Kur’an Harfleri ve Risale-i Nur

Huseyni

Müdavim
Latin harflerine Türk alfabesi adı verilerek zorla öğretilmeye başlanmasının 81. yıl dönümünü bu hafta düzenlenen etkinliklerle anılmış olacak. Kanunun üzerinden bu kadar zaman geçmesine rağmen tartışmaların bitmediği ve sorunların çözülemediği ortadadır. Bu hafta bu konuyu biraz daha yakından ele almak yararlı olur.

Doğrudan alfabe değişikliği olmasa da Türkçe’yi yoğun bir şekilde istila eden Arapça ve Farsça kurallardan (daha çok tamlamalarla ilgili yazım usullerinden) kurtulma çalışmaları daha Namık Kemal ve Ziya Paşa dönemlerinde başlamış, milli edebiyatın öncülerinden sayılan Ömer Seyfeddin’in kaleminde temiz Türkçenin ilk örnekleri verilmişti. Ancak bu tartışmaların harf inkılabına temel teşkil ettiğini ileri sürmek kasıtlı bir yanılgıdır. Dili Arapça, Farsça tamlamalardan kurtarmak ayrı, harf değiştirmek ayrı bir iştir. Askerî diktanın alfabe ile oynama merakının ilk örneği aziz şehit Enver Paşa’nın Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili iken uygulamaya koyduğu harflerin birbirinden ayrı yazılması usulünde görülmüştür. Bir şekilde kolay yazma ve kolay okumanın çaresini bulduğunu sanan Paşa, resmi yazışmalarda uygulamayı başlatmış, ancak kısa süre sonra, iş içinden çıkılmaz bir hal alınca hatasından geri dönmüştür. Enver Paşa’nın bu uygulaması alfabe değişikliğinden çok yazım usulünü değiştirmeye yönelik bir girişimdir.

Harf değiştirme konusu ilk defa İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirilmiş, o tarihte henüz etkin bir konumda olan Karabekir Paşa tarafından reddedilmiştir. Harf değişikliğinin resmi gerekçelerini anlamak için 1 Kasım 1928 tarihli kanunun esbab-ı mucibe layihasına bakmak gerekir.



LAYİHA METNİ:
“Türk dili şimdiye kadar bünyesine uymayan Arap harfleri ile yazılıyordu.
Arap harfi sistemi bir taraftan lisanımızın muhtaç olduğu sadalı harfleri ihtiva etmiyor,
diğer cihetten Türk halkının telaffuz eyleyemediği bir takım seslere malik bulunuyordu.
Bu yüzden Türk çocuğu ana dilini yazabilmek için uzun zaman muayyen kalıpları bellemek ızdırarında kalıyor,
hayali zihninde mevcut olmayan yeni bir kelimeyi doğru yazmak veya
okuyabilmek için uzun uzadıya Arap ve Acem sarf kaidelerini bilmesi lâzım geliyordu.
Bu halin meydana çıkardığı zorluklar herkesçe malumdur.
Medenî bir yazının muttarit imlâya sahip olması iktiza ettiği halde eski yazı ile buna da imkân bulunmuyordu.
Çünkü aslen Türkçe olan kelimelerin sadalı harflerle yazılması icabeylediği halde
eski harf sistemimizde bunun için kâfi işaret mevcut değildi.

“Mevcut sadalı harflerin ayrıca birer samit olması yazılan bir Türkçe kelimenin bile başka başka yollarda okunmasını iktiza ettiriyordu.
Eski harf sistemi baki kaldıkça ecnebi asıldan gelen kelimeleri gerek telâffuz ve
gerek sarf itibariyle lisana maletmek mümkün değildi.
Bu sebeptendir ki Türkçeyi iyi yazabilmek ve yazılanı okuyabilmek için
öğrenilmesi uzun senelere muhtaç kaidelerle meşgul olmak iktiza ediyor ve
yazı yazmak, doğru okumak ancak muayyen bir sınıfın imtiyazı haline geliyordu.
Bu müşkülât yüzünden millî ve binaenaleyh bütün halk tarafından okunabilecek ve
yazılabilecek bir lisan için icabeyleyen bir gramer vücuda gelemiyordu.
Buna bir de eski Arap harflerinin Türk matbaacılığını nasıl ilerlemekten alıkoyduğu,
telgraf gibi medenî vasıtaları kullanmakta milletimizi beyhude masraf ve zorluklara sürüklediği ilâve olunursa
eski harf sistemimizi değiştirmek zarureti meydana çıkar.
Bu sebeplere mebnidir ki esasen millî lisanımızın bünyesinde muvafık bir harf sistemi kabul etmek
Cumhuriyet Hükümetinin programı iktizasından bulunuyordu.

“Türk dilinin bünyesine muvafık olmak üzere Lâtin esasından alınacak harfleri tespit eylemek için geçen sene Maarif Vekâletinde teşkil edilen dil heyetinde esasları hazırlanan harf sistemi ile yapılan tecrübelerde dilimizi en iyi bir tarzda yazması mümkün olduğu anlaşıldı. Kısa bir zamanda milletimizin bu harfleri kolaylıkla öğrenmeleri bu harf sisteminin de lisanımızın bünyesine uygun olduğunu da ayrıca meydana koydu. Binaenaleyh Cumhuriyet Hükümeti artık tecrübe ile sa'bit olan Lâtin esasından alınan harf sistemimizin kanun halinde tespitini zarurî görmüş ve merbut lâyihayı bu maksatla teklif eylemiştir”. (1)


1923’te kabul edilmeyen teklif 1928 meclisinde ayakta alkışlarla kabul edildi. Teklif üzerinde konuşmak için söz alma ihtiyacı duyan olmadı. Zira bu dönemde mecliste sadece “Yaşa! Varol! Çok yaşa!” diyen sürekli alkışlar işitilirdi. Milli Macadele’yi yapan meclisin yerinde yeller esiyordu.



LAYİHADA ÜÇ ÖNEMLİ NOKTA VARDI:
Bir Türkçe’nin ünlü seslerinin Kur’an harflerinde bulunmaması,
İki ecnebi lisanlardan alınan kelimelerin dile mal edilememesi,
Üç bazı kelimelerin yazılabilmesi için Arapça ve Farsça kuralların öğrenilme mecburiyeti.


Türkçe’nin 8 ünlü harfi aslında 4 sesten ibarettir. Bunlar a-e, ü-u, o-ö, i-ı, şeklinde biri diğerinin kalın şeklidir. Bu sesler Kur’an alfabesinde elif (ا) vav (و ) ve ya ( ى) harfleri ile gösterilir. Kalın hecelerde yazma, ince hecelerde çoğunlukla terk edilme eğilimi vardır. Burada bazı zorluklar olsa da önemsizdir. Kürek isteyene Kürk göndermek gibi tarihi birkaç ilginç anekdotun dışında fazla bir örneği yoktur. Alfabeye en fazla bir iki işaret eklemekle bu problem çözülebilir.


Oysa Latin alfabesine geçiş ile Kur’an alfabesinde bulunan, üç ayrı ze için(ز ظ ذ ( bir tek z harfi,
iki ayrı h ( ح خ) için bir h harfi,
üç ayrı s için ( س ث ص)bir tek s harfi,
ayın ve elif için (ع ا) sadece a harfi,
iki ayrı t için (ت ط)bir tek t harfi kullanılmak suretiyle

Türkçe’nin kelime hazinesinin en az yarısı anlaşılmaz ve yazılamaz bir hale gelmiştir.

Bu harflerle başlayan Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri dilimizden atacağız mantığı, dili kısırlaştırmış, kuş beyinli nesiller yetiştirmiştir. Zira kelimeler manaların kabıdır. Günde üç-beş yüz kelimeyle konuşan yazan insanlardan ne ilim ne medeniyet beklenir.


Zihin gücü ile kelime hazinesi arasında çok sıkı bir bağ vardır. Uydurma Türkçe ile yazıp çizenlerin en fazla 800 ile 1000 kelime kullanabildikleri, oysa bir Osmanlı aydınının 10.000 kelimeyi rahatlıkla kullandığı yeni yazım bilgisayar programları ile ölçülebilmektedir.



ARAPÇA, FARSÇA ATILIP YERİNE FRANSIZCA, İNGİLİZCE ALINDI
İkinci maddede, Arapça, Farsça kelimeleri atıp yerine Fransızca, İngilizce kelime almanın Türkçe sevgisi ile bir ilgisi olmadığı açıktır. Ayrıca ecnebi kelimelerin yazım problemi hala çözülebilmiş değildir. Bu kelimeler okunduğu gibi yazıldığında yabancılar anlayamamakta, aslını yazmak için de İngilizce, Fransızca kaideler öğrenmek gerekmektedir. Demek bu itirazın da hiçbir haklı yönü yoktur. (Felsefe dersinde Beykın’ı Bacon yazdığı için Bocan diye telaffuz eden bir öğrencinin sınıfta bırakıldığı meşhurdur.)



JAPONLARIN ALFABE HASSASİYETİ
Üçüncü maddeye gelince, Osmanlıca bilenlere malum olduğu gibi Arapça, Farsça kelimeler belirli kalıplara uyularak üretilip yazıldığı için gerek okunmasında gerekse yazılmasında çok fazla bir zorluk görülmez. Bilinmeyen Türkçe kelimelerin okunması daha zordur. Bununla birlikte işin içinde dil öğrenmek gibi çok önemli bir eylem gerçekleştirirken elbette bazı zorluklar göğüslenecektir. Japonlar ikinci cihan harbinde iki atom bombası ile teslim alındıklarında Amerika’nın dayattıkları bütün maddeleri kabul etmişler, iş iki bin işaretli Japon alfabesini terk etmeye gelince “son Japon ölünceye kadar” yeniden savaşma kararı almışlardı. Bu bir milletin kendisine saygısının ifadesiydi.


Genel bir değerlendirme yapılacak olursa seksen küsür yıl geçtikten sonra Türkiye’de okur yazar olma oranı, iddia edildiği gibi hiçte iyi bir seviyede değildir. Türk toplumu gerek Balkan ülkeleri gerekse, diğer Türkî devletler arasında en düşük okuma oranına sahiptir. -Gazete başlıklarını okuyabilir olmak okuma yazma bilmek anlamına gelmez- Eğitim sistemi hiçbir değer üretememiştir. Hiçbir alanda Osmanlı’nın son dönem aydınları seviyesinde insan yetiştirilememiştir. Batıcı kadroların sanat adına ürettikleri, Anadolu kadınlarının oyaları seviyesine bile erişememiştir. Yüz yıl sonrasına bırakabilecek orijinal bir esere rastlamak mümkün değildir. Oysa Osmanlı sanat eserleri asırlar sonra bütün ihtişamıyla ayaktadır.


Bütün bunlar gösteriyor ki aslından koparılmış köksüz ve ruhsuz nesillerle önemli bir iş görmek mümkün değildir. Her şeye rağmen ruhunda bu derin boşluğu hisseden yeni nesiller, tarihî miras ile kopan bağlarını yeniden inşa etme ve yeni bir sentez ortaya koyma yolunda başarılı bir şekilde yürümektedir. Bütün umutlar bu yeni nesil adına beklemeye alınmıştır.



YAPILMAK İSTENEN NEYDİ?
Peki yapılmak istenen neydi? Bu iş sadece birkaç işareti değiştirmekten ibaret değildi.
Alfabe 1400 yılda kurulan bir medeniyet sarayının anahtarıydı.
Yüzlerce kütüphanede, sayıları yüz binleri bulan el yazması kitaplar, yüz milyonları bulan arşiv belgeleri, artık yabancıydı.
İnsanlar atasının mezar taşlarını okuyamayacaktı.
Allah kelamını yüzünden okumayı öğrenmek suç sayılacaktı.
Bu anlayış öyle çılgın bir noktaya gelmişti ki bir devlet kendi arşiv belgelerini vagonlarla başka bir ülkeye hurda kağıt fiyatına satacaktı.
Ne kadar acı ki bu belgeleri alan taraf, Osmanlının 400 yıl idaresi altında kalmış bir devletcikti.
Bir medeniyet bilinçli bir şekilde yer yüzünden silinmekteydi.
Bu acı o kadar büyüktü ki yaşayanlar değil, mezarında yatanlar dahi göz yaşı dökmüştü.
Şah-ı Velayet İmam Ali, 1400 sene öncesinden olanları görmüş bu işi yapanları hiddetle azarlamıştı.
Ercuze adıyla yazdığı bir kasidede İmam Nursi’nin ifadesiyle
“Keramet-i evliya hak olduğuna kat’i bir burhan gösteren Hazret-i Ali (r.a.),
latin harfinin kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbi¬kini, iki kelimeyle göstermişti”.


İmam’ın Ahir zaman fitnelerini anlattığı kasidenin bir beyti şöyleydi:
Ehrufu ucmin suttirat tastiran
Bitte bihel emiru ve’l- fakira
(2)

“Arabî hurufunu terk edip, ec¬nebi ve acemi hurufuna İslâmlar içinde başlana¬cak. Hem umum, hem fakir ve zengin, emir ve işçi, çoluk ve çocuk gece dersleri ile o hurufu ceb¬ren öğrenecekler.”

Acem hurufu Arapça olmayan harfler demekti. Tarih bu olayın bir benzerine şahit olmadı.



SAİD NURSİ, BİR VAZİFEYİ DAHA OMZUNA ALDI
Bu noktada İmam Nursi, bir vazifeyi daha omzuna aldı.
“Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur'an'ı muhafaza etmek bir vazifesidir” (3)
Nur talebeleri, 1957 yılına kadar Risale-i Nurları Kuran harfleri ile okuyup yazdılar. Risale-i Nurları okuyup anlayabilen bir şahıs herhangi bir kütüphaneye gitse ecdadının yadigarı bir kitabı açıp rahatlıkla okuyabilirdi. Ne varki toplum içinde dengeyi sağlamak mümkün değildi. Gençliğin büyük bir kesimi Kur’an harflerini öğrenmeden yetişiyordu. Felsefenin aşıladığı dinsizlik fikrini kökünden yıkan Nur derslerine bu gençlerin de ihtiyacı vardı. Nur Üstad bu tarihte risalelerin yeni harfle basılmasına izin verdi. Ahiret yurduna göç etmeden önce bütün kitaplar yeni harflerle basılmış durumdaydı.
Ancak İmam Nursî’nin bu izni Kur’an harflerini “tamamen bırakın” anlamına gelmiyordu. Sonraki dönemde böyle olumsuz bir gelişme yaşandı. Cemaat büyük kısmı ile bu harflerden uzak tutuldu. “Zülf-i yare dokunma ey bad-ı saba!” deyip daha önemli görülen iki konuya dikkat çekmek gerekir.

Birincisi: Risalelerin yeni harfle yazımı kolay bir iş değildir. Bu yüzden çok sayıda tashih hatalarının bulunduğu dile getirilmektedir. Bu görev öncelikle Risale-i Nur basımı ile ticaret yapan yayın evlerinin üzerinde bir borçtur. Osmanlıca uzmanı ordinaryus proflardan kurulu bir heyete bu tashih yaptırılmalıdır.

İkincisi: Bir an önce Risale-i Nurlar üzerinde edisyon kritik çalışmaları başlatılmalıdır. Bunun için hayatlarında külliyat yazdıkları bilinen, Mustafa Gül, Hafız Ali, Tahiri Mutlu ve Hüsrev Altınbaşak ağabeylerin yazdıkları külliyatlar, karşılaştırma nüshaları olarak kullanılmalı ve bütün yayınlara esas olacak temel bir nüsha ortaya konmalıdır. Bu işlem için de akademik bir heyetin teşkiline ihtiyaç vardır.


Bu çalışmanın yapılması Risale-i Nurların tahrif edildiği iddialarının önüne geçecektir. Ayrıca zaman zaman bazı densizler tarafından dile getirilen cümle düşüklüğü iddialarının pek çoğu bu çalışma ile ortadan kaldırılmış olacaktır. Bu nüsha bilimsel çalışmalar için kaynak gösterilme değerini kazanmış olacaktır. Pek çok engeller gögüslenerek, kimi zaman el yazısı ile, kimi zaman teksir makinesı ile, kimi zaman daktilo ile yazılmış, baskın korkusu ile farklı bir şehirde basılıp farklı bir şekilde ciltlenmiş bir külliyatın böyle bir çalışmaya ihtiyacı vardır.


DİPNOTLAR:
1-T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, C. 5, Birinci İnikat V. 1 Teşrinisani 1928 Perşembe
2-Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzab, III Cilt, Dersaadet 1299, s. 582-597
3-Kastamonu Lahikası, s. 78

Ramazan BALCI
10 Kasım 2009
risalehaber.com
 
Üst