikteki kulluğu bir kahramanlık, başkalarının onları taklidi ise bir sahtekarlıktır. Bu gibi hususlarda artistliğe girilmemeli; herkes kendi olmalı ve karakterini sergilemelidir.

Yukarıda kişinin her lâhza kul olduğunu duymasının yanında, Hz. Mabud-u Mutlak'ın ve Mabud-u Mustahakk'ın o işe istihkakını da her lahza duyabilmesi demiştik. Bunu biraz açmak icap edecek; mesela, kıyamdasınız. Kıyamımı derinleştirme imkanım olsaydı Rabbimin karşısında, bana yakışan, hiç sesimi çıkarmadan bütün bir ömür böyle durmaktır. Bunu yapmam mümkün değil ama, yapsam bile birçok eksiklerim olduğu muhakkaktır. Bunca eksikliğe rağmen keşke, bir taraftan gözümün ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılıp kapı aralığından O'nu temaşa edebilsem, O'nu duysam, diğer yandan da o işi en kâmil mânâda eda etmeye çalışsam; işte o zaman belli ölçüde ona yönelmiş sayılırım.

Bir başka yaklaşım da; belki ben böyle çok kamilâne bir ubudiyet mülâhazam içinde ve tam bir kul olma şuuruyla Rabbimin huzurunda duruyorum ama, bu meselenin bana ait yanları çok su götürür ve kim bilir ne kadar eksiklerim var..? Burada önemli ayrı bir husus daha var ki o da kim ne kadar derin kulluk yaparsa yapsın, Allah'ın buna ve bunun çok üstünde istihkakının olduğudur. İşte insanın vicdanında bunu duyması kullukta kemalin bir başka buududur.

Rükîi da benzer mülâhazalarla rükûu gerçekleştirme.. ve bana ne kadar yakışıyor; her şeyin karşısında iki büklüm olması da Sana ne kadar yakışıyor... Keza secde de bana ne kadar yakışıyor ve Sana ne kadar muvafık... ve diğer rükünlerde de aynı mülâhazalar. Bunun, küçük bir emaresi de var; başını secdeye koyduğun zaman, başını kaldırmayla da memur olduğundan dolayı kaldırmaya yönelme hissiyle ancak kaldıracaksın. Yoksa hiç de başımı kaldırmak içimden gelmiyor. Eğil diyorsun, eğiliyorum; eğiliyorum ama, gerçekten eğilmesi gerekli olan Zât karşısında bir durumsa şayet bu, işte burada sonsuza kadar durulur. Fakat ne yapayım ki, Sen başını kaldır diyorsun, ben de ona uyarak kaldırıyorum. Aynen Efendimiz (s.a.s)'in namazdan kerhen ayrılıp hanımlarının yanına kerhen gitmesi gibi. Allah Rasulünün şu mübarek sözleri de bizler için yakalanması gereken bir hedeftir: "Sizin cismaniyetiniz ve bedeniniz itibarıyla hemcinslerinize karşı duyduğunuz şehveti ben, namaza karşı duyuyorum'..

KULLUK 

Bana en zor gelen şey kulluktur. İnanın, Allah’a kulluğunun yanında, motor yapmak, bilgisayar icad etmek, hattâ gökyüzüne uydu göndermek çok daha basittir. Bu tesbit size tuhaf gelebilir. Ama vicdanî tecrübelerime dayanarak kat’i olarak ifade ediyorum ki, kulluk çok ama çok zordur. Kalbinizi tamamıyla Allah’a verdiğiniz anda bile, bir sürü zikzak ve bir bulanık düşüncenin kalbinizi kemirdiğini görürsünüz. “Aman Allah’ım! Sana, sadece Sana sığınırım. Bizi kendine kul, Rasûlüne ümmet olanlardan eyle.” 


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst